Taner Timur
FİNANS HEGEMONYASI ve FİKİR HAYATIMIZ
“Günümüzde fikir hayatımız çok durgun. Adeta yaprak kıpırdamıyor!”. Muhafazakâr bir tarihçi yakınlarda bunları yazıyor ve daha sonra da bu ülkede “150 yıl önce” bile zengin “fikir hareketleri” yaşandığını anlatıyordu.
Bu kişisel bir saptamaydı ve yazar sözünü ettiği fikir boşluğunun nedenleri üzerinde durmuyordu. Zaten yazının yer aldığı gazete de böyle bir tartışma için pek elverişli değildi. AKP dönemine damgasını vuran “aydın düşmanlığı” ve üniversitelere vurulan darbe gibi konular herhalde Sabah Gazetesi sütunlarında özgürce tartışılamazdı.
***
Evet, fikir meydanında bir hareket yoktu; ama ülkede finans sektörü büyük bir hareketlilik içindeydi. Liralar, dolarlar, hisse senetleri, tahviller havada uçuşuyor, hızla elden ele geçiyordu. Üstelik bu yeni bir şey de değildi ve “finans hegemonyası” bir bakıma Türk kapitalizminin bir çeşit “ilkel günahı” oldu.
***
Çok genç yaşlardayken gazetelerde okuduğum bir haberi hala anımsarım. Anlatılan olay beni şaşırtmış ve belleğime çakılmıştı. 1950’lerdeydik; lise öğrencisiydim, ülkede kapitalizm yeni gelişmeye başlamıştı. Henüz “turizm patlaması” olmamıştı; gazetecilerin her rastladıkları turiste “ülkemizi nasıl buluyorsunuz?” diye sordukları yıllardı. Bu soruya tok sözlü bir Kanadalı çiftin verdiği yanıt hala kulaklarımda çınlar: “Biz parası bu kadar az, fakat bankası bu kadar çok bir ülke görmedik!”.
***
Gerçekten de halkın bir avuç tasarrufuna el koymak için bankaların yarıştığı yıllardı. O günlerde her mahallede bir banka şubesi açılıyordu; Kanadalı çifti şaşırtan da bu olmuştu. Sermaye sahiplerinin neden zahmetli “mal üretme” sürecini devreden çıkararak “paradan para kazanma” yollarını aradıklarını çok sonraları öğrendim. Üstelik “istisna” gibi görünen bu durum, bazı dönemlerde kural haline de geliyordu. Daha da kötüsü, toplumların hayatında “devlet parası ile para kazanma”nın meşru ve olağan sayıldığı dönemler de vardı. Ve bu gibi durumlarda “kötü para” iyi parayı kovmakla kalmıyor, özgür tartışma ortamını da yok ediyordu. Böylece, devlet malının “deniz” sayıldığı dönemlerde “fikir tartışmaları”nın yerini daha çok “yolsuzluk tartışmaları” alıyor ve birileri haksızlık ve yolsuzluklarla savaşırken, başkaları da bunları susturmaya, “etkisiz hale” getirmeye çalışıyordu. Ve bu arada kuramcılar da geçmişi dönemlere ayırarak hükümlerini bu bağlamda veriyorlardı.
Nitekim bizdeki gelişmeler de böyle oldu.
***
Cumhuriyetten sonra 1940’lara kadar devrimci ruh ekonomik yaşama da damgasını vurmuştu. Ne var ki İş Bankası ve “affairism” söylentilerini bu ruh da önleyemedi. 1940’lar ise “karaborsa” ve “savaş zengini” iddialarıyla geçti. Arkadan da Menderes dönemi geldi ve bu yıllarda yolsuzluk iddiaları daha da yaygınlaştı.
***
Aslında Menderes’in kendisi varlıklı ve gözü tok bir aileden geliyordu; ama başbakan olarak durumu kontrol edememiş, ipin ucunu kaçırmıştı. Günü geldi gelişmelere şöyle isyan etti: “Çalıyorlar birader çalıyorlar; ne diyeyim, Allah belalarını versin! Ama ben ne yapayım? Ben Başvekilim, müfettiş değilim ki…”. Sonunda da acizlik içinde “çalanlar”ı değil, onlarla savaşanları cezalandırmaya kalktı ve bu da sonu oldu.
Tuhaf bir dönemdi; o günlerde muhalefetin en başta gelen sloganlarından biri “ispat hakkı” idi. Çünkü hırsıza “hırsız” bile denemiyor ve kimseye de bunu kanıtlamak hakkı tanınmıyordu.
***
Arkadan Demirel dönemi ve “yeğen Yahya” söylentileri yaşandı; bunları da Özal yılları ve “benim memurum işini bilir” anlayışı izledi. Darbeler, “ara rejim”ler yaşanıyor, sonra “demokrasi”ye tekrar geçiliyor, fakat “yolsuzluk” suçlamaları bir türlü gündemden düşmüyordu. Sorun bir dürüstlük timsali olan Ecevit döneminde bile çözülemedi; üstelik 1999-2002 koalisyon döneminde söylentiler iyice arttı. Ve sonunda AKP de bu sorunu çözme vaadiyle iktidara geldi.
***
Oysa değişen bir şey yoktu; üstelik çok geçmeden nüfuz ticareti alanında daha da cüretkar adımlar atılmakta olduğuna dair işaretler belirdi. Tayyip Bey, daha iktidarının ilk yıllarında, oğlunun nasıl cepten bir kuruş bile harcamadan, banka kredileriyle bir “gemicik” sahibi olduğunu anlatmakta bir sakınca görmüyordu. İşler yolundaydı; nihayet, bu ülkede “Devlet malı deniz!”, “Bal tutan parmağını yalar!” gibi atasözleri vardı ve bunlara uygun davranan politikacıları suçlamak da kimsenin haddi değildi.
***
Doğrusu AKP dönemi bu bakımdan son derece başarılı bir dönem oldu. Ve sonunda da gereksiz tartışmalara veda edilerek, fikir hayatımızda artık “yaprağın bile kıpırdamadığı” bir sükûnet dönemine girildi.
Öyle görünüyor ki gelecek kuşaklar bu dönemi en çok bu özellikleriyle hatırlayacaklar
GURUR, DEVLET ve SİYASET..
Taner Timur
Nietzsche’nin “fazla tevazu göstermeyin, inanırlar!” diye bir aforizması vardır. Bana çok doğru görünüyor. Gerçekten bir insan ne kadar alçakgönüllü olursa, başkaları da ona o kadar kolayca inanıyor. Ama acaba bunun tersi de doğru mu? Yani insanlar durmadan kendini övenlere de aynı kolaylıkla inanıyor mu?
Sanırım hayır; böyleleri genellikle pek hoşa gitmiyor ve insanlar bunları “kibirli”, “kasıntı” gibi sıfatlarla küçümsüyorlar. Ama yine de bunun bol sayıda istisnası var ve bazı insanlar çeşitli yollarla kendilerini olduğundan fazla göstermeyi başarıyor! Nitekim her ülkenin tarihi de böyle “sahte şöhret”lerle dolu değil mi?
***
Aslında bireysel planda olduğu gibi kolektif planda da durum böyle ve bireyler gibi halklar da tutum ve davranışlarıyla kendileri hakkında bir “imaj” yaratıyorlar. Böylece “mağrur insanlar” gibi, “mağrur halklar” da oluşuyor ve tarihte bunların farklı nedenlere dayanan çok sayıda örneği bulunuyor. Zaten tüm otokratik ve despotik yönetimler de genellikle halkın bu zaafı kullanılarak inşa edilmiştir.
İşte Osmanlılar da bu “mağrur halklar”dan biriydi ve “Osmanlı gururu”nu da din ve cihat esprisine dayanan fetihler oluşturdu. Kanuni zamanında bir elçinin, tayin edildiği ülkeye “Mal der Hindistan, akıl der Frengistan, haşmet der Al-i Osman!” sözleriyle uğurlanması da bunun en tipik ifadesiydi. Üstelik bu duygu daha sonraki dönemlerde de sürüp gitti.
Peki, bu konuda günümüzde nasıl bir noktada bulunuyoruz?
***
Yakınlarda Sabah gazetesinde “Tüm yollar Ankara’ya çıkar”, “Erdoğan modeli dünyaya örnek oluyor!” gibi başlıklar taşıyan yazılar görünce bu tutkumuzun hala ne kadar canlı olduğunu düşündüm. Bu arada Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da nerede bir ihtilaf çıksa, kaynağı pek anlaşılamayan bir “otorite” ile ortaya çıkıp sorunu çözmeye talip olduğunu hatırlayınca bu konuda tarihi bir gezinti ihtiyacı duydum. Böyle bir gezinti, bu ülkede Osmanlıcı ve tutucu bir partinin neden bu kadar uzun süre iktidarda kalabildiğini anlamamıza da yardımcı olabilirdi.
***
Evet, Osmanlılar “mağrur” bir halktı ve ordularının Viyana kapılarına dayandığı yıllarda neden böyle bir duygu içinde olduklarını anlamak kolaydı. Buna karşılık anlaşılması zor olan bu gururun Devlet’in “hasta adam” sayıldığı ve varlığını ancak “Düveli Muazzama” rızasıyla koruduğu dönemde de sürmesiydi. Bu yüzden de 19. yüzyılda Osmanlı Devleti’ni gezen tüm yabancılar, yayınladıkları “seyahatname”lerde sözü mutlaka bir ara buraya getiriyor ve “Osmanlı gururu” hakkında bazı şeyler söylüyorlardı. Örneğin 1830’larda Türkiye’yi ziyaret eden Yüzbaşı Moltke, yakınlarına yolladığı bir mektupta, “Bir Türk, diyordu, Avrupalıların kendisinden ilim, beceri, zenginlik, cesaret ve kuvvet açısından üstün olduğunu kolayca kabul eder; fakat bir Avrupalının bir Müslümandan üstün olabileceği düşüncesi aklının köşesinden bile geçmez. Bu yenilmez gururun kökü dinde bulunuyor”. (Lettres sur L’Orient; Paris, 1872, s. 379).
Aslında Moltke haklıydı; “mağrurlanma padişahım, senden büyük Allah var!” deyimi “Osmanlı gururu”nun gerçekten de dinden kaynaklandığını gösteriyordu. Ne var ki bu gururun temelsizliği de önce uyanık din adamları tarafından anlaşılmıştı. Nitekim bir şeyhülislam, Meşrutiyet’ten sonra yaşanan düş kırıklığı içinde, bu boş gururu şöyle eleştiriyordu: “Cenabı Hak kibir ve gururu sevmez; biz bu cihetten gazaba uğradık (…) İstibdadın kalkması ile hemen bir bolluk ve büyüklük elde etmişiz gibi kendimizi büyük devletlerden sayarak dünyaya meydan okuduk. Gazetelerle hakaret etmedik devlet bırakmadık. İkide birde, kesin bir sayı imiş gibi, mevcut olmayan otuz milyonluk Osmanlılıkla öğündük. Ne yazık ki üç asırdan beri çeşitli bozgun, acınacak hal ve cehalet aynası olan tarih levhalarımıza bakmayarak durmadan altı yüz senelik şan ve şereften söz edip, yüksekten uçarak kendimizi aldatmaktan bir an geri kalmadık”. (Cemaleddin Efendi, Siyasi Hatıralarım, 1978, s. 117).
***
Aslında Cemaleddin Efendi bir istisna değildi. O yıllarda bu gibi övünmelere artık kimse inanmıyordu. Ne var ki yönetici zümrenin hegemonyasını sürdürebilmesi için bu hayali canlı tutmaktan başka çaresi de kalmamıştı. Artık Avrupalılara verilen ayrıcalıklar bile, Cevdet Paşa’nın ifadesiyle, “müphem surette yazılarak Avrupalılara bir veçhile, ehli İslam’a diğer veçhile tefsir edil(iyordu)”. (Tezakir, no 10). Din artık yönetici zümrenin çıkarlarını gizleyen bir “afyon” haline gelmişti. İşte Osmanlı Devleti son döneminde bu durumdaydı ve Sarıkamış’ta, Kanal’da, Arap çöllerinde hayatını kaybeden yüzbinlerce Anadolu çocuğu da bu boş gururun kurbanı oldular.
***
Aslında geri kalmamıza, sık sık söylendiği gibi “İslam” neden olmadı. Yüz yıl önce Şemsettin Günaltay’ın söylediği gibi, “bize öğretilen İslam” oldu. Bu ise çağından kopmuş, yönetici zümrenin çıkarlarını kollayan birtakım klişelere dönüşmüş, ezberci bir İslam’dı. İşte bu ezberi de Türk Devrimi bozacak ve inanç özgürlüğü temelinde yeni bir devlet kuracaktı.
***
Oysa aradan yüz yıl geçti ve devrimci kazanımlar bu kez de karşıdevrimci bir saldırı ile karşı karşıya kaldı. Kindar kalemler bu dürtüyle Kemalizm yergisi ve Osmanlı övgüsünde birbiriyle yarışmaya başladı. Diyanet Başkanı da bu ortamda Ayasofya’da, elinde kılıç minbere çıkıp hutbe okuyabildi. İşte “Türkiye dünyaya model oluyor!” başlıklı yazılar da bu koşullarda yazıldı.
***
Aslında bu övünmeler hiç de yeni bir şey değildi. Yukarıda anlatıldığı gibi, Osmanlı yönetici zümresi, devlet çökerken de kendi yarattığı bir hayal dünyasında yaşıyordu. Oysa bu boş gurura daha yüz yıl önce Mustafa Kemal Paşa şu anlamlı yanıtı vermişti: “Efendiler; bizler büyük hayaller peşinde koşan, yapamayacağımız şeyleri yapar gibi görünen sahtekâr insanlardan değiliz. Büyük ve hayalî şeyleri yapmadan yapmış gibi görünmek yüzünden bütün dünyanın düşmanlığını, kötü niyetini, kinini bu memleketin ve milletin üzerine çektik. Biz panislâmizm yapmadık, belki: ‘yapıyoruz, yapacağız’ dedik; düşmanlar da; «yaptırmamak için biran evvel öldürelim» dediler. Panturanizm yapmadık; yaparız, yapıyoruz, dedik, yapacağız dedik ve yine ‘öldürelim’ dediler. Bütün dava bundan ibarettir”. (Nutuk).
İmparatorluğun son iki yüz yılı bundan daha iyi anlatılamazdı! Ama bu ülkede bu sözlerden ders çıkaramayanların yüz yıl sonra bile iktidar olabilecekleri kimin aklına gelirdi?
Taner Timur
15 Mart ·
PUTİN RUSYA’YI ANLATIYOR..
Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin için her şey denebilir, fakat herhalde “yalancı” olduğu söylenemez. Kendisi hep açık kartla oynuyor ve bugün Ukrayna’da yürüttüğü kirli savaşın dayandığı “siyaset felsefesi”ni de yine aynı açıklıkla anlatıyor. Nitekim üç yıl önce de, Financial Times muhabiriyle yaptığı söyleşide (27 Haziran 2017), İngiltere’deki “halktan kopuk seçkinler yönetimi”ne karşılık, Rusya’da gerçek bir “demokrasi” olduğunu ileri sürmüştü. İnancı buydu; tüm halk özlemlerini temsil ettiğini sanıyordu; tarihinde demokratik bir dönem yaşamamış bir ülkede de başka türlü düşünemezdi.
***
Putin’e göre “Rus demokrasisi” elbette İngiltere’dekinden farklıydı; fakat o bu farkı şöyle açıklıyordu: her iki ülkede de yöneticiler seçimle gelse bile, Batı’da başkanlar sadece yandaşlarının oylarıyla seçilirken, Rusya’da tüm halkın oylarıyla seçiliyor ve süreleri dolunca da yerlerine aynı yöntemle bir başkası geliyordu. Yalnız şu da vardı: bu arada mevcut başkan, yerini alacak bir aday buluyor; onu destekliyor ve bu kişi de “eğer halkın güven ve saygısına sahip” ise, kolayca seçiliyordu. Nitekim kendisi de “abartmadan ve tiyatro yapmadan” bu geleneğe sadık kalacağını söylüyordu. Gazetecinin, “bu durumda Rusya’da daha seçim yapılmadan başkanın belli olduğunu düşünmekten kendimi alamıyorum!” gözlemine de Putin “Evet, bu doğru!” diyor ve bu konudaki “rol modeli”nin de Çar I. Petro olduğunu açıklıyordu. “Davası canlı olduğu müddetçe, Petro da canlı kalacaktı!”. Zaten kendisi de bugünlerde Rusya’da onun “otokrasi”sini uygularken, dünyada da onun “yayılmacılığını” sürdürmeye çalışıyordu.
***
Gerçekten de -aradaki büyük zaman farkına rağmen- Çar Petro’nun izlediği politikayla Putin’in hedef ve uygulamaları arasında dikkate değer benzerlikler bulunuyor. Nasıl dört yüz yıl önce Çar Petro selefini seçmeyi yasalaştırdıysa, “Çar” Putin de aynı şeyi yaptı ve bu şekilde kendisi bir gün iktidarı terk etse de “Putinizm” yaşayacak ve demokrasi de giderek güçlenecekti!
***
İlginçtir ki Putin bu hedefleri on yıl önce kaleme aldığı bir yazıda da dile getirmişti. O tarihte Washington Post’ta yayınlanan makalesinde, Rusya’da demokrasinin kök salması için yapılacakları anlatıyor; hatta İngiltere’deki gibi, yüz binden fazla imzayla yasal girişimlerin mümkün kılınmasını bile savunuyordu (8 Şubat 2012).
Ama o günkü hedefleri arasında başka bir husus daha vardı: bir toplum sadece seçimler düzenlenerek “demokratik” olamazdı ve işin manevi değerlerle ilgili bir yönü de vardı. Bu bağlamda da Putin, “dürüst olmanın mümkün ve zorunlu olduğu bir sistem yaratmalıyız!” diyordu. Çünkü Rusya bu durumdan uzaktı ve bu yüzden de ülkede herkes “durmadan yolsuzluklardan söz ediyordu”. Özellikle kamu hizmetlerinde yolsuzluk olağan hale gelmişti ve Putin de bu konuda alınacak önlemleri sıralıyordu. Daha da ilginci şunları söylüyordu: “1990’larda anketler gençlerin oligark olmayı düşlediğini gösteriyordu; bu günlerde ise bunlar devlet memuru olmak istiyorlar. Bir sürü devlet hizmeti lüks ve kolay para kaynağı haline geldi. Oysa bu dürtü devam ettikçe kadrolarda temizlik yapmak da işe yaramayacak; sadece maskesiz hırsızların yerini maskeliler alacak!”.
Durum buydu ve Putin’in yazısı yolsuzluğa karşı kararlı bir mücadele verileceği ve bu belanın sonunda mutlaka yenileceği vaadiyle son buluyordu.
***
Oysa aradan on yıl geçti ve bugünlerde meraklılar Putin’in muazzam servetini keşfetmeye çalışıyor. Ve bu arada “yetenekli” gençlerden birçoğu da, özledikleri gibi, “oligark” haline gelmiş bulunuyor! Ne var ki halk cephesinde değişen bir şey yok; onların çocukları da bu kez zorla Ukrayna’ya ve orada -gönülsüz şekilde de olsa- Slav kardeşleriyle savaşmaya yollanıyor.
6 Mart 2022
PUTİN ve NÜKLEER TEHLİKE..
Tam altmış yıl önceydi. Nükleer silah yüklü Sovyet gemileri Atlantik’te Küba’ya doğru yol alırken Başkan Kennedy kararlı bir dille onlara “dur!” demiş, dünya da dehşet içinde kalmıştı. Yoksa korkulan oluyor, insanlığın kolay kolay altından kalkamayacağı bir savaş başlıyor muydu?
Neyse ki korkulan olmadı. Kruşçev bu riski göze alamamış ve Sovyet gemileri çark etmişti. İki yıl sonra da Stanley Kubrick, “Dr. Strangelove” adlı filminde, aslında bu riskin ortadan kalkmadığını, günün birinde bir ABD Başkanı’nın çılgın bir danışmanının tuzağına düşerek bu oyuna gelebileceğini anlatıyordu.
***
Geçenlerde Rusya Başkanı V. Putin’in “nükleer tehlike”ye dikkat çeken sözlerini duyunca bu senaryoyu anımsadım. Bir TV kanalında bir Rus vatandaşının Putin’den “deli” diye söz ettiğini duyunca da korkularım arttı. Acaba Putin böyle bir “Strangelove” olabilir miydi?
Aslında bu konuda şahsen bir fikrim var; ama tabii ki bilgilerim sınırlı ve bu yüzden de işin ehli bir uzman aradım ve bu konuda Google’da bir gezinti yaptım. Bulduğum uzmanlar arasında en moral verici yanıt Stratejik Araştırma Vakfı (FRS) Başkanı Bruno Tertrais’den geliyordu ve ben de onun açıklamalarını özetlemenin yararlı olabileceğini düşündüm.
***
B. Terrais “kimse kaygılanmasın” diyor, “Ruslar nükleer silahları sırf bizleri etkilemek, korkutmak ve bölmek amacıyla kullanıyorlar; aslında hiç de onları ateşlemek gibi bir niyetleri yok!”. Ona göre, Putin, Rus konvansiyonel silahlarını çok geliştirdi ve ordusunun Kırım’da (2014) ve Suriye’de (2015) kazandığı başarılar da güvenlik duygularını artırdı. Karadeniz etrafına yerleştirdiği “Iskander” adlı füze sistemi hem konvansiyonel hem nükleer bir işlev görüyor ve bu nedenle, dört yılda bir yaptıkları büyük askeri törenlerde de (Zapad) artık nükleer silahları sergilemiyorlar. Kaldı ki Batılılar da buna duyarsız kalmadılar; örneğin Amerika, 2 Mart’ta, kıtalararası bir füze denemesini (Minuteman III) ertelediğini bildirdi.
***
Ne var ki kaygılar yine de devam ediyor; çünkü Belarus’ta 27 Şubat’ta yapılan bir referandum, Rusya’nın burada ya da Kaliningrad’da nükleer üsler kurmasına izin veriyor. Ayrıca Rusya’nın arsenalinde “Poseidon” gibi radyoaktif kirlenmeye yol açan silahlar da bulunuyor. Üstelik uluslararası hukuka aykırı olan ve şehir ve limanlar için büyük tehlike arz eden bu silahlar için üzerinde anlaşılmış bir “doktrin” de yok!
***
Kısaca Rusya korkunç bir silah deposu haline geldi ve şu günlerde ordusu Ukrayna’da kanlı bir talim yapan Putin’li bir dünya da hayli zor günlere gebe görünüyor. Bütün bu gelişmeleri çaresizlik içinde seyreden NATO ise etrafı yatıştırmaya çalışıyor ve Genel Sekreter Jens Stoltenberg, NATO ülkeleri büyükelçilerinin 4 Mart’ta, Brüksel’de “savunma ve caydırma” amaçlı “acil” bir toplantı yapacaklarını açıklıyor.

ÇAR PETRO, VLADİMİR PUTİN ve ÇAĞDAŞ DÜNYA
Siyaset dilinde bazen tek bir sözcük, bütün bir program yerine geçer. Örneğin “faşizm” derseniz artık bunun ne olduğunu uzun uzun anlatmanıza gerek kalmaz. Bu terminolojiye aşina olan herkes ne demek istediğinizi hemen anlayacaktır.
Öyle görünüyor ki Putin’in yakınlarda kullandığı bir sözcük de böyle bir rol oynadı. Rusya Devlet Başkanı kendisine en çok beğendiği, örnek almaya çalıştığı devlet adamının kim olduğu sorulunca “Çar Petro” diye yanıt vermişti. Buna şaşıran ve “bugünkü dünya için soruyorum” diyen İngiliz gazeteciye de “ben de bugünler için konuşuyorum” demişti. Aslında onun dilinde “Petro” sözcüğü sadece bir “çar”ı değil, aynı zamanda ayrıntılı bir programı ifade ediyordu.
***
Çar I. Petro (1672-1725), tarihe Rusya’da modernizasyonu başlatan devlet adamı olarak geçmiştir. Ama aynı zamanda acımasız bir otokrattı. Reform amacıyla Avrupa’yı ziyaret etmiş, tebdili kıyafetle tersanelerde çalışmış ve sonra da ülkesinde Batı bilim ve teknolojisine dayanan kurumlar kurmuştu. Osmanlı savaşlarında Kırım’da Azov kalesini alarak Karadeniz’e ilk kapıyı aralayan da o oldu.
Petro’nun bu ilk adımlarını II. Katerina tamamladı. Rus Çariçe üstelik Osmanlıları da yenerek onlara Küçük Kaynarca anlaşmasını (1774) imzalatmıştı. Bu anlaşmayla Osmanlılar Rus tehlikesine karşı Batı yardımına mahkûm oluyor ve bu teslimiyet de “Doğu Sorunu”nu başlatıyordu. III. Selim ile başlayan, Reşit Paşa ve Tanzimat’la devam eden “ıslahat” hareketlerimize de bu bağımlılık ilişkileri damgasını vurdu.
***
Tüm 19. Yüzyıl diplomasisine damgasını vuran “Doğu Sorunu” aslında neydi?
Bu sorunun en özlü tanımını Fransız tarihçi François Guizot yapmıştır. Rusya’daki reformist hareketi Osmanlı Tanzimatçılığı ile karşılaştıran tarihçi yüz elli yıl kadar önce şunları yazmıştı:
“Reşit Paşa, ülkesinde giriştiği hareketin başarıya ulaşması için en gerekli niteliklerin birinden yoksundu. Türkiye’de güçlü bir reformcu olamayacak kadar az Türk’tü. Büyük Petro Rusya’yı Avrupa uygarlığına sokma girişiminde derin bir şekilde Rus’tu ve Rus kaldı (…) Genç yaşlarından itibaren Türkiye ile Avrupa ilişkileri içinde yetişmiş ve bu konularda angaje olan Reşit Paşa, özellikle bir Avrupa diplomatı oldu. Türk Hükümeti’nin Avrupa hükümetleri içinde bir çeşit özümlenmesini, ülkesinin ve sultanın Avrupa politikası içindeki yerini ve ağırlığını koruyabilmesi için tek çare olarak görüyordu. Türkiye’yi Avrupa’da tutabilmek için, Avrupa’yı Türkiye’de tatmin etmek: devamlı hâkim düşüncesi bu oldu!”. (Memoirs; cilt. VII. s. 244-245).
***
Kısaca, cemaat yapılarından ulusallığa geçiş döneminde, Osmanlılar imparatorluğu korumak hayaliyle “cemaatçi” kalmıştı ve yönetici zümre, kurucu unsurun “Türkler” olduğunu ancak tüm halklar ayaklanarak bağımsızlıklarına kavuştuktan sonra anladı. Son döneme damgasını vuran Abdülhamit de devletin varlığını Rusya ile İngiltere arasında dengeli bir politikaya dayandırmaya çalışmıştı. Nitekim 1908’de, Reval’de (bugünkü Talinn), Rus İmparatoru II. Nikola ile İngiltere Kralı VII. Edward görüşüp anlaşınca, bu politikanın da sonu geldi. Artık Osmanlılar için “dengeci” bir politika olanağı kalmamıştı!
**
Gerisini uzun uzun anlatmaya gerek yok: Balkan Savaşları; I. Dünya Savaşı; çöken imparatorluklar, ulusal ve enternasyonal boyutlu devrimler. Türkiye Cumhuriyeti de bu çalkantıların yarattığı enkaz üzerine kuruldu. Aynı depremin ürünü olan Sovyet Rusya ise yetmiş iki yıl sonra çökmüş ve yerini eski çarist hayallere kapılan yöneticilere bırakmıştı. Bunlardan en ustası da eski komünist istihbaratçı Putin oldu. Bu gözü pek taktiysen Rasputin’e özgü metotlarla adım adım mutlak iktidarını kurmayı da başardı.
***
Yıl 2022; yeni Çar, “taht”ında, artık “Rusya’nın sınırları yoktur” diyor; Petro’yu -reformist tarafıyla değil de yayılmacı yönüyle- övüyor ve her şeye yeniden başlamak istiyor. Anlaşılan “Doğu Sorunu” perdesi özel koşullarda yeniden açılıyor ve bütün bu “açıklamalar” da Putin’in, kendisinden hep “Dostum Putin!” diye söz eden Erdoğan hakkında neler düşündüğünü açıkça ortaya koyuyor.
Son günlerde Ukrayna operasyonu ise bardağı taşıran damla oldu; takke düşmüş, kel görünmüştü. Reel gelişmeler hayallere dayanan siyaseti çürütmüş; dost, düşman olmuş ve denge diplomasisi çökmüştü. Artık bu koşullarda Tayyip Bey de “denize düşen yılana sarılır” esprisiyle sadık bir NATO üyesi olduğunu hatırlatıyor ve daha düne kadar topa tuttuğu NATO’yu Rusya’ya karşı sert önlemler için teşvike başlıyordu.
Yoksa yıllarca beslenen Abdülhamid özleminden ve bu yönde uygulanan politikalardan sonra, bu da Tayyip Bey’in “denge” politikasını rafa kaldıran, bugünlere özgü bir “Reval” mıydı?
AYDINLAR, MİLLİYETÇİLİK ve “TARİHİ YANILGI”..
“Aydın sorunu” siyasal hayatımızın her döneminde tutkuyla tartışılan konularından biri oldu. Aydın nedir? Nasıl aydın olunur? Aydın sorumluluğu ne anlama gelir? Daha genç yaşlarda zihinlerimizi kurcalayan sorular bunlardı. 1950’lerde, ben henüz Mülkiye’de öğrenci iken, Menderes diktasına direnen hocalarımız bunlara bir de “aydınların ihaneti” deyimini eklemişlerdi. Bu deyim kendi icatları değildi; aslında ad vermeden Fransız düşünürü Julien Benda’nın bu başlığı taşıyan eserine gönderme yapıyorlardı. Aradan geçen uzun yıllar içinde, benzer koşullarda sık sık aklıma gelen bu anı, izleyen satırlara da ilham kaynağı oldu.
***
J. Benda “Aydınların İhaneti” başlıklı kitabını, 1927 yılında, Avrupa’da faşizm yükselirken yayınlamıştı. İtalya’da Musolini‘nin iktidarda olduğu, Hitler’in de Almanya’da hızla iktidara yürüdüğü bir yıldı. Yazar, milliyetçi ve faşist akımlara karşı hümanist ve evrensel değerleri savunuyor, bu dalgaya kapılan “aydın”ları ihanetle suçluyordu. Okuyucularına “tehlikenin farkında mısınız?” der gibiydi.
İlginç bir rastlantı, aynı yıl aynı uyarıyı Almanya’da da bir sinema yönetmeni yapıyordu. “Metropolis” adlı filminde, Fritz Lang, şehirlere yığılan bilinçsiz kalabalıkları sergilemiş ve bunların nasıl faşist bir potansiyel taşıdığını anlatmıştı. Ama ne yazık ki mesajı karşılığını bulmadı ve çok geçmeden de korkulu rüya gerçekleşti. Alman halkı 1933 yılında, umutsuzluk içinde, iktidarı bir çılgına teslim ediyordu.
Bu çılgın, altı yıl sonra dünyayı ateşe verecek ve bu büyük yangın da ırkçı-milliyetçi dalgayı demokrasiler için kâbus haline getirecekti.
***
Oysa dünya savaşını aslında milliyetçi ideolojiler çıkarmadı. Almanya’da çocukları bile cepheye sürükleyen neden, Hitler’in ateşli nutukları değildi. Savaş kıvılcımını ateşleyen daha çok gecikmiş bir kapitalizmin “yaşam alanı” tutkusu ve bu tutkuyla oluşturulan “banker, yunker, bunker” düzeni olmuştu. Ama ne var ki herkes “milliyetçi” bayrak altında toplanıyor ve yayılmacı sermaye en etkili sözcülerini milliyetçiler arasında buluyordu.
***
Savaş milliyetçi cephenin yenilgisi ile bitti ve bu yenilgi ile birlikte ırkçı-milliyetçi değerler itibarlarını kaybettiler. Artık Batı’da hiçbir siyasal akımın “milliyetçi” bayrak altında örgütlenmeyi uygun görmediği bir dönem başlıyordu.
Oysa bu hiç de Batı’da “milliyetçi” akımların sona erdiği anlamına gelmiyordu. Aslında bu duygular sönmedi; hatta bu son yıllarda milliyetçiliğin hızla yükselişine de tanık oluyoruz. ABD halkı faşist Trump’ı güç bela Beyaz Saray’dan kovmuş olsa da tehlike henüz bitmedi; çılgın milyarder rövanş hazırlıklarını hemen başlattı. Aynı bağlamda Fransa’da Marine Le Pen, İngiltere’de Nigel Farage ve Almanya’da da “Alternatif” akım halktaki uğursuz nostaljileri depreştirmeye devam ediyorlar. Ama bunlardan hiçbiri de açıkça “yaşasın milliyetçilik!’” demiyor; kitleleri bu bayrak altında toplamaya çalışmıyor!
Kısaca Batı’da “milliyetçilik” çoktandır büyüsünü yitirdi ve yükselişi kamuoyunda bir tehlike olarak algılanmaya başladı. Buna karşılık “yurtseverlik” kavramı ön plana çıktı ve çok da iyi oldu. Ama bu iki kavram arasında yine de zıtlaşmalar yaşanıyor ve örneğin Türkiye’de bir “Fransız milliyetçisi” sayılan Başkan Macron, ülkesinde “milliyetçilik yurtseverliğin düşmanıdır” demek zorunda kalabiliyordu!
***
Peki, ya Türkiye? Ya bu ülkede “milliyetçi” söylem hangi konumda bulunuyor?
Aslında ülkemizde bu konuda çok farklı bir tablo var ve “milliyetçi” ideolojinin aşılması şöyle dursun, herkesin birbiriyle “milliyetçilik” yarışında olduğu bir toplumda yaşıyoruz. Ama burada hemen şunun da eklenmesi gerekiyor: bizdeki bu anakronik yarışta, başka birçok alanda olduğu gibi “milliyetçilik” kavramı da farklı anlamlarda kullanılıyor ve içinde yer yer birbirine zıt öğeler barındırıyor.
Bu konuda, Ziya Gökalp ve Atatürk’ün adlarını anarak, bugünkü tartışmaları yönlendiren iki ana kaynaktan söz edebiliriz.
***
Bunlardan bizde milliyetçiliğin kurucusu sayılan Gökalp dışlayıcı bir “millet” anlayışına sahipti. O kadar ki bir şiirinde açıkça “millet”lerin kendi üyeleri arasında “tearüf” (uyum) sağlarken, başka millet üyelerine karşı da “tenakür” (yok sayma) duyguları yarattığını söyleyebilmişti. (Gökalp; Makaleler, 1981, s.34). Üstelik bu anlayış İttihatçılığa da egemen oldu ve ülkeyi yıkıma sürükledi.
Oysa Atatürk farklı bir “milliyetçilik” anlayışına sahipti. Daha Kurtuluş Savaşı’nın başlangıcında, Meclis’te sorulan bir soru üzerine, milliyetçilik anlayışının “hodbinâne (bencil) ve mağrûrâne” olmadığını söylemiş, siyasetinin “bizimle iş birliği yapan bütün milletlere hürmet ve riayet” esasına dayandığını açıklamıştı. (14 Ağustos 1920). 1930’larda Türkiye’ye gelen Yunanlı devlet adamına da “Ben Makedonyalıyım, diyordu, Selanik’te çocukluğumdan beri milletinizin çocuklarıyla tanıştım, dostluk ettim (…) daha o yaşlardan beri milletinize muhabbetim vardır” (Belleten; 1981 Ocak, s.181).
Atatürk, çoğu iddiaların aksine, İttihatçılığın devamı değil, hasmıydı. Bu husumeti de daha çok komiteci yönetimin Jön Türkleri Alman emperyalizminin kuyruğuna takarak ülkeyi felakete sürüklediği son dönem yaratmıştı. “O İttihatçılar ki, diyordu, milletin zararına birkaç sene süren kötü idareleriyle ve memleketi içinden güçlükle sıyrılmaya çalıştığı bir uçuruma düşürmek cürmüyle bütün dünyada kıskanılmayacak bir şöhrete sahiptir”. (Dr. Seçil Akgün, General Harbord’un Anadolu Gezisi ve Ermeni Meselesine Dair Raporu, s. 169, İstanbul, 1981).
***
Ne var ki Kemalist kadrolardaki İttihatçılar da temizlenememişti.
Bu kalıntılar Kurtuluş Savaşı kahramanına açıkça karşı çıkamıyor, “artık Kemalistiz!” diyor, fakat hala “İttihatçı” gibi düşünüyorlardı. Böyle bir anlayış “İslamcılık”la da uzlaşma potansiyeli taşıyor ve devrimin “çağdaş uygarlık” hedefine ters bir “Türk-İslam sentezi” özlemi yaratıyordu.
Aslında bu bir karşı devrim özlemiydi ve devrimci yönetimi en çok korkutan da bu oldu. İstiklal Mahkemeleri bu nedenle kuruldu; Serbest Fırka bu korkuyla kapatıldı; basın özgürlüğü bu kaygıyla kısıtlandı. Böylece çok partili hayata da bir yanda güven ve refahı Batı’ya sığınmakta arayan, öte yanda da devrimci ruhunu kaybedip, hasımlarını taklide çalışan iki kanatla girildi. Ve bu fikir kısırlığında da ancak bunun yaratacağı gelişmeler yaşandı: kör döğüşü şeklini alan siyasi çekişmeler; darbeler; idam sehpaları; ara rejimleri ve sonunda da İslamcı entegrizm tehlikesinin ortaya çıkışı..
Kuşkusuz bu arada ülke de yerinde saymıyor, belli bir kalkınma sağlanıyordu. Ne var ki bu kalkınma da çağdaş ölçütlerin ve ülke potansiyelinin gerisinde kalan; sosyal adalet ilkelerini hiçe sayan, üstelik büyük ölçüde de gelecek kuşakların altından zorlukla kalkacağı borçlarla sağlanan bir kalkınma oldu.
***
Oysa bu arada ülkedeki “milliyetçilik yarışı” da devam ediyor, “vatan”, “millet” ve “bayrak” sözleri herkesi heyecanlandırıyordu. Ama bütün bunlar kulağa hoş gelseler de aslında Tanzimat’la başlayan “modernleşme” çabalarımıza damgasını vuran “tarihi yanılgı”yı da gizleyemiyordu.
Bizim “modernleşme” çabalarımız, Osmanlı yöneticilerinin artık Batı üstünlüğünü yadsıyamaz hale geldikleri bir dönemde, “Batı’dan bilim ve teknolojiyi alalım, fakat yerli ve milli değerlerimizi de koruyalım” tutkusuyla başladı. Oysa Avrupa böyle bir anlayışla “kültürel bir model” haline gelmemişti.
Aydınlanma düşünürleri ithalci ve taklitçi değillerdi. Evrenselci idiler; nerede “doğru” ve “güzel” bir şey bulsalar rahatlıkla “bu bizim!” diyor ve onu, sanki kendileri yaratmış gibi, kültürlerinin bir parçası haline getiriyorlardı. Eski Yunan’ı incelerken “biz bunlardan neler alabiliriz?” diye tartışmıyorlardı; onlarla özdeşleşiyor, “bizler de çağdaş Sokrat ve Platon’larız!” diyor ve buna göre hareket ediyorlardı. Nasıl Atinalılar antik çağda “Site”lerde özgürce tartışmışlarsa, kendileri de “akademi” ve “salon”larda özgürce tartışıyorlardı. Yurtseverliğin gereği de buydu ve daha sonraları Jean Jaures’in dediği gibi evrenselciliğin çoğu yurtseverliği de artırıyordu. Oysa Yeni Osmanlıların en bilgesi Namık Kemal bile “cumhur”u “halkın hakimiyet hakkı” olarak övüyor, fakat bunun Osmanlı’da “mümkün olmadığını” söylüyordu. (Hürriyet, Eylül 1868). Batı’nın “parlamento”su varsa bizim de “meşveret”imiz vardı. Biz bize benziyorduk; özümüzü kaybetmemeliydik!
***
Yine de çağdaşlık özlemi, Batı’yla artan ilişkiler, Batı dürtüsü… derken bizde de “evrenselci” bir aydın kategorisi oluştu ve onların öncülüğünde bir “parlamento” kurduk ve “cumhur”u ilan ettik. Üstelik tatlı-sert yöntemlerle bunları halka da kabul ettirdik. Ne var ki bu “aydınlanma diktatörlüğü” de kendi düşmanlarını yaratıyor ve bu çelişki Meşrutiyet’ten itibaren siyasal hayatımıza “ilerici-gerici” kavgası görüntüsü veriyordu. Bir tarafta yaşam kavgası veren yoksul ve cahil bırakılmış kitleler, öte tarafta da hala orada burada “model” arayan sermaye sözcüleri. Daha doğrusu meydanı boş bulup kitleleri peşinde sürükleyen demagog politikacılar… Ne yazık ki bu arada “liberalizm”in asla çare olmadığını, iktisadi yönüyle daha da “sistemli” bir köleliğe yol açacağını ilan edip yoksul halkın sesini duyurmaya çalışan aydınlar da en kaba yöntemlerle susturulmuştu. İşte “ülkücü” milliyetçiliğin “Cumhur İttifakı” adı altında İslamcılığı da yönlendirdiği günlere böyle geldik!
***
Aslında liberalizm Batı’da “ilerlemeci” bir rol oynamış, daha 1848 yılında Manifesto’da yazıldığı gibi, tüm sınırları aşan “küresel bir ekonomi” ve “küresel bir yazın” yaratmıştı. Ne var ki bu “küreselleşmiş ekonomi” aynı zamanda “egoist hesabın buzlu sularında” (Marks) kârına kâr katan acımasız sermayenin aracı haline gelmişti. Bu araç siyasal kavgasında artık “liberal” olamazdı. Büyüyüp yoğunlaştıkça “tekelci” eğilimi artıyor, ulusları birbirine düşürerek savaşlara yol açıyordu. Ve bu eğilime en uygun ideoloji de “milliyetçilik” oldu.
Gerçekten de milyonlarca insanın kaybına yol açan iki büyük savaşı aslında sınıfsal nedenler hazırlamış olsa da tetikleyen de milliyetçi coşku oldu. Bu nedenle barış, eşitlik ve özgürlük savaşçısı aydınların, özellikle de milliyetçiliğin yükseliş halinde olduğu ve İslamcılığın “milliyetçi” giysilere büründüğü bu yıllarda, en çok bu tehlike karşısında dikkatli olmaları gerekiyordu. Yüz yıl kadar önce Julien Benda aydınları bu konuda uyanık olmaya, “ihanet”e sürüklenmemeye davet etmişti. Koşulların benzerliği günümüzde de Benda’nın mesajını bu yönüyle güncel kılıyor ve cumhuriyetin 100. yıldönümünü kutlamaya hazırlandığımız bu günlerde bizlere adeta “tehlikenin farkında mısınız?” diyor.
ADEM BABA, LUCY BEBEK ve “İLK İNSAN”..
Sezen Aksu’nun söylediği eski bir şarkı, bu kez büyük bir olay oldu. Olayı yaratan da şarkının nağmeleri değil, sözleriydi.
İddiaya göre şarkıdaki “o cahil Adem” sözü, aynı zamanda peygamber sayılan “ilk insan”a hakaret sayılmıştı. Sonra olay daha da büyüdü; tepkiler birbirini izledi, hatta Aksu’nun evinin önünde toplanan bir güruh ünlü şarkıcıyı aşağılamaya bile kalktı!
Tabii bu arada Diyanet de sessiz kalamamış, kendisinden bekleneni yapmıştı. Yayınladığı bildiride, hem “ilk insan”, hem de “ilk peygamber” olan bu “mükerrem şahsiyet” hakkında kullanılan ifadenin “en hafif tabiriyle saygısızlık” olduğunu ilan ediyordu.
***
Oysa şarkı sözlerinde gerçekten de bir “cehalet” olgusu vardı; ama bu, hiç de Adem Baba’ya atfedilecek bir “cehalet” değildi! “Cahil” olanlar, aslında bu esatir kahramanının varlığına ve “ilk insan” olduğuna inanan kitlelerdi. Bu nedenle reel tarihte karşılığı bulunmayan ve sadece kutsal bir inanç konusu olan bir varlık da “cehalet”le suçlanamazdı. Aslında ortada bir “hakaret”ten çok bir yanlışlık, bir hedef sapması vardı. Asıl garip olan ve üzerinde durulması gereken husus da, bu yanlışlığın yıllar sonra keşfedilip, bugünlerde de bir linç kampanyasına vesile olmasıydı!
***
Aslında suçlayıcı “şecaat” erbabı, ne “evrim kuramı”ndan, ne de “paleontoloji” denilen bilim dalından haberdar görünüyordu! Oysa bilim, daha iki yüz yıl kadar önce, “ilk insan” diye bir şey olmadığını ve bugün “insan” dediğimiz varlığın, primatların milyonlarca yıl süren evrimi içinde ortaya çıktığını ortaya koymuştu. Bu yüzden de paleontologlar artık çoktandır “ilk insan”ı değil, “en eski insan”ı bulmaya çalışıyorlardı.
***
Peki, bugüne kadar bulunan “en eski insan” kimdi?
“En eski insan”ın fosili, 1974 yılında Etiyopya’da, Hadar sitesinde bulunmuş ve analizle 3,18 milyon yaşında olduğu anlaşılmıştı. Bu bir kız çocuğuydu; adını da “Lucy Bebek” koydular!
Görüldüğü gibi Lucy Bebek artık çok yaşlanmış bulunuyor; buna karşılık iki ayak üzerinde yürüdükleri ve daha karmaşık bir beyne sahip oldukları için doğrudan “atalarımız” saydığımız “homo sapiens”ler çok daha yakınlarımızda duruyorlar. Öyle ki, ilk “homo sapiens” fosili 1967 yılında, Etiyopya’nın güneyinde, Kenyalı bir paleontoloğun yönettiği ekip tarafından bulunmuş ve 130 bin yıl öncesine ait olduğu kabul edilmişti. 1995’te yapılan bir analizle de bu süre 200 bine çıkarıldı.
1974 yılında Etiyopya’da Lucy Bebeği bulan ekibe Fransız Paleontolog Yves Coppens başkanlık ediyordu. Rastlantı bu ya, geçen hafta da Fransız Le Monde gazetesinde onunla yapılan uzun bir söyleşi yayınladı. Bugün 87 yaşında olan Coppens, orada, daha 11 yaşındayken Madagaskar’dan gelen bir arkadaşının elinde 500 kiloluk bir kuşun yumurta kabuklarını görüp heyecanlanarak başlayan mesleki tutkusunu anlatıyor. En önemli buluşunu da, 1967’de, Etiyopya’da, Kenya ile Sudan sınırında 40 derece hararette tek başına çalışırken, 2,6 milyon senelik bir diş bularak yapmış!
Söyleşisinde o anda duyduğu heyecanı şöyle anlatıyor: “Hiç dindar biri değilim, hatta din umurumda bile değil; fakat bu süt dişinin etrafında (adeta dini bir ayin yapar gibi) dolaştım; dokunmadan önce, onu uzun, çok uzun süre inceledim!”.
Zamanın ortadan kalktığı, milyonlarca yıl öncesiyle burun buruna gelinen bir an!
***
İşte “ilk insan” arayışında herkesin kolayca ulaşabileceği bazı bilgiler! Ben de merak ettim, bunları toparlamaya çalıştım. Fransız paleontologun anlatısı ise, bu konuda dinle bilim arasındaki yaklaşım farkını da çok net bir şekilde ortaya koyuyor. Üstelik rastlantı bu ya, biz Türkiye’de bir şarkıyı ve Adem Baba’ya yapılan hakareti tartışırken, Batı’da da ünlü Nature dergisi “homo sapiens”ler hakkında yeni bir bulguyu açıklıyordu. Çok yakınlarda yapılan bir analiz “homo sapiens”in aslında 200 bin değil, 33 bin yıl fazlasıyla, 233 bin yıl yaşında olduğunu ortaya koymuştu.
Tabii bu haber bizdeki hararetli “Adem-Havva” tartışmaları arasında kaybolup gitti. Oysa bugünlerde, şarkıdaki “hakaret” iddiası değil de, örneğin “dibe vurmak, dimdik durmak!” sözleri tartışma konusu yapılsaydı, belki de çok daha isabetli olurdu!?
İKTİDAR, “STOKÇU” ve “ZABITA ÖNLEMLERİ”..
21 ARALIK 2021
Üç parti: CHP, Demokrat Parti, Ak Parti!
Üç dönem: Saracoğlu, Menderes, Erdoğan!
Üç düşman: “Karaborsacı”, “muhtekir”, “stokçu”!
Ve her seferinde aynı silah: Milli Korunma Kanunu (1940, 1956); Stokçuluğa karşı yasa (2021).
Evet, “tarih, tekerrürden ibarettir” demişler; ama farklı koşullarda, farklı isimler altında, farklı giysilerle tekerrür ediyor! Ve bizler krizden krize sürüklenirken, “muktedirler” kurtuluşu her seferinde “zabıta önlemleri”nde arıyor. Üstelik gelenler de gideni hep mumla aratıyor!
***
Yıl 1940.
Büyük Savaş yılı; Türkiye savaşın dışında; ama yine de savaşa hazır olmak, büyük bir ordu beslemek zorunda! Bunun için de Toprak Mahsulleri Ofisi çiftçilerden geniş çapta alımlar yapıyor. Oysa Hazine tam takır; alımlar “Hazine kefaletini haiz bono”larla yapılıyor; yani para basılarak! Ve tedavüldeki para miktarı da hızla artıyor. Başbakan Saracoğlu’nun, Meclis’te, “memleket dahilinde koskoca bir kara pazar yerleşti” diye dert yandığı günlerdeyiz! Gelsin Milli Korunma Kanunu!
Kanun geliyor. Ve fiyatlar da artmaya devam ediyor, üstelik kontrolden de çıkıyor.
Gerisi malum: sefalete sürüklenen halk, Varlık Vergisi, devalüasyon…
Ve güle güle CHP!
***
Yıl 1956.
Menderes 1954 seçimlerinden oylarını artırarak çıkmış; kendisine güveni artmış, artık muhalefete tahammül edemiyor. Aydın’da Çakırbeyli çiftliğini yönettiği günleri anımsıyor ve kararlı: basın ve yargı kontrol altına alınacak! O halde kurulsun “tahkikat komisyonları”, gelsin baskı yasaları!
Ama seçimlerin de kazanılması lazım ve bunun için halka ekmek, devlete para bulmak gerekli! Çare aynı: Toprak Mahsulleri Ofisi yine buğday alımlarını artırıyor; Merkez Bankası yine devrede; emisyon çarkları yine dönüyor. Sonuç: artan hayat pahalılığı; pul olan para ve yine Milli Korunma Kanunu! Arkadan da devalüasyon ve 27 Mayıs!
Güle güle Menderes!
***
Yıl 2021.
Başkomutan Erdoğan ilan etti, artık “savaş”tayız; “kurtuluş savaşı” veriyoruz; yirmi yıllık AKP iktidarında varılan nokta bu! Ve bu arada da Tayyip Bey “itibardan tasarruf edilmez!” ilkesiyle tüm itibarımızı harcamış bulunuyor: yapayalnızız. Tek umudumuz Afrika; Başkan Afrika’da turlar atıyor; Beştepe’de Afrika’lı öğrencilere kur ve faiz dersleri veriyor.
Oysa para yine pul olmuş; hapishaneler dolu, yolsuzluk dosyaları kabarık ve hayat pahalılığı da her geçen gün biraz daha artıyor. Halk ise bezgin; umut yolları arıyor.
Ne o? Yoksa bu ortamda bunalıp da örneğin içkide huzur arayanlar mı var? “Zabıta önlemleri” dedik ya! Basacaksın vergileri, o zehiri içilmez hale getireceksin! Yok efendim, kimileri çıkmış, çakma içki yapmış; onlarca kişi de bu yüzden ölmüş? Ne gam! Yapılması gereken yapıldı; yola devam!
Kısaca Erdoğan “Nas” diyor, “terör” diyor, “güvenlik” diyor, başka bir şey demiyor. Ve ülke de daha önceki krizleri aratacak bir bunalım içinde bocalayıp duruyor!
***
Ne dersiniz? Bu koşullarda tarih yine tekerrür edecek mi? Yoksa Tayyip Bey’e de “güle güle!” demenin zamanı hala gelmedi mi?
Oysa görünüşe göre halkın yanıtı ortada. Dolar biraz düşünce, fiyatlar da düşecek umuduyla sokaklarda halay çekenlere bakarsanız, bu zaman çoktan geldi, hatta geçiyor!
Yolun açık olsun Erdoğan!
FETÖ, “BAŞ DÜŞMAN” ve AMALGAM..
15 ARALIK 2021
Bir Fransız araştırıcının “Baş Düşman” (L’Ennemi Principal) başlıklı bir eseri var. Marksist yazar, 1970’lerde “materyalist feminizm” hareketini başlatanlar arasında ve “baş düşman” oIarak da “kapitalizm”i görüyor. Oysa kapitalizm de kendisini savunmak için durmadan -ülkelere ve kültürlere göre değişen- “baş düşman”lar yaratmaktan geri kalmıyor.
Dün gazetelerde Yunanistan’a kaçarken yakalanan “FETÖ’cü terörist”lerle ilgili haberi okurken bu kavramı hatırladım.
Gerçekten, bizde de son yıllarda “FETÖ’cülük” (PKK’nın yanı sıra) “baş düşman” haline geldi ve insanlar çok büyük bir kolaylıkla birbirlerini “FETÖ’cü” olmakla suçlayabiliyorlar!
***
15 Temmuz 2016 darbe girişimi de husumetin tuzu biberi oldu ve “FETÖ” ülkede “baş düşman” haline geldi.
Aslında Gülenci akım yıIlarca AKP’ye destek oldu ve Tayyip Bey de onlara -kendi ifadesiyle- “ne istedilerse verdi”. Ama aslında iki akım farklı bir “İslamcılık” anlayışına dayanıyordu ve günü geldi bu taktik anlaşma da bozuldu. Araya ABD ile tehlikeli ilişkiler, yurt dışındaki okullar, “ayakkabı kutuları” vb gibi can sıkıcı olaylar girmiş ve kıyamet de kopmuştu.
İddiaya göre darbeyi CİA ile işbirliği halindeki Gülenci generaller tezgahlamış ve “FETÖ’cülük”ün iç yüzü de böylece ortaya çıkmıştı. Kılıçdaroğlu ve Bahçeli’nin de katılımıyla milyonları bir araya getiren “Yenikapı Mitingi” de bu ulusal uzlaşmanın bir çeşit “takdis töreni” oldu. Ne var ki bu tarihi mitingde Başkan Erdoğan “solo” yaparken, Kemal ve Devlet beyler de “korist” rolüyle yetinmiş ve “FETÖ”, bu koşullarda “ulusal baş düşman” ilan edilmişti.
***
Oysa suçlular henüz yargıIanmamış, darbenin çeşitli boyutları henüz ortaya çıkmamıştı. Ama yine de kamuoyu hükmünü vermiş, “dava”nın fazla bir önemi kalmamıştı. Böylece “baş darbeci” olmakla suçlanan Org. Akın Öztürk Paşa’nın “Yarım asra yaklaşan askeri bilgi ve tecrübemi, komutanların ve devletin verdiği emekleri, Cumhuriyetin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’e ‘Deccal’ diyecek kadar hainliğe ulaşan 3-4 imamın kuIlanımına verecek bir kişi değilim” şeklindeki savunması da “takiye” sayıldı. Kimse, orgeneralliğe kadar yükselmiş bir Türk subayının, nasıl olup da bu kadar büyük bir yalan söyleyebileceği hususunda kafa yormadı.
Atı alan Üsküdar’ı geçmişti; daha sonra Gnkur Başkanı Hulusi Paşa’nın, ayaklanan subayların kendisine darbenin başına geçmesini önerdiklerini itiraf etmesi de hiçbir yankı uyandırmadı. Anlaşılan “klasik” bir darbe tasarlanmış; fakat girişim başarılı olmamış, darbe gerçekleşmemişti.
Çok da iyi olmuştu.
***
Görünüşe göre taşlar yerine oturmuş, FETÖ, bu koşullarda “baş düşman” haline gelmişti! Yukarıda sözünü ettiğimiz “Yenikapı Mitingi” de bir ulusal uzlaşmaya zemin teşkil etti. Ülkeye “yeni anayasa”, Tayyip Bey’e de “Başkanlık koltuğu” bu koşullarda biçildi.
***
Peki, Gülenci şeriatçılığa başından beri karşı çıkmış biri olarak, bugün bunları neden anlatıyorum?
Amacım elbette ki sadece “FETÖ, Baş Düşman” şeklindeki ulusal uzlaşmanın pratikte yer yer yarattığı haksızlıklara işaret etmek değil. Çok daha önemli olarak, bu operasyonun dayandığı “amalgam”ın nasıl rejimin otokratik dönüşümünde araçsal bir rol oynadığını hatırlatmak istiyorum!
Arapça kökenden gelen “amalgam” sözcüğü aslında ‘farklı şeyleri (elma ile armudu) aynı torbaya koymak’ anlamına gelir ve işte bizdeki “Anti-FETÖ” dalgası da böyle bir “amalgam”a dayandırıldı!
Laik rejime, demokrasiye, insan haklarına inananlar, Gülenci hareketi “şeriatçı ve seçkinci” bir “sızma hareketi” olarak lanetlerken; iktidar, tam tersine onları Şeriat’a ihanet etmekle, din düşmanı ve ABD ajanı olmakla suçluyordu! Bu “amalgam” da pratikte iktidar tarafından araçsallaştırılıyor; ateistler de dahil tüm muhalifler yerine göre “FETÖ’cülük”le suçlanıyor ve böylece şeriatçı otokrasi tahkim ediliyordu.
Bugün de durum bu ve bu koşullarda demokratik cepheye de ikili bir görev düşüyor: bir yandan Gülenci şeriatçılığı sistematik bir şekilde eleştirirken, öte yandan da bu akımı, iktidarı paklayacak şekilde, tek ve ulusal “baş düşman” haline getiren ‘algı operasyonu’nu bozmak!
Her gün yeni tutuklamalar sürüp giderken, sanırım demokratik kavganın bu boyutunu da gözden uzak tutmamalıyız!
150. Doğum Yıldönümünde
ROSA LUXEMBURG, EMPERYALİZM ve OSMANLI DEVLETİ
Toplumsal Tarih’te (Aralık, 2021) çıkan yazım
Günümüzde Rosa Luxemburg denilince akla önce iktisadi düşünce tarihinde “emperyalizm” kuramına en önemli katkılardan birini yapmış bir düşünür gelir. Gerçekten de R. Luxemburg’un 1913 yılında yayınladığı “Sermayenin Birikimi” başlıklı eseri, bu konuda bugün de başvurulan en özgül analizlerden birini içeriyor. Üstelik yazar, emperyalizmin baskı ve sömürü yöntemlerini açıklamakla kalmamış, bunlara karşı hayatına mal olacak bir kavga da vermiştir.
Rosa Luxemburg barışçı ve enternasyonalist bir düşünürdü; milliyetçiliği kıyasıya eleştiriyordu. Üyesi olduğu Sosyal Demokrat Parti (SPD), 1914’te “savaş kredilerini” onaylayınca partisinden derhal ayrılmış ve Spartaküs Birliği’ni (Spartakusbund) kurarak emekçilerin “Spartakist Ayaklanması”na öncülük etmişti. Fakat her türlü darbe ve zorbalığa da karşıydı. Amacı sadece siyaseti değil, ekonomiyi de demokratik bir zemine oturtmaktı ve bu nedenle de “Almanya’daki emekçi halkın büyük bir kısmının açık ve kesin kararı dışında hiçbir yöntemle iktidara gelinemeyeceğini” savunuyordu. Ne var ki yine de SPD tetikçilerinin hedefi olmaktan kurtulamadı ve 15 Ocak 1919’da vahşice öldürüldü. Onu doğumunun 150. yıldönümünde, hayatını ve düşüncesini insan hakları kavgasına hasreden devrimci bir kahraman olarak anıyoruz.
***
R. Luxemburg temel eserinde, ana fikir olarak, kapitalizmin “kârın giderek azalma eğilimi”nin zorlamasıyla nasıl “periferi”ye açıldığını ve kapitalizm öncesi ekonomileri banka kredileriyle borçlandırarak nasıl kendine bağımlı kıldığını anlatmıştır. Kapitalizm, çevresinde prekapitalist bir hinterland olmadan artı-değerin gerçekleşmesini sağlayamazdı; bu yüzden de -Lenin’in tezinden farklı olarak- başlangıçtan itibaren “emperyalist” bir boyut taşıyordu. Düşünür bu süreci somut örneklerle sergilerken Osmanlı toplumundaki gelişmelere büyük bir yer veriyor ve bizde egemen tarih-yazıcılığının el atmadığı birçok konuda dikkate değer açıklamalar yapıyordu. İşte eserin biz Türkler için özel anlamı da burada ortaya çıkıyor. Bu makalemde bu analizleri -aynı konudaki çağdaş katkılardan da yararlanarak- değerlendirmeye çalışacağım.
***
Rosa Luxemburg, Osmanlı analizini şu temel tespit üzerine oturtmuştu: “Kapitalizm var olmak ve gelişmek için kapitalist olmayan üretim biçimleri ile çevrili bulunmalıdır. Oysa bu, her türlü üretim biçiminin kendisi için yararlı olacağı anlamına gelmez. Ona ücret sistemi için işçi rezervleri, artı-değeri gerçekleştirmesi için de pazar teşkil edecek kapitalizm öncesi sosyal kategoriler gereklidir”. (s. 40).
Bilindiği gibi, o tarihte uluslararası kapitalizm henüz “küreselleşmemişti” ve R. Luxemburg “bugün (1913), yani birkaç yüzyıllık gelişmeden sonra bile” diyordu, “kapitalist üretim tüm dünya üretiminin ancak küçük bir parçasını fethetti; yerleşkesi daha çok Avrupa’nın küçük bir kısmı; büyük üretim alanları, tarım veya bağımsız zanaat üreticileri ve geniş topraklar orada hala egemenliği altında değil” (s. 31). İşte Osmanlı Devleti de kapitalizm öncesi üretim biçimlerinin egemen olduğu bu geniş alanda yer alıyordu ve zengin kaynaklarına el koyan yabancı sermayeye bağımlı hale gelmişti. Bu süreç içinde Osmanlı eyaletleri de birer birer İngiltere ve Fransa’nın sömürgeleri haline gelmeye başladılar. O halde biz de önce R. Luxemburg’un bu dönüşümü nasıl yorumladığını özetleyelim.
***
Sömürgeciliğin temelinde hegemonya kurulan ülkenin tüm topraklarını tasarruf edebilme koşulu yatar. Sömürge yönetimi ancak bu şekilde neyin nerede ve ne zaman üretileceğine karar verebilir. Örneğin ABD’de 1861’de iç savaş çıkıp da Amerika’dan pamuk ithal edilemez hale gelince, İngiliz kapitalistleri derhal harekete geçmiş ve Mısır’da plantasyonlar kurmuşlardı. (s. 31). Üstelik bunun için de “Doğu’da tüm topraklar devlete aittir” diye bir fiksiyon yaratmış ve bunu da İslam’a dayandırmışlardı. Luxemburg bu konuda “klasik ekonominin en ünlü temsilcilerinden biri” sayılan James Mill’e göndermeler yapıyor ve şunu söylüyor: J. Mill, temel eserinde, Herodot’tan Volney’e kadar uzanan bir referans zincirinde bu “fantezist” kuramı savunmuş ve şu ünlü cümleyi kullanmıştı: “Toprak mülkiyeti hükümdara aittir; çünkü eğer öyle olmasaydı, kime ait olduğunu bilmemiz imkânsız olurdu” (s. 44). Oysa daha sonra Rus hukukçu Maxime Kowalewsky bu ideolojik fiksiyonu düzeltmiş ve o da sözde “İslamî teori ve pratik”ten kaynaklanan bu fikrin, aslında “İngiliz kökenli bir efsaneden başka bir şey olmadığını” ortaya koymuştu. (s. 44-45). Gerçekten de İngilizler, 1793’ten itibaren Bengal’de vergi tahsildarlarına (“Zemindar”lara) toprak mülkiyeti dağıtmaya bu efsaneye dayanarak başlamışlardı. (s. 44). Böylece Hindistan’da “köy cemaatlerinin geleneksel mülkiyetini ellerinden alarak yapay bir toprak aristokrasisi yarattılar” ve sonra da köylüyü bu “gaspçı”lara karşı koruduklarını iddia ederek “hukuka aykırı bir şekilde gasp edilen bu toprakların” İngiliz kapitalistlerin eline geçmesini sağladılar. (s. 46). Sonuç şu oldu: Arap, Afgan ve Moğol yönetimlerinde yapılan büyük bayındırlık (su kanalları, yol, liman vb) çalışmaları tamamen durdu. Moğol yönetimi sırasında tarıma, sulama tesislerine, yolların ve yolcuların güvenliğine büyük bir ilgi gösterilmiş, büyük yollar, su kanal ve kuyuları, köprüler vb inşa edilmişti. Oysa 1858’e kadar Hindistan’ı idare eden Doğu Hint Kumpanyası zamanında “Hintlilere yarayacak tek bir su kaynağı bulunmadı; tek bir köprü yapılmadı ve tek bir kanal da inşa edilmedi”. (s. 46).
***
Cezayir’de de benzer şeyler yaşandı. Bu topraklar Fransız yönetimine girdiği sırada şehirlerde “Maure”lar, Yahudiler , tüccar ve tefeciler “mülk” sahibi idiler; köylerde ise -Osmanlılar toprakların önemli bir kısmına el koymuş olsalar da- toprağın yaklaşık yarısı geleneksel Kabil aşiretlerinin kolektif mülkiyeti olarak kalmıştı. Büyük Kabil aileleri patriyarkal gelenekler içinde, seçilmiş şeflerinin idaresi altında yaşıyorlardı. Çöl kıyısında yaşayan bu büyük aileler “ilginç şekilde Güney Slavların ‘zadruga’larına benziyordu; aile sadece toprağın değil, silahların, üretim araçlarının ve üyelerinin mesleki etkinliği için zorunlu paranın da ortak mülkiyetine sahipti” (s. 48). Oysa Fransızlar, “Türkler tüm Cezayir toprağını devlet mülkiyeti yaptı” şeklinde bir “efsane” yarattılar. Öyle ki, “İslam’ın ve müminlerin tüm temel iktisadi inançlarına ters düşen bu saçma fikre sadece Avrupalılar inanabilirdi” (s. 49).
***
Fransa sömürgeci politikasını hep “mission civilisatrice” (uygarlaştırma misyonu) övgüsüyle uyguladı. Nitekim 30 Haziran 1873’te de milletvekili Humbert, Meclis’e, toprakta “özel mülkiyet” getiren bir yasa tasarısını bu “misyon”un sonucu ve taçlanması olarak sunuyordu. Böylece geleneksel Arap ailelerin gücü kırılacak, toprakları Fransız kapitalistlerin mülkiyetine geçecekti. Kısaca İngilizlerin Hindistan’da yaptığını, Fransızlar da -Louis Philippe idaresinden (1830-1848) itibaren- Cezayir’de yaptılar. 1873’te Fransızların elindeki 400 bin hektarlık arazinin 120 bini Cezayir ve Setif Şirketlerine aitti. Bunlar da toprağı kendi işlemiyor, yerlilere geleneksel metotlarla işletiyorlardı (s. 54).
Aynı süreç Tunus ve Fas’ta da işledi ve sürecin son halkası da binlerce Cezayirli’nin Asya Türkiyesi’ne (Suriye örneği veriliyor) göçmeleri oldu. (s. 55). Oysa Fransa Hükümeti pasaport vermeyerek bunları önlemeye çalışıyordu.
***
Aslında kapitalizmin Avrupa dışında gelişmesini sağlayan en önemli araçlar demiryolu inşaatı, silah satışı için yapılan borçlandırmalar ve doğrudan yabancı yatırımlar idi. Gerçekten de Avrupa’da 1840’lar, Amerika’da 1850’ler ve Asya’da da 1870-1880’ler demiryollarının en hızlı şekilde inşa edildiği dönemler oldu. (s. 88). Böylece, önce doğal ekonomi “meta üreticiliği”ne dönüşüyor, ikinci aşamada da kapitalist ilişkiler gelişiyordu. Ulusal şirketler aracılığıyla kapitalist ülkelere sermaye transferi yapılıyor, parasal sermaye üretici sermaye şekline dönüşüyordu. Göreli olarak geri kalmış ülkeler aynı yolla kapitalist ilişkileri geliştirerek özerkleşiyor, fakat alacaklı ülkelerin vesayeti altına giriyorlardı. Bu şekilde 16 ve 17. yüzyıllarda İtalyan cumhuriyetlerinden, 18. yüzyılda da Hollanda’dan İngiltere’ye; 19. yüzyılda ise İngiltere’den Amerika ve Avustralya’ya sermaye transferi olmuştu. 19 yüzyıl sonlarında aynı süreç Almanya ile Türkiye arasında yaşanıyordu. (s. 88). Sismondi’nin “tam bir delilik” dediği bir süreçti bu ve şu örnekte ifadesini buluyordu: “İngiltere, kendi sermayesiyle ödediği demir ve malzemeyle Amerika’da demiryolları kuruyor, üstelik onları da kendisi kullanmıyordu. Tüm periyodik krizlere rağmen Avrupa sermayesi bu delilikten o kadar büyük kârlar sağlıyordu ki 1875’e doğru Londra Borsası yabancı ülkelere borç verme hummasına kapıldı. 1870 ile 1875 arasında Londra’da imzalanan borç anlaşmaları 250 milyon sterlinlik bir değere ulaşmıştı ve bu da İngiltere’nin deniz-ötesi ülkelere ihracatının hızla artmasını sağlamıştı” (s. 92-93).
Ne var ki bu “deliliğin” sonucu borçlu ülkelerin giderek borçlarını ödeyemez hale gelmeleri oldu. 1870’lerin sonuna doğru Türkiye, Mısır, Yunanistan, Peru, Venezuella, Uruguay, Kosta-Rika, Honduras, Ekvator iflas bayrağını çeken ülkeler oldular. (s. 93).
***
Küçük Asya demiryolları 1850 ile 1880’lerin sonu arasında İngiliz sermayesi ile yapıldı ve sonra da Alman sermayesi -peşinden Alman ihracatını sürükleyerek- devreye girdi. Bu sermaye 1896’da 28 milyon mark iken 1913’te 113 milyon marka ulaşmıştı. (s. 93-94). Bir kısım anonim şirketler bazen kısmen, hatta tamamen sermayelerini kaybetseler bile, süreç bütününde çok kârlı idi.
Peki, son tahlilde, artı-değeri gerçekleştirenler ve borcu ödeyenler kimlerdi?
Luxemburg’a göre Türkiye ve Mısır’ın durumları bu soruya “en klasik yanıtı” oluşturuyorlar. Bunlardan Mısır’ın ekonomik yapısında, 19. yüzyılın ikinci yarısında üç önemli değişiklik oldu: 1) Ülkede büyük, modern kapitalist işletmeler kuruldu; 2) bu yapılanma esnasında, Mısır, görülmemiş derecede borçlandı; 3) bu arada köylü ekonomisi de çöktü. (s. 96).
Mısır’da 1830’larda serflik sistemi vardı. Mehmet Ali Paşa “fellah”lardan tüm ürünlerini satın alıyor, sonra da bu ürünü yine onlara, sadece asgari geçimlerini sağlayacak ve tohum alabilecekleri bir fiyatla, tekrar satıyordu. Bunun dışında Amerika ve Hindistan’tan pamuk, şeker kamışı, biber ve çivit getirtiyor ve bunları da -ne kadar üreteceklerini belirleyerek- köylüye dağıtıyordu. Pamuğa ve çivite zaten devlet tekeli konmuştu; tek alıcı devletti.
Bunların yanı sıra, Mehmet Ali Paşa, emeğin üretkenliğini artıracak şekilde kanalları onarıyor; su kuyuları açıyor; Nil’de büyük bir baraj inşasını başlatıyordu. Bu amaçla da Fransa ve İngiltere’ye buharlı makineler, pompalar ve lokomotifler ısmarlanmıştı.
1845-1853 arasında 50 milyon mark ve fellahların angarya usulü emeği ile yapılan Kalioub barajı bu alanda ilk adım oldu; arkadan da Mısır’ın gelişme tarihinde talihsiz sonuçlar doğuracak olan Süveyş Kanalı geldi. Kanal’ın -Fransız sermayesiyle- yapılmasına 20 bin serf de angarya usulüyle ücret ödenmeden katılacak, ayrıca Mısır borçlandırılarak Süveyş Şirketi sermayesinin % 40’ını alacaktı. Bu 70 milyon Mark’lık borç, yirmi yıl kadar sonra Mısır’ın İngilizler tarafından işgaline bahane oldu. Süveyş Kanalı, Mısır’ın yabancı sermayeye tam teslimiyetine yol açmıştı. (s. 96)..
***
Mısır ekonomisinde en büyük dönüşüm pamuk ekimi ile sağlanmıştı. Ne var ki 1865’te Amerikan iç savaşının bitmesiyle pamuk fiyatları düşünce, bu kez de şeker pancarı ekimine geçildi. Bu da yeni bir tarım devrimine yol açtı.
1868 ve 1869’da Mısır, altısı İngiltere’ye, on ikisi de Fransa’ya olmak üzere 18 büyük şeker fabrikası yaptırmıştı. Bunlardan her biri o güne kadar mevcut olanların dört misli kapasite ile çalışıyor ve günde 200 ton şeker üretebiliyordu. Fabrikalar Nil nehri boyunca onar km. aralıkla kurulmuşlardı ve her biri 10 km2’lik bir birimin merkeziydi. Bu plantasyonlara binlerce fellah getirilmişti; fakat bunlar işin ehli değildiler ve “fellahlar kırbaç altında modern işçiler haline dönüştürülemezdi” (s. 99).
Peki, bunlar nasıl finanse ediliyordu?
Said Paşa, ölümünden bir yıl önce, 1863’te, 68 milyon (faiz, komisyon vb çıkınca 50 milyon net) Mark’lık bir borç anlaşması imzalamıştı. Yeğeni İsmail’e bu borcu ve Süveyş Kanalı Anlaşması’ndan doğan 340 milyon Mark’lık katkı zorunluluğunu miras bıraktı. Artık İsmail Paşa’ya da, Hidiv olarak, borçlanmalara devam etmekten başka bir yol kalmıyordu. Böylece, Said Paşa’nın ölümünü izleyen on üç yıl içinde, Mısır’ın borcu 3 293 000 Sterlin’den 94 110 000 Sterlin’e (yaklaşık iki milyar mark) çıkacaktı. (s. 100). Sonunda Mısır’ı iflasa götüren de bu borçlar oldu.
1879’da, on bin kadar fellah açlıktan ölürken, Mısır’da Düyunu Umumiye idaresi kuruluyordu. Bu duruma bakarak,“garip şey”, diyor Rosa Luxemburg, “Avrupa sermayesi iflas halindeki ülkenin umutsuz durumundan korkmamıştı; aksine onu ‘kurtarmak’ için yeni krediler öneriyordu” (s. 102-103).
Mısır’ın sömürgeleşme süreci, doğal ekonomi, mal üretimi ve kapitalizm aşamalarından geçerek Avrupa sermayesi tarafından yutulma çizgisini izlemişti. Bu konuda ikinci klasik örneği de Osmanlı Devleti teşkil etti.
***
1850 ve 60’larda İngiliz sermayesi İzmir-Aydın ve İzmir-Kasaba-Alaşehir demiryollarını inşa etmişti. Sonra bunlar Afyonkarahisar’a bağlandı; daha sonra da İzmit-Haydarpaşa hattı ihalesi yapıldı. Bu arada Fransız sermayesi de İngiliz sermayesine ekleniyordu. İşte Dersaadet’te, Mısır’dan iki yıl sonra, Düyun idaresi’nin kurulmasına bunlar yol açtı. Kayser Wilhelm’in ikinci ziyaretiyle de (1898), Almanya, bunlara ek olarak Bağdat Demiryolu imtiyazını alıyordu.
R. Luxemburg, Alman nüfuzuyla Osmanlı Devleti’nde gerçekleşen sermaye birikimini şöyle anlatıyor: Alman sermayesi Türkiye’de demiryolları, limanlar, barajlar inşa ediyor, bu sayede belli miktarda “artı-değer” sağlıyor ve bunu da kısmen köylülerin el emeği karşılığı olarak, kısmen de Almanya’dan alınan demiryolu malzemesini ve aletleri karşılamak için kullanıyor. Böylece, süreç, esas olarak demiryolları ile doğal ekonomi koşullarındaki ticaretin teşvik edilmesi ve bu arada da “zor” kullanılması (“kilometre garantisi” bağlamında, “aşar” karşılığı olan doğal ekonomi ürününü paraya dönüştürme zorlaması) ile gerçekleşiyor. (s. 107-108).
Aşar vergisi “Asya despotizmi”nin en eski bir gasp yöntemiydi. Osmanlı yönetimi, bu vergiyi Fransa’da krallık döneminin aracılarına (“fermiers généraux”) benzeyen mültezimler aracılığıyla topluyordu. Onlar da bunu (tamamen ya da hisseler halinde) başka mültezimlere devrediyorlardı. Oysa bunların hepsi de kazançlarını artırmaktan başka bir şey düşünmedikleri için köylü giderek daha fazla eziliyor ve vergiyi ödeyemez hale geliyordu. Bu durumda kendisi de tahıl tüccarı olan mültezim, köy muhtarının da yardımını sağlayarak, ürünü daha tarladayken ucuza kapatıyordu. (s. 108).
Düyun İdaresi tütün, alkollü içki, ipek ve balıkçılık resimlerini borçlara, aşarı da km. garantisine karşılık olarak topluyordu. Eğer mültezim depo bulamazsa, ürün Hükümet tarafından depolanıyor ve deponun anahtarı da Düyun’a veriliyordu. Böylece, Düyun, artı-ürünü uygun koşullarda uygun fiyata satabilecekti.
***
Sonuç olarak ortaya şöyle bir tablo çıkıyordu: Konya, Bağdat, Basra ovalarında “kullanma değeri” olarak üretilen buğday, mültezimin eline geçtiği andan itibaren “mal” haline geliyor ve paraya çevrilerek devlete aktarılıyordu. Devlet de bunu (yani köylülerin gasp edilmiş artı-ürününü) kısmen demiryolu inşaatı ve trafiği ödemelerinde, kısmen de başka ihtiyaçları için kullanıyordu. Bu şekilde, ithal edilmiş -ve bünyelerinde Alman işçilerinin artı-değerini de taşıyan- üretim araçları pazarda paraya çevrilmiş – bu suretle de kâr realize edilmiş- oluyordu. Başka bir deyişle de Osmanlı kasalarından çıkan para, sonunda Deutsche Bank kasalarına girmiş oluyordu. R. Luxemburg’un
Daha sonra himayeciliğin analizine geçen Luxemburg, emperyalizmi bu açıdan yeniden tanımlıyor ve şunu söylüyor: “Emperyalizm, kapitalist birikim sürecinin siyasal ifadesidir. Özgür dünyanın hala kapitalistleşmemiş son parçaları üzerinde ulusal kapitalizmlerin rekabeti şeklinde ortaya çıkar. Bu kısım dünyanın hala en büyük kısmıdır”. (s. 111).
***
Klasik iktisat teori serbest ticaret ilkesi üzerine kurulmuştu ve Ricardo Okulu bunu basit meta üretimi ile malların basit serbest dolaşım koşulları şeklinde görüyordu. Klasik iktisatçılar sermaye birikiminin barışçı yollarla, emek-sermaye harmonisi içinde gerçekleşeceğine inanıyorlardı ve 1860-1870 dönemi de bu umudu doğrular izlenimi veriyordu. Aslında İngiltere’de Richard Cobden- John Bright çevresinin liberal doktrini, bu ülkede Lancashire pamuk dokumacılarını; kıta Avrupa’sında ise daha çok tarım çıkarlarını temsil ediyordu. Fransa’nın eski himaye sistemi de, 1853 ile 1862 arasında, III. Napolyon’un emperyal kararları ile ortadan kaldırıldı. (s. 113).
Serbest ticaret orta Avrupa’da ise yeni ulusal devletlerin kurulması yönünde kullanıldı. Örneğin Almanya’da Manteuffel ve Bismarck, bunu Avusturya’yı birlikten dışlamak ve Prusya önderliğinde gümrük birliğini gerçekleştirmek için en iyi araç saymışlardı. İtalya’da ise serbest ticaret Kont Cavour’un politik aracı oldu. (s. 113). Aynı politika ile Rusya’da da, 1860’larda, kapitalist birikimin ve sanayileşmenin temelleri atılıyor; köleliğe son veriliyor; demiryolu inşaatı hızlanıyordu.
Aslında serbest ticaret politikası sermaye birikimi tarihinde yine de ikincil bir olgu idi. Bu yüzden de, Luxemburg’a göre, “1870’lerin sonundaki dönüşümü ve korumacı politikaya geçişi Büyük Britanya’nın serbest ticaretine karşı diğer kapitalist devletlerin tepkisi olarak yorumlamak yanlıştı” (s. 114). Nitekim Engels de 18 Haziran 1892 tarihli bir mektubunda buna işaret ediyor ve bazı durumlarda (örneğin Almanya korumacılığında) bunun tamamen saçma olduğunu söylüyordu.
Luxemburg’a göre asıl neden 1880’lerde rekabetin kızışması ve yayılmacılığa dönüşmesiydi. İngiltere’nin Mısır’a ve Güney Afrika’ya; Fransa’nın Tunus’a el koymaları; Habeş harbi, İtalya’nın Afrika maceraları vb gibi olaylar da bunu gösteriyordu. Eğer İngiltere serbest ticarete sadık kalan tek ülke olduysa, bunun da nedeni çok geniş bir nüfuz alanına sahip olmasıydı. Korumacılık Almanya, Fransa, Rusya ve İtalya’da militarizm ve silah yarışı ile birlikte uygulanmıştı. Serbest ticaret politikalarında öncelik kara kuvvetlerine verilirken, korumacılık ile deniz kuvvetleri ön plana geçti. Tüm gelişmesi boyunca kapitalist birikim baskı, yağma, eşkıyalık vb gibi yöntemleri ihmal etmedi. “Siyasi şiddet de iktisadi sürecin aracı ve taşıyıcısı oldu” (s. 117). Bu yöntemlerin en yoğun uygulandığı ülkelerden biri de Osmanlı Devleti idi. Zaten R. Luxemburg da emperyalist “sermaye birikimi”ni anlatırken bu yüzden Osmanlı örneğine geniş bir yer vermişti.
***
OSMANLI “PARA TAĞŞİŞLERİ”NDEN, CUMHUR “DEVALÜASYON”LARINA..
20 Kasım 2021
Tayyip Bey sözünü tuttu; faizleri indirdi, sonra da beklenen oldu: TL hızla değer kaybediyor. Tam da kararın alındığı gün “dolar 10 lira olur” dedikleri için yargılanan iki gazetecinin duruşması vardı; ama hâkim izin aldığı için ertelenmişti. Oysa dolar 12 TL’yi gösterirken çok ilginç bir duruşma olacaktı.
***
Aslında para bahtsız bir nesnedir; devamlı değer kaybeder. Bazen bir hükümet kararıyla, daha çok da piyasa oyunlarıyla. Osmanlı yöneticileri zorda kalınca parayı “tağşiş” eder, içerdiği altın ya da gümüş oranını azaltırlardı. Doğrudan artırmaktan çekindikleri vergileri, böylece dolaylı şekilde artırmış olurlardı ve bu da huzursuzluğa yol açardı. Bizde yeniçeri ayaklanmaları böyle başladı.
Anlatalım.
***
Sultan III. Murat devrinde, bir mali sıkıntı sırasında, darphane emini, ulufe dağıtımı için defterdara -vakanüvis Ali’nin deyimiyle- “badem yaprağı kadar hafif ve ancak bir çiğ tanesi kadar değerli” iki yüz bin akçe sunmuştu. Bunun üzerine yeniçeriler isyan etti ve ilk kez Saray’a yürüdüler. Sultan, tahtını ancak defterdarı ve Rumeli Beylerbeyi’ni feda ederek kurtarabilmişti.
J. Hammer, ünlü tarihinde bu olaydan, “Sultan ve vezirlerinin gücünün çöküşü ve yeniçeri üstünlüğü bu tarihten (1589) itibaren başlar” diye söz eder. Ülkeyi iç kavgalara ve “yeniçeri kırımı”na götüren olay da bu oldu. İzleyen Tanzimat döneminde ise yeniçeri ayaklanmalarının yerini saray entrikaları ve saray darbeleri alacaktır. Döneme damgasını vuran “paşa-sarraf-mültezim” oligarşisinin temelinde yine karanlık para ilişkileri vardı. İki ünlü veziri karşı karşıya getiren bu dava, o dönemi aydınlatıcı bir nitelik taşıyor.
***
Bu vezirlerden biri ünlü Mustafa Reşit Paşa, diğeri ise o tarihlerde yine onun kadar ünlü Mehmet Ali Paşa’ydı ve her ikisi de Karun kadar zengin idiler. Yüzlerce hizmetçinin çalıştığı köşk ve konaklarda yaşıyorlar, fakat yine de her fırsatta mülklerine mülk katmaktan geri kalmıyorlardı. Aralarındaki kavga da bu yüzden çıktı ve Reşit Paşa rakibine bir dava açtı. İddiasına göre Mehmet Ali Paşa Sarraf Mıgırdiç Efendi’den yüklü bir rüşvet almıştı.
Dava, yönetici zümrede uzun süren bir huzursuzluğa neden oldu; bununla da kalmadı, Batı’da da sarsıntılar yarattı. Arka planda Fransız-İngiliz çekişmesi vardı; Londra, bir Fransız mühendisine Süveyş Kanalı’nı açma izni verilmesini bir türlü hazmedememişti. Oysa Fransa Elçisi, Paris’e yolladığı bir raporda “ Reşit Paşa ödenmiştir” diyordu. Kırım Savaşı’na yol açan olaylar arasında para ve rüşvet ilişkileri de vardı.
***
Meşrutiyet, Cumhuriyet, çok partili rejim, darbeler, “ara rejimler”.. Aslında tarihimizin her dönemi para depremleriyle doludur. Özellikle savaş yılları ve yarattığı karaborsa, devlet eliyle zengin olmanın en kolay yolu oluyordu. Bu yıllarda TL hızla eriyor, para kuruyla oynamalar iki tarafı keskin bir bıçak haline geliyordu. 1950’de İnönü’nün Çankaya’ya veda etmesine yol açan en önemli nedenlerden biri de 7 Eylül 1946 devalüasyonu oldu. Yarattığı hayat pahalılığı ve haksız kazançlar o günlerde muhalif dillerde sakız olmuştu. Ve kabak da, “Varlık Vergisi” ile, daha çok gayrimüslimlerin başında patladı!
Menderes devri böyle başladı ve çok geçmeden de her şey unutuldu. Sabık Başbakan , “Her mahallede bir milyoner” yaratacağını bu koşullarda ilan etti. Ve yıllar sonra bir milyon lirayla ancak bir simitin satın alındığı günlere de yine bu kafayla geldik!
Güçlü Başbakan o günleri görmedi, ama iktidarı ve hayatını kaybetmesine de “Tahkikat Komisyonu”ndan çok “paranın pul olması” neden olmuştu.
***
Oysa tarihi bir gerçektir, para belası insanları iktidar yaptığı gibi o koltuktan kolayca alaşağı da edebiliyor. “Vezir” de yapıyor, “rezil” de! Ateşle oynamak gibi bir şey! Büyüklerimiz boşuna “paralar, paralar, bozulmasın aralar’” dememişler! Bir iktisat kanunudur; “kötü para iyi parayı kovar!”. Ne var ki, ister “kara para” olsun ister “züyuf akçe”, “kötü para”, çoğu kez “iyi para” ile birlikte iktidarları da kovuyor!
***
Bizde darbeler devri de böyle başladı. Çok partili hayatımızda yeni döneme “para dansı” ile girmiştik ve gerisi de geldi! Bu yüzden, bana kalırsa, yakın tarihimizi inceleyenler seçim ve darbe tarihleri kadar devalüasyon tarihlerini de akılda tutmalıdırlar: 4 Ağustos 1958 kararları; 10 Ağustos 1970 devalüasyonu; 24 Ocak 1980 kararları; 5 Nisan 1994 kararları; 2001’de dalgalı kura geçişin yarattığı TL çöküntüsü vb.. Hemen hepsini de bir iktidar değişikliği izledi. Zaten Tayyip Bey’i de 2001 çöküntüsü iktidara taşımıştı.
Oysa son gelişmeler gösteriyor ki, aynı zamanda bir “İktisat Ustası” olan Devlet Başkanı bu konuda ortodoks değil! Kendileri, parayla bizlerin pek kavrayamadığı ilişkiler içinde! Bizler de “binmişiz bir alamete”, kaygı ve heyecanla sonuçlarına katlanacağımız kararları bekliyoruz. Üstelik artık asıl sorun da “Erdoğan sorunu” olmaktan çıktı; belki daha da büyük “Post-Erdoğan dönemde bu enkaz nasıl kaldırılacak?” sorunu haline geldi! Bu da “helalleşmek”le çözülebilecek bir soruna pek benzemiyor!
***
Ekim Devrimi’nin 104. yıldönümünde Evrensel Gazetesi’nin sorularına verdiğim yanıtlar..
23 Ekim 2021
Hocam, Lenin henüz Ekim Devrimi öncesinde Zürih’ten yazdığı mektupta, “Ne doğada mucize olur ne de tarihte. Ancak tarihin her ani dönemeci ve özellikle her devrim öylesine bir içerik zenginliği sunar, savaşım biçimleri ve karşı karşıya bulunan güçler arasındaki ilişkiler öylesine beklenmedik bileşimler ortaya koyar ki, saf birine çok şey mucize gibi görünecektir” diyordu. Buradan hareketle sorarsak, Ekim Devrimi neden mucize değildi?
YANIT: Bu soruya yanıtı “ne doğada mucize olur, ne de tarihte” sözüyle zaten Lenin vermiş bulunuyor. Ama insanlar yine de olağanüstü durumlarda bu sözcüğü mecazi anlamda kullanıyor ve “mucize”den söz ediyorlar. Gerçekten Ekim Devrimi de böyle bir izlenim uyandırıyordu. Çarlığa karşı ayaklanmadan bir yıl önce bile bu yarı feodal ülkede sosyalist bir devrim olacağı herhalde kimsenin aklına gelmezdi. Lenin’in büyüklüğü, savaş koşullarının Rusya’da artık “üsttekilerin ülkeyi eskiden olduğu gibi yönetemediği, alttakilerin de artık eskisi gibi yaşamak istemedikleri” bir “devrimci durum” yarattığını saptaması ve “karşıt güçler arasındaki beklenmedik bileşimler”in analizine dayanan taktik ve stratejik ittifaklar geliştirmesi oldu. Zaferi de bu sağladı.
—Ekim Devrimi için ‘Bir devrimler çağının en büyük halkası’ demek sanıyorum yanlış olmaz. “Eşitlik, özgürlük ve kardeşlik” talebiyle Fransız Devrimine henüz ‘zayıf’ bir sınıf olmasına rağmen proleterlerkatıldı. Paris Komünü deneyimi yaşandı. Proleterler başkaca devrimlerin içinde yer aldı. Ancak işçilerin tarihteki hiçbir devrimde Ekim Devrimindeki kadar büyük bir öncü rolü yoktu. Bir proleter devrimi önemli kılan nedir?
Yanıt: Kapitalist üretim biçimi daha önceki üretim biçimlerinden farklı olarak küresel bir boyut taşır. Daha 1848’de Marx ve Engels bu küresel boyutu Manifesto’da vurgulamış ve övmüşlerdi. Orada burjuva devrimleri ile “yerel, ulusal kendine yeterliğin ve içe kapanıklığın yerini çok yönlü ilişkilerin” aldığını ve bunun da “ulusal tek yanlılık ve dar kafalılığı” her gün biraz daha olanaksız hale getirdiğini söylüyorlardı. Oysa kapitalizm yarattığı burjuva hegemonyası ve sömürü düzenine almaşık oluşturacak başka enternasyonalist bir sınıf daha yaratmıştı: “Zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi olmayan” proleterya sınıfı. Aslında en eski çağlardan beri kitleler zulme ve sömürüye karşı ayaklanmışlardır; Spartaküs önderliğinde Roma’lı kölelerin isyanı ya da feodal çağa damgasını vuran köylü ayaklanmaları gibi. Ne var ki daha ileri bir düzen vizyonuna dayanmayan bütün bu isyanlar kanla bastırıldılar. Oysa kapitalizmle beraber modern bilim de doğuyor ve tarihi materyalizm kapitalizmin iç çelişkilerini ve onu aşma olasılığını en gerçekçi bir şekilde sergiliyordu. İşte devrimler tarihinde emekçi devrimini önemli kılan şey budur!-
–Lenin’e ayrı parantez açmak istiyorum. “Lenin olmasaydı da devrim olurdu” dersem sanırım itiraz etmezsiniz. Ancak Lenin’in devrime kattığı da yadsınamaz. Lenin devrime ve Marksizm’e ne kattı?
Yanıt: Bireylerin tarihteki rolü genellikle küçümsenmiştir; Marksizm’e yapılan itirazlardan biri de budur. Nitekim Rus Marksistlerinden Plekhanov bu konuda küçük bir kitap yazmış, bireylerin ve rastlantıların tarihteki rolü hakkında ilginç şeyler söylemişti Ona göre bireyler tarihte bir rol oynuyorlardı; fakat bu rol gelişme düzeyinde ve belli eğilim kanunları çerçevesinde gerçekleşiyordu. “Bireyler sık sık bir toplumun kaderi üzerinde büyük bir etkiye sahiptirler, fakat bu etki toplumun iç yapısıyla ve diğer toplumlara göre konumuyla belirlenmiştir” diyordu. Oysa Sovyet Devrimi’nin tanıkları Lenin’in bu devrimde daha da güçlü bir etki yaptığı yönünde ifadeler kullanmışlardır. Örneğin L. Trotsky, “Rus Devrimi” başlıklı eserinde “fabrikaların, kışlaların, köylerin, Sovyetlerin yanı sıra bir devrim laboratuvarı daha vardı: Lenin’in kafası!” diyordu. Alexandra Kollontai ise “Lenin burada, aramızdaydı ve bizler de neşeli ve zaferden emindik” şeklinde bir tanıklık yapmıştır. Toplumsal değişim ve birey konusu 1970’lerde Fransız Marksist düşünürleri arasında çok tartışıldı; Lucien Seve’in “Marksizm ve Kişilik Kuramı” (Ed. Sociales, 1975) başlıklı çok aydınlatıcı bir eseri vardır.
––Hocam, Türkiye’de bugünlerde çok haklı gerekçelerle parlamenter sistem tartışılıyor. Parlamentonun eskisi, yenisi ya da daha iyisi… Tam da konumuzla kesiştirmek için hatırlatmak istiyorum: Petrograd Sovyeti’nde bir karar alınıyor. Deniyor ki, “Bir çocuk 1 litre süt içmeden, hiçbir burjuvaya süt satılmayacak.” Sütü üreten de dağıtan da işçiler, yetki ve sorumluluk onların. Bu karar uygulanabiliyor. Bugünkü dünyada, halk yetkiyi parlamentolara devrediyor. Tam da bu fark nedeniyle sosyalist bir parlamento ile burjuva parlamento arasındaki farkı nasıl yorumlamak gerekir?
YANIT: Sosyalist bir ülkede, tanım gereği, bir “burjuvazi” olmaz; bu nedenle “süt satılacak” burjuvalar da olmaz. Petrograd’da bu karar geçiş dönemi kararı olmalıdır ve ideal olan elbette ki herkesin hukuken ve iktisadi olarak eşit haklarla hayata başlamasıdır. Sonra da kişisel yeteneklere göre farklılaşmalar olur, ama üretim araçları asla bireysel mülkiyet konusu olamaz.
––İngiliz meslektaşınız Christopher Hill, bir makalesinde 1954 yılında Moskova Üniversitesine yaptığı ziyaretten edindiği izlenimleri aktarıyor: Üniversite öğrencilerinin yüzde 80’i burs alıyor. Lisans öğrencilerinin 300 ruble bursu aldığını ve bunun sadece 22’sini kiraya verdiğini söylüyor. Sovyetler’de de yurttaşların konut kirası gelire bağlı, gelirin yüzde 5’ini geçmiyor. Türkiye’deki yüksek kiraları karşılayamayan ücretlileri, yurt bulamayan üniversitelileri düşündüğümüzde rüya gibi geliyor. Ne dersiniz?
YANIT: 1917 Devrimi tüm insanlığa büyük umutlar saçan bir hareket olarak başladı; yarı feodal bir toplumda kısa sürede yapısal bir dönüşüm sağladı. Verdiğiniz örnek de bu başarının göstergelerinden biri. Ne var ki bir dünya devrimine dönüşemediği ve uluslararası kapitalizm tarafından kuşatıldığı için gelişme olanakları tıkandı; içine kapandı ve katılaştı.
—Almanya, İngiltere, Fransa… Gelişkin işçi hareketine rağmen bu ülkelerin işçileri Rus işçi sınıfının Ekim Devrimi’nde gösterdiği inisiyatifi göstermedi. Bu inisiyatif gösterilmiş olsaydı bugün başka bir dünyada yaşıyor olabilir miydik?
YANIT: Aslında Lenin de Trotsky gibi Ekim Devrimi’nin küresel bir kıvılcım olacağına inanıyor; özellikle de Alman sosyal demokratlarına umut bağlıyordu. Ne var ki ilerde Nazizm’i yaratacak büyük sermaye ve uşakları bu hareketi kana boğdular ve Rosa Luxemburg ve K. Liebknecht’i vahşice katlettiler. O günkü koşullarda sosyalizm dünyaya yayılsaydı elbette yine büyük sorunlar yaşanacaktı, ama insanlık mutlaka bugün çok daha insancıl bir konumda olacaktı.
––Hocam, bütün bir dünya olarak salgınla birleşen kapitalizmi yaşıyoruz. Eşitsizliğin derinleştiği bu dünyaya dair öngörünüz nedir? Tarih tekerrür etmez ama, içinden geçtiğimiz dönemi tarihin herhangi bir dönemiyle benzeştirdiğiniz oluyor mu?
YANIT: Dünya çok değişti, ama daha çok Türkiye’yi düşünerek aklıma 1860’lar geliyor. O yıllar dünyada liberalizmin zafer yıllarıydı; Dersaadet’e sermaye akıyordu; Abdülaziz ve çevresi için “büyüklük” simgesi de “saray” inşaatı idi. Dolmabahçe, Çırağan, Beylerbeyi sarayları hep o yıllarda yapıldı; hesapsız donanma harcamalarına yine o yıllarda girişildi ve halkın sırtına da büyük bir borç yükü yıkıldı. Sonuç Düyunu Umumiye oldu. AKP dönemi de neoliberalizmin şahlandığı yıllar oldu ve acı İMF reçeteleriyle istikrara kavuşmuş bir ekonomiye 2002’den itibaren sermaye akmaya başladı. Farklı olarak da bu dönemde Abdülaziz’in yönetim tarzı yerine Abdülhamit’e öykünen bir yönetim tarzı egemen oldu. 1860’lar ve sonrasında kapitalizmi daha çok deniz ve demiryolları küreselleştiriyordu; günümüzde ise elektronik iletim bu sürece inanılmaz bir ivme kazandırdı. Bugün Google, Apple, Facebook, Amazon ve Microsoft’un (GAFAM) oluşturduğu sermaye yoğunlaşması yüz yıl önce Lenin’in yaptığı emperyalizm analizinden çok farklı bir aşamayı temsil ediyor. –
–-Bir sorum da Türkiye ve Sovyetler Birliği ilişkilerine dair. “Türk Devrimi ve Sonrası” kitabınızda Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı yıllarında dış ilişkilerdeki stratejilerinden birinin “İngiliz Emperyalizmi veSovyet Rusya sosyalizmi arasındaki temel çatışmadan yararlanmak” olduğunu söylüyorsunuz. Sovyet rejiminin savaş yıllarında Anadolu’ya verdiği desteğini biliyoruz. Sovyet rejimi Anadolu insanına ne katmıştır?
YANIT: Sovyet Devrimi emperyalizmi sarsmış, Anadolu’da bir kurtuluş savaşı koşulları yaratmıştır. Emperyalistler Sovyetleri boğma amacıyla kuşatmış, Türkiye ile tek temas yeri olan Kafkasya’da Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan gibi kendilerine bağlı cumhuriyetler kurmuşlardı. Mustafa Kemal Paşa ise zafer için bu hattı yararak Sovyetlerle temasa geçmenin şart olduğu kanısındaydı ve 5 Şubat 1920 tarihli tebliğinde, eğer bu plan gerçekleşmezse , “Anadolu Türkleri, İtilaf Devletleri subayları kumandası altında, sömürge askeri olarak ordular teşkil edecek, hem Kafkasya milletlerinin İtilaf Devletleri itaatinde tutulması ve hem Bolşevik istilasının durdurulmasını sağlamak için kan dökeceklerdir” diyordu. Bu strateji gerçekleşti; ayrıca Sovyet Rusya kurtuluş savaşımıza para ve silah yardımında bulundu. Hedefler ayrı olsa da, Kurtuluş Savaşı’ndaki Türkiye-Sovyetler dostluğu bu temel üzerine kuruldu. Unutmayalım ki Çanakkale’de İngilizler’in durdurulması da Çarlık Rusya’ya yardımı önledi ve Ekim Devrimi’ne elverişli koşulların oluşmasında önemli bir katkı sağladı.
—Hocam son sorum Ekim Devrimi’nin güncelliğine dair. Ekim Devrimi bugün için ne anlam ifade ediyor?
YANIT: Bugün dünya 1910’lardan çok farklı koşullarda bulunuyor; fakat emperyalizm de çok daha güçlü olarak varlığını sürdürüyor. Ekim Devrimi ise, günümüzde, sonucu ne olursa olsun, devrimler tarihinin en önemli ve umut verici halkası olarak belleklerimizi ısıtmaya devam ediyor.
***
98. yıldönümünde Cumhuriyet’imizi kutlarken...
29 Ekim 2021
28 Ekim 1923’te, parti yönetim kurulu bir türlü bakan adaylarını saptayamayınca, Gazi Paşa dava arkadaşlarından bir gurubu Çankaya’da yemeğe çağırmış ve akşam yemeğinde onlara kararlı bir sesle şunu söylemişti: “Yarın cumhuriyeti ilan edeceğiz!”. Ve ertesi gün cumhuriyet ilan edildi. Bugün 98. yıldönümünü kutluyoruz.
Aslında tarihin yıldönümü törenlerini belirleyen bir mantığı vardır; bayramlar, her yıl, o günlerin havasını taşıyan atmosfer içinde kutlanır. Bazen coşku ile, bazen özlemle, bazen de burukluk içinde.. Hatta hiç kutlanmadığı durumlar da vardır. Örneğin Putin Rusya’sında Sovyet Cumhuriyeti yıldönümlerinin “unutulması” gibi! Ya da Fransa’da, çoğunluğu kralcı milletvekillerinden oluşan II. Cumhuriyet Meclisi’nde bu sözcüğün ağza bile alınmaması şeklinde! Adeta Louis Bonapart adlı yeteneksiz darbeciye, “emperyal” macerası için yol gösterir gibi…
Peki, ya bizde?
Bizde, yıllardır “hükümet edip” de bir türlü “fikri iktidar” olamadığını söyleyen, ama bu arada “saltanat”ını da durmadan artıran bir yönetim altında, ulusal bayramlar nasıl kutlanıyor? Özellikle de cumhuriyet bayramları?
Formalite haline gelen “resmî törenler”e artık alıştık; belli ki Erdoğan bu alanda “değerli dost”u Putin’i izlemeye çalışıyor. O da Putin gibi bazı bayramları unutmak ve unutturmak peşinde. Koşullar buna elverişli olmayınca da bayramı farklı bir içerikle sunmaya çalışıyor! Rusya Devlet Başkanı, yakınlarda Batılı bir gazeteciye en beğendiği ve örnek aldığı devlet adamının Çar Büyük Petro olduğunu söylemişti. Buna karşılık Tayyip Bey de her fırsatta “Ulu Hakan Abdülhamit”i yüceltiyor. Kendisine göre “Abdülhamit’i anlamak her şeyi anlamaktır; şayet Sultan Abdülhamit Han’ın başlattığı terakki, yani ilerleme faaliyetleri aynı hızla devam etmiş olsaydı bugün Türkiye çok farklı bir yerde olurdu!”. (10 Şubat 2018).
Şimdi “peki, nerede olurdu?” sorusunu bir yana bırakarak, biz de şunu soralım: “Cumhuriyet” korkusuyla Mithat Paşa’yı zindanlarda boğdurmuş bir Sultan’ı ölümünün 100. yıldönümünde bu sözlerle anan bir zihniyetle, laik cumhuriyet içten bir övgüyle anılabilir mi? Yoksa çoktandır başlamış olan “100. Yıl” söylevleri, aslında bizleri bazı sürprizlere mi hazırlıyor?
***
Tarihte “cumhuriyet” fikri, “demokrasi” fikri ile eş anlamlı olarak doğdu; fakat iki kavram zamanla birbirinden ayrıldılar. Çünkü “kutsal hanedan”ların yıkılmasıyla “cumhuriyet”ler kuruluyor, fakat beraberinde “demokrasi” gelmiyordu. Gelse de uzun ömürlü olmuyordu. Daha antik çağda, Atina’da, “demokrasi”yi yozlaştıran “demagoji” sanatı bir meslek haline gelmişti ve o yıllarda Aristoteles, “günümüzde, retoriğin ilerlemesi ile kamusal alanda konuşma yeteneği olanlar demagog mesleğini seçiyorlar” diyordu. Bu yüzden de Osmanlıların “Muallimi Evvel” dediği bu büyük bilge, demokrasiyi pek de önermiyordu! Nitekim ondan iki bin beş yüz yıl kadar sonra da, kapitalist dünyada “en demokratik” sayılan bir rejimin başbakanı (W. Churchill), demokrasiyi “kötü bir sistem, fakat diğer bütün sistemlerin en az kötüsü” olarak tanımladı. Oysa eski “Sömürgeler Bakanı” siyasal rejimleri sınıf hegemonyasının belirlediğini çok iyi biliyordu ve “en az kötü” dediği rejimi sosyal haklarla tamamlayarak yetkinleştirmek isteyenlerin de en büyük düşmanıydı.
***
“Cumhur” fikri bizde ilk kez, modernleşme çabaları içinde, Sultan adına “mutlak iktidar” uygulayan Tanzimatçı paşalara karşı, Yeni Osmanlılar tarafından kullanıldı. Örneğin Namık Kemal, 1868 Eylül’ünde Hürriyet gazetesinde, “meşveret” başlığı altında yayınladığı yazıda “Cumhur’u, “halkın hâkimiyet hakkı” olarak tanımlıyor ve “o hakkı dünyada kim inkâr edebilir?” diye soruyordu. Ama ona göre, bu rejim yine de Osmanlı Devleti’nde mümkün değildi; zaten “kimsenin aklına da gelmiyordu”. Eğer gelirse, ya da geldiği kuşkusu doğarsa da, sürgün ve zindan yolları görünüyordu. Mithat Paşa ve Namık Kemal Sultan Hamit’in zihninde bu kuşkuyu uyandırdıkları için sürgüne yollandılar. Kırk iki yıl sonra Sultan Vahdettin de Mustafa Kemal Paşa’ya karşı aynı kuşkuyla bir “idam fetvası” çıkarttı.
***
Oysa köprünün altından çok sular akmış, koşullar değişmişti. Bu kez Sultan’ın karşısında ulusal bir savaşı zaferle sonuçlandırmış bir “Gazi” vardı ve bu Gazi Paşa ne yapılması gerektiğini çok iyi biliyordu. Kurulan Meclis’te hocalar arasında rejimin geleceği tartışılmaya başlanınca da bir sıranın üstüne çıkarak, “Egemenlik hiç kimse tarafından hiç kimseye, ilim icabıdır diye, müzakere ile, münakaşa ile verilmez; egemenlik güçle, kuvvetle ve zorla alınır (..) Şimdi de Türk milleti, egemenliğini, ayaklanarak fiilen kendi eline almış bulunuyor. Bu bir olupbittidir (..) Meclis ve herkes bunu doğal karşılarsa bence uygun olur. Yoksa hakikat yine usulüne göre ifade edilecek, fakat olasılıkla bazı kafalar kesilecektir!” demekte hiç tereddüt etmemişti. Bir yıl sonra, 28 Ekim 1923’te, parti yönetim kurulu bir türlü bakan adaylarını saptayamayınca, bu kez de dava arkadaşlarını Çankaya’da yemeğe çağırmış ve akşam yemeğinde onlara “yarın cumhuriyeti ilan edeceğiz!” demişti!
Türkiye’de cumhuriyet böyle ilan edildi. Ne kan dökülmüş ne de -Fransa ve Rusya’da olduğu gibi- kafalar kesilmişti! Ama yine de bu cumhuriyet “demokratik yollarla ilan edilmedi” diye, yaklaşık yüzyıldır devrim düşmanlarının hücumlarına hedef olmaktan kurtulamadı! Sanki tarihte seçimle, halkın oylarıyla ilan edilmiş cumhuriyet örnekleri varmış gibi!
***
Gerçekten de tarihte bütün cumhuriyetler şiddet kullanılarak, zorla, ayaklanmalarla kurulmuştur. Oysa yine tarihi deneyimler gösteriyor ki, cumhuriyetlerin yıkılması, ya da içlerinin boşaltılması -örneğin laik bir cumhuriyetin giderek “İslami Cumhuriyet”e dönüştürülmesi- mutlaka şiddet kullanmayı gerektirmiyor. Bazen de bu dönüşüm retorikle, demagojiyle, aldatıcı nutuk ve oylamalarla gerçekleşiyor. Böyle durumlarda “cumhuriyet bayramları” da, resmi planda, layık olduğu neşe ve coşkuyla kutlanamıyor; sadece bir takım “formalite”lerin yerine getirilmesiyle yetiniliyor. Coşku ise cumhuriyete demokratik bir içerik kazandırma özlemiyle tutuşan kuşaklarda ifadesini buluyor ve “kutlama törenleri” yer yer görkemli “protesto gösterileri ”ne dönüşüyor!
Elbette ki bu tarz kutlamalar en ideal kutlama şekli sayılamaz; ama yine de ruhsuz formalitelerin yanı sıra, en gerçekçi ve en umut verici kutlamalar bunlar oluyor! Nitekim bu yıl da öyle oldu; 98. yıldönümünde, Cumhuriyetimizi, benzer koşullarda, biraz burukluk içinde, fakat gelecek yıllara dönük umut ve coşkuyla kutladık.
Herkesin Cumhuriyet Bayramı kutlu olsun!
***
Dünden Bugüne: SARAY, SİYASET ve “HAŞMET”..
17 Ekim 2021
Fransızların “küçük cümle” (La petite phrase) dedikleri bir deyim vardır. Cümle küçüktür, ama anlamı büyüktür. Daha çok siyasi şahsiyetlerin öfkeyle, ağızlarından kaçırarak ya da kitleleri etkilemek amacıyla düşünüp taşınarak söyledikleri çarpıcı sözler için kullanılır. Ve sonra da bu cümle belleklere çakılır; yıllarca o şahsı -olumlu ya da olumsuz yönde- anımsatan işaretlerden biri haline gelir.
Yakınlarda R. T. Erdoğan’ın “itibardan tasarruf olmaz!” sözlerini duyunca bu deyimi anımsadım ve Tayyip Bey’de böyle “küçük cümle”ler bol diye düşündüm. “FETÖ”cüler hakkındaki “ne istedilerse verdik!” itirafı; 15 Temmuz darbe girişimi için “bu bize Allah’ın bir lütfudur!” şükranı; Meral Akşener’e yapılan saldırıdan sonra, “daha neler neler olacak!” tehdidi vb, gerçekten de saymakla bitmez. Ama yine de “itibardan tasarruf olmaz!” sözleri, bana bu “küçük cümle”lerin en önemlisi gibi geliyor! Üstelik son yıllarda sık sık yinelendiğine göre, ne öfke eseri, ne de lapsus; belli ki dikkatle seçilerek kullanılmış bir cümle! İlk kez 2016 Sayıştay raporunda, Saray’ın sadece temizlik işleri için yılda 2 milyon lira harcandığının belirtilmesi üzerine söylenmişti!
***
Sezar’ın hakkını Sezar’a verelim, Tayyip Bey halkın bir zaafını çok iyi saptamış görünüyor ve siyasetteki başarısının sırrı da daha çok “itibar” söyleminde yatıyor. “İtibar”, “şan”, “haşmet” denilince bu ülkede damarlar kabarıyor ve bu nedenle başarı peşinde koşan siyaset erbabı da, hangi konumda olursa olsun, mikrofonu eline alınca “büyük” konuşmaya, “büyüklük” taslamaya başlıyor!
Gerçekten de tarihin derinliklerine uzanan bir tutkumuz bu! Daha yüzyıllar önce, vakanüvisler, Hazine’nin tamtakır olduğu bir sırada İran’a gönderilecek bir elçimizin, kap kacak eritilerek muazzam hediyelerle donatıldıktan sonra, “mal der Hindistan; akıl der Frengistan; haşmet der Alî Osman!” diye uğurlandığını yazmışlardı. “Avam”dan yüksek duvarlarla korunmuş saraylarda yaşayan sultanlar için “haşmet”, “mal”dan da, “akıl”dan da önce geliyordu. Lale Devri ve Kağıthane’de yapılan “Sâdâbad” eğlenceleri; Sultan Aziz ve “Saray” tutkusu (Dolmabahçe, Beylerbeyi, Çırağan); Abdülhamit ve köşkleri, kasırları, tiyatrosu, hatta çini fabrikasıyla “Yıldız” Sarayı.. O gün bu gün, en buhranlı anlarda dahi aynı tutku depreşiyor ve devlet fonları “şan” için harcanıyor. Yakınlarda da Tayyip Bey, öğrencilerin barınacak “yurt” bulamadıkları bir ülkede, 1000’den fazla odalı “Saray”dan seslenerek, yine bu “tasarruf dışı” tutkumuzu hatırlattı. Ama unutmayalım ki “Saray”dan yönetilen ülkelerde de genellikle “vatandaşlar” değil, “kullar” yaşar; en azından istenen, hedeflenen budur!
***
İktidar artı itibar! Aslında bu basit formülün altında, bir yönüyle de geri kalmışlığımızın şifresi gizli. Feodal ve komünal ilişkilerden bir türlü endüstri devrimine ve “ulus-devlet”e geçemeyişimizin açıklaması büyük ölçüde bu tutkuda yatıyor! Daha yalın bir ifadeyle, siyasette başarıyı simgeleyen “haşmet” gösterileri, ekonomide de geri kalışı açıklıyor. Halkın bağrından kopan, fakat Saray’ın kalın duvarlarını aşamayan “böbürlenme padişahım, senden büyük Allah var!” çığlıklarını da açıkladığı gibi..
***
Aslında bu hastalığı yüzyıllar önce anlayan ve anlatanlar olmuştu. Ne yazık ki bunların çoğu da batılılar arasından çıkıyordu. Bakınız yaklaşık iki yüzyıl önce Dersaadet’e gelen bir Alman yüzbaşı bu konuda neler yazmıştı:
“Avrupa’nın uygar ülkelerinde servet, değerli nesne üretiminden doğuyor; zenginleşen insanlar aynı zamanda devlet hazinesini de büyütüyorlar. Bu ülkelerde para, insanların sahip oldukları mülklerin ifadesinden başka bir şey değildir. Türkiye’de ise serveti bizzat para oluşturuyor ve bu da genel olarak mevcut para miktarının şunun ya da bunun kasasında birikmesinden oluşuyor. Türkiye’de % 20’den daha az olmayan yüksek faiz oranları hiç de büyük sermaye hareketlerinin işareti değildir. Bu sadece sermaye dolaşımındaki tehlikeye tanıklık ediyor. Her sermayenin şartı, onun güvenlik altına alınabilmesidir. Reaya, 100 bin kuruşluk bir mücevher almayı bir değirmen veya fabrika almaya yeğler. Lüks nesneler hiçbir yerde burada olduğu kadar sevilmezler ve zengin ailelerde küçük çocuklara takılan mücevherler bile ülkenin fakirliğinin çarpıcı bir delilidir”.
Yüzbaşının adı Helmut von Moltke idi; 35 yaşındaydı; İstanbul’a II. Mahmut’un daveti üzerine, “askerî ıslahata”a katkıda bulunmak için gelmiş ve ilk işi de Türkçe öğrenmek olmuştu. Birkaç yıllık inceleme ve gözlemlerinin ürünü olan hikmet dolu “Mektuplar”ında “Türkiye’de önemli olan mevkiler değil, o mevkii işgal eden insanlardır” diyordu. Ne var ki o insanlar da zamanla yerli değil, yabancı çıkarları temsil eder hale geleceklerdi. Osmanlı Devleti “Almancı”ların, “Fransızcı”ların, “İngilizci”lerin “vekalet savaşı” şekline dönüşmüş saray entrikaları ve saray darbeleri içinde çöktü.
***
Ulusal Kurtuluş hareketimiz, Mustafa Kemal Paşa’nın “baştan nihayete kadar harabezar” dediği topraklar üzerinde başladı. Oysa bu fakir topraklarda “ısraf” ve “gösteriş”e hala son verilememişti. Bu yüzden de Ankara’da toplanan Büyük Millet Meclisi’nin ilk çıkardığı yasalar arasında “Meni Müskirat (alkollü içki yasağı)” ve “Düğünlerde İsrafın Meni” gibi yasalar da vardı. “Şan için” havaya sıkılan mermilere artık son verilmeliydi. Meclis’in açılmasından üç yıl sonra İzmir’de toplanan İktisat Kongresi’nde de Kazım Karabekir Paşa şu acı gerçeği dillendirdi: “Bugün Ziraat Bankası’nın ikraz ettiği paraları bir tarafa yazarsak pek acı hakikatlerle karşılaşmış oluruz. Bu paranın yüzde ellisi düğünlere ve lüzumsuz göreneklere sarf edilmiştir. Birçok aileler düğün yüzünden mahvolmuştur”.
Arkadan dünya buhranı, “yerli malı haftaları”, planlı ekonomi girişimleri vb. yine de “büyüklük” kuruntuları sona ermemişti. Bizim kuşak Orta Asya’dan çıkan okların dünyanın her yönüne yayıldığını gösteren haritaları, tüm dillerin Türkçe’den doğduğunu iddia eden kuramları çok iyi anımsar. Oysa Atatürk, büyük bir gerçekçiydi; daha 1921 yılında, bugün de kulaklara küpe olacak şu sözleri söylemişti:
“Efendiler, biz büyük hayaller peşinden koşan, yapamayacağımız şeyleri yapar gibi görünen sahtekâr insanlardan değiliz. Büyük ve hayalî şeyleri yapmadan yapmış gibi görünmek yüzünden bütün dünyanın düşmanlığını, kötü niyetini, kinini bu memleketin ve milletin üzerine çektik”.
Bu sözler Osmanlı son döneminin adeta özeti gibiydi; ama yine de bir kısım çevrelerde “hayal peşinde koşma” ve “böbürlenme” hastalığı sürüyordu. Bu arada “Kemalist” giysilere bürünmüş bir takım Enver’ci ve Talat’çılar da eski türkülerini söylemeye devam ediyorlardı. Neyse ki bunlar döneme damgasını vuran “egemen söylem” haline gelmediler; ama yine de siyasi kadrolarda –günümüze kadar süregelen- güçlü bir temsil olanağı da buldular .
***
Türkiye İkinci Dünya Savaşı’nı, dışarıdan da olsa, çok zor koşullarda yaşadı. Nazizm yenilmiş, savaşı “Özgürlük Cephesi” kazanmıştı. Yeni bir dünya düzeni kuruluyordu; DP ile CHP “Sam Amca”nın gözüne girme yarışı içindeydiler.
Yarışı DP kazandı. Washington İsmet Paşa’nın savaş yıllarındaki ikili oyununu unutmamıştı; “Truman Doktrini”nin vaat ettiği fonlar “Milli Şef”e bırakılamazdı. Böylece, DP, iç nedenlerin yanı sıra ABD desteğini de alarak iktidar olacak ve Menderes de “haşmet” politikasını bu kez Amerikan dolarlarıyla canlandıracaktı. Hiroşima ve Nagazaki’de, hiç de askeri bir zorunluluk olmadığı halde, yüz binlerce insanı yok edecek kararı gözünü kırpmadan veren “Özgür Dünya” liderine, o yıllarda bir “kurtarıcı” gözüyle bakılıyordu!
Türkiye’de de durum buydu. CHP’nin sesi soluğu kesilmiş, görünüşe göre taşlar yerine oturmuştu. Oysa bu yeni “böbürlenme” dalgasına en büyük muhalefet de üniversite çevrelerinden geldi. Forum dergisinde bir araya gelen hukukçu ve iktisatçılar, Menderes’in “tek adam” yönetimini eleştiriyor, uygulanan politikayı “keyfilik”, “plansızlık” ve “müsriflik”le suçluyorlardı. O yıllarda bir Mülkiye öğrencisi olarak izlediğim bu dergide “Gösteriş İçin İstihlak” başlığıyla yayınlanan bir yazıyı hala anımsarım. Menderes’in şimdi bile kulakları çınlatan “küçük cümle”lerinden biri de “her mahallede bir milyoner yaratacağız!” sözleri olmuştu!
Aslında “gösteriş için tüketim” Türkiye’ye özgü bir olay değildi; iktisat tarihinde de yeri vardı ve zaten kavram da Amerikalı bir iktisatçı tarafından icat edilmişti. Thorstein Veblen, bugün “Aylak Sınıf Kuramı” diye anılan düşüncelerini, 19. yüzyıl sonlarında Amerika’da ortaya çıkan “yeni zengin” zümrenin görmemişliğini sergilemek ve bundan sonuçlar çıkarmak için geliştirmişti. “Gösteriş için tüketim” (conspicuous consumption) kavramı da bunu anlatmak için kullanılıyordu. O tarihlerde ekonomi dilinde “az gelişmiş” ya da “kalkınmakta olan” ülkeler gibi kavramlar yoktu ve Veblen de kuramını doğrulayan en çarpıcı örneklerin yüz yıl sonra bu gibi ülkelerde çıkacağını bilemezdi.
Oysa gelişmeler böyle oldu.
Bırakalım Paris Opera Binası’nda düzenledikleri “haşmetli düğün”leri Hintliler tartışsınlar; ama Tayyip Bey yönetiminde Türkiye’nin de bu alanda en çarpıcı örneklerden biri haline geldiğini gözden kaçırmayalım.
Gerçekten de, – Şansölye Merkel’in Beştepe’de oturtulduğu “haşmetli” koltuk gibi ayrıntılar bir yana- örneğin bizde dış politikada “şan” için yapılan harcamaların hesabı yapılmış mıdır? Geçelim “gemicik”leri; unutalım nasıl kotarıldıkları ve neye harcanacakları belli olmayan dolar dolu “ayakkabı kutuları”nın fezlekesini; ama en azından, artık “aktive” edilemeyeceği anlaşılan S-400’lere harcanan milyarların, ya da parası ödendiği halde bize gönderilmeyen F-35’lerin bir gün hesabı sorulacak mıdır? Söyleyin bakalım, bu milyarlar Türkiye’nin gücünü ve itibarını artırmak için mi kullanıldılar, yoksa Erdoğan’ı “uluslararası bir lider” gibi sunmaya çalışan aldatıcı bir diplomasi cambazlığı uğruna heba mı edildiler?
***
Garip bir ülkede yaşıyoruz! Bu ülkede kime sorarsanız “antiemperyalist”! İslamcısı da, milliyetçisi de, Kemalist’i de antiemperyalist; ama ülke de emperyalizme bağımlılıktan bir türlü kurtulamıyor; aksine bu bağımlılık her geçen yıl biraz daha artıyor!
Neden?
Çünkü “emperyalizm”in anlamı bu ülkede her ağıza göre değişiyor. Oysa “emperyalizm”, aslında kapitalizmin dışında bir olgu değildir; kapitalist üretim biçiminin 19. yüzyıl sonlarında ulaştığı “aşama”yı temsil eder. Bu nedenle antiemperyalizm de, ancak -kavramı yaratan- tarihi maddeci yöntemle bugünkü pazar ilişkilerinin analizi ve eleştirisiyle yapılır. Oysa siz dinci ve milliyetçi görüşlerle yola çıkıp, “antiemperyalizm” nutukları atarsanız, aslında insanları emperyalizme karşı değil, sadece Türk ve Müslüman olmayanlara karşı düşmanlığa kışkırtmış olursunuz ve bu arada da ülkede dış borçlar, faizler ve fiyatlar artmaya devam eder; halk da artık muktedirlerin hiçbir sözüne inanmamaya başlar.
İşte Türkiye’de de sonunda varılan nokta budur; Tayyip Bey’in “büyüklük retoriği” sonunda ülkeyi bu hale getirmiştir! Artık mızrak çuvala sığmıyor; takke düştü, kel göründü, köy kılavuz istemiyor!