Taner Timur

13 Nisan, 11:47  · 

FİNANS HEGEMONYASI ve FİKİR HAYATIMIZ

“Günümüzde fikir hayatımız çok durgun. Adeta yaprak kıpırdamıyor!”. Muhafazakâr bir tarihçi yakınlarda bunları yazıyor ve daha sonra da bu ülkede “150 yıl önce” bile zengin “fikir hareketleri” yaşandığını anlatıyordu.

Bu kişisel bir saptamaydı ve yazar sözünü ettiği fikir boşluğunun nedenleri üzerinde durmuyordu. Zaten yazının yer aldığı gazete de böyle bir tartışma için pek elverişli değildi. AKP dönemine damgasını vuran “aydın düşmanlığı” ve üniversitelere vurulan darbe gibi konular herhalde Sabah Gazetesi sütunlarında özgürce tartışılamazdı.

***

Evet, fikir meydanında bir hareket yoktu; ama ülkede finans sektörü büyük bir hareketlilik içindeydi. Liralar, dolarlar, hisse senetleri, tahviller havada uçuşuyor, hızla elden ele geçiyordu. Üstelik bu yeni bir şey de değildi ve “finans hegemonyası” bir bakıma Türk kapitalizminin bir çeşit “ilkel günahı” oldu.

***

Çok genç yaşlardayken gazetelerde okuduğum bir haberi hala anımsarım. Anlatılan olay beni şaşırtmış ve belleğime çakılmıştı. 1950’lerdeydik; lise öğrencisiydim, ülkede kapitalizm yeni gelişmeye başlamıştı. Henüz “turizm patlaması” olmamıştı; gazetecilerin her rastladıkları turiste “ülkemizi nasıl buluyorsunuz?” diye sordukları yıllardı. Bu soruya tok sözlü bir Kanadalı çiftin verdiği yanıt hala kulaklarımda çınlar: “Biz parası bu kadar az, fakat bankası bu kadar çok bir ülke görmedik!”.

***

Gerçekten de halkın bir avuç tasarrufuna el koymak için bankaların yarıştığı yıllardı. O günlerde her mahallede bir banka şubesi açılıyordu; Kanadalı çifti şaşırtan da bu olmuştu. Sermaye sahiplerinin neden zahmetli “mal üretme” sürecini devreden çıkararak “paradan para kazanma” yollarını aradıklarını çok sonraları öğrendim. Üstelik “istisna” gibi görünen bu durum, bazı dönemlerde kural haline de geliyordu. Daha da kötüsü, toplumların hayatında “devlet parası ile para kazanma”nın meşru ve olağan sayıldığı dönemler de vardı. Ve bu gibi durumlarda “kötü para” iyi parayı kovmakla kalmıyor, özgür tartışma ortamını da yok ediyordu. Böylece, devlet malının “deniz” sayıldığı dönemlerde “fikir tartışmaları”nın yerini daha çok “yolsuzluk tartışmaları” alıyor ve birileri haksızlık ve yolsuzluklarla savaşırken, başkaları da bunları susturmaya, “etkisiz hale” getirmeye çalışıyordu. Ve bu arada kuramcılar da geçmişi dönemlere ayırarak hükümlerini bu bağlamda veriyorlardı.

Nitekim bizdeki gelişmeler de böyle oldu.

***

Cumhuriyetten sonra 1940’lara kadar devrimci ruh ekonomik yaşama da damgasını vurmuştu. Ne var ki İş Bankası ve “affairism” söylentilerini bu ruh da önleyemedi. 1940’lar ise “karaborsa” ve “savaş zengini” iddialarıyla geçti. Arkadan da Menderes dönemi geldi ve bu yıllarda yolsuzluk iddiaları daha da yaygınlaştı.

***

Aslında Menderes’in kendisi varlıklı ve gözü tok bir aileden geliyordu; ama başbakan olarak durumu kontrol edememiş, ipin ucunu kaçırmıştı. Günü geldi gelişmelere şöyle isyan etti: “Çalıyorlar birader çalıyorlar; ne diyeyim, Allah belalarını versin! Ama ben ne yapayım? Ben Başvekilim, müfettiş değilim ki…”. Sonunda da acizlik içinde “çalanlar”ı değil, onlarla savaşanları cezalandırmaya kalktı ve bu da sonu oldu.

Tuhaf bir dönemdi; o günlerde muhalefetin en başta gelen sloganlarından biri “ispat hakkı” idi. Çünkü hırsıza “hırsız” bile denemiyor ve kimseye de bunu kanıtlamak hakkı tanınmıyordu.

***

Arkadan Demirel dönemi ve “yeğen Yahya” söylentileri yaşandı; bunları da Özal yılları ve “benim memurum işini bilir” anlayışı izledi. Darbeler, “ara rejim”ler yaşanıyor, sonra “demokrasi”ye tekrar geçiliyor, fakat “yolsuzluk” suçlamaları bir türlü gündemden düşmüyordu. Sorun bir dürüstlük timsali olan Ecevit döneminde bile çözülemedi; üstelik 1999-2002 koalisyon döneminde söylentiler iyice arttı. Ve sonunda AKP de bu sorunu çözme vaadiyle iktidara geldi.

***

Oysa değişen bir şey yoktu; üstelik çok geçmeden nüfuz ticareti alanında daha da cüretkar adımlar atılmakta olduğuna dair işaretler belirdi. Tayyip Bey, daha iktidarının ilk yıllarında, oğlunun nasıl cepten bir kuruş bile harcamadan, banka kredileriyle bir “gemicik” sahibi olduğunu anlatmakta bir sakınca görmüyordu. İşler yolundaydı; nihayet, bu ülkede “Devlet malı deniz!”, “Bal tutan parmağını yalar!” gibi atasözleri vardı ve bunlara uygun davranan politikacıları suçlamak da kimsenin haddi değildi.

***

Doğrusu AKP dönemi bu bakımdan son derece başarılı bir dönem oldu. Ve sonunda da gereksiz tartışmalara veda edilerek, fikir hayatımızda artık “yaprağın bile kıpırdamadığı” bir sükûnet dönemine girildi.

Öyle görünüyor ki gelecek kuşaklar bu dönemi en çok bu özellikleriyle hatırlayacaklar

GURUR, DEVLET ve SİYASET..

Taner Timur

Nietzsche’nin “fazla tevazu göstermeyin, inanırlar!” diye bir aforizması vardır. Bana çok doğru görünüyor. Gerçekten bir insan ne kadar alçakgönüllü olursa, başkaları da ona o kadar kolayca inanıyor. Ama acaba bunun tersi de doğru mu? Yani insanlar durmadan kendini övenlere de aynı kolaylıkla inanıyor mu?

Sanırım hayır; böyleleri genellikle pek hoşa gitmiyor ve insanlar bunları “kibirli”, “kasıntı” gibi sıfatlarla küçümsüyorlar. Ama yine de bunun bol sayıda istisnası var ve bazı insanlar çeşitli yollarla kendilerini olduğundan fazla göstermeyi başarıyor! Nitekim her ülkenin tarihi de böyle “sahte şöhret”lerle dolu değil mi?

***

Aslında bireysel planda olduğu gibi kolektif planda da durum böyle ve bireyler gibi halklar da tutum ve davranışlarıyla kendileri hakkında bir “imaj” yaratıyorlar. Böylece “mağrur insanlar” gibi, “mağrur halklar” da oluşuyor ve tarihte bunların farklı nedenlere dayanan çok sayıda örneği bulunuyor. Zaten tüm otokratik ve despotik yönetimler de genellikle halkın bu zaafı kullanılarak inşa edilmiştir.

İşte Osmanlılar da bu “mağrur halklar”dan biriydi ve “Osmanlı gururu”nu da din ve cihat esprisine dayanan fetihler oluşturdu. Kanuni zamanında bir elçinin, tayin edildiği ülkeye “Mal der Hindistan, akıl der Frengistan, haşmet der Al-i Osman!” sözleriyle uğurlanması da bunun en tipik ifadesiydi. Üstelik bu duygu daha sonraki dönemlerde de sürüp gitti.

Peki, bu konuda günümüzde nasıl bir noktada bulunuyoruz?

***

Yakınlarda Sabah gazetesinde “Tüm yollar Ankara’ya çıkar”, “Erdoğan modeli dünyaya örnek oluyor!” gibi başlıklar taşıyan yazılar görünce bu tutkumuzun hala ne kadar canlı olduğunu düşündüm. Bu arada Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da nerede bir ihtilaf çıksa, kaynağı pek anlaşılamayan bir “otorite” ile ortaya çıkıp sorunu çözmeye talip olduğunu hatırlayınca bu konuda tarihi bir gezinti ihtiyacı duydum. Böyle bir gezinti, bu ülkede Osmanlıcı ve tutucu bir partinin neden bu kadar uzun süre iktidarda kalabildiğini anlamamıza da yardımcı olabilirdi.

***

Evet, Osmanlılar “mağrur” bir halktı ve ordularının Viyana kapılarına dayandığı yıllarda neden böyle bir duygu içinde olduklarını anlamak kolaydı. Buna karşılık anlaşılması zor olan bu gururun Devlet’in “hasta adam” sayıldığı ve varlığını ancak “Düveli Muazzama” rızasıyla koruduğu dönemde de sürmesiydi. Bu yüzden de 19. yüzyılda Osmanlı Devleti’ni gezen tüm yabancılar, yayınladıkları “seyahatname”lerde sözü mutlaka bir ara buraya getiriyor ve “Osmanlı gururu” hakkında bazı şeyler söylüyorlardı. Örneğin 1830’larda Türkiye’yi ziyaret eden Yüzbaşı Moltke, yakınlarına yolladığı bir mektupta, “Bir Türk, diyordu, Avrupalıların kendisinden ilim, beceri, zenginlik, cesaret ve kuvvet açısından üstün olduğunu kolayca kabul eder; fakat bir Avrupalının bir Müslümandan üstün olabileceği düşüncesi aklının köşesinden bile geçmez. Bu yenilmez gururun kökü dinde bulunuyor”. (Lettres sur L’Orient; Paris, 1872, s. 379).

Aslında Moltke haklıydı; “mağrurlanma padişahım, senden büyük Allah var!” deyimi “Osmanlı gururu”nun gerçekten de dinden kaynaklandığını gösteriyordu. Ne var ki bu gururun temelsizliği de önce uyanık din adamları tarafından anlaşılmıştı. Nitekim bir şeyhülislam, Meşrutiyet’ten sonra yaşanan düş kırıklığı içinde, bu boş gururu şöyle eleştiriyordu: “Cenabı Hak kibir ve gururu sevmez; biz bu cihetten gazaba uğradık (…) İstibdadın kalkması ile hemen bir bolluk ve büyüklük elde etmişiz gibi kendimizi büyük devletlerden sayarak dünyaya meydan okuduk. Gazetelerle hakaret etmedik devlet bırakmadık. İkide birde, kesin bir sayı imiş gibi, mevcut olmayan otuz milyonluk Osmanlılıkla öğündük. Ne yazık ki üç asırdan beri çeşitli bozgun, acınacak hal ve cehalet aynası olan tarih levhalarımıza bakmayarak durmadan altı yüz senelik şan ve şereften söz edip, yüksekten uçarak kendimizi aldatmaktan bir an geri kalmadık”. (Cemaleddin Efendi, Siyasi Hatıralarım, 1978, s. 117).

***

Aslında Cemaleddin Efendi bir istisna değildi. O yıllarda bu gibi övünmelere artık kimse inanmıyordu. Ne var ki yönetici zümrenin hegemonyasını sürdürebilmesi için bu hayali canlı tutmaktan başka çaresi de kalmamıştı. Artık Avrupalılara verilen ayrıcalıklar bile, Cevdet Paşa’nın ifadesiyle, “müphem surette yazılarak Avrupalılara bir veçhile, ehli İslam’a diğer veçhile tefsir edil(iyordu)”. (Tezakir, no 10). Din artık yönetici zümrenin çıkarlarını gizleyen bir “afyon” haline gelmişti. İşte Osmanlı Devleti son döneminde bu durumdaydı ve Sarıkamış’ta, Kanal’da, Arap çöllerinde hayatını kaybeden yüzbinlerce Anadolu çocuğu da bu boş gururun kurbanı oldular.

***

Aslında geri kalmamıza, sık sık söylendiği gibi “İslam” neden olmadı. Yüz yıl önce Şemsettin Günaltay’ın söylediği gibi, “bize öğretilen İslam” oldu. Bu ise çağından kopmuş, yönetici zümrenin çıkarlarını kollayan birtakım klişelere dönüşmüş, ezberci bir İslam’dı. İşte bu ezberi de Türk Devrimi bozacak ve inanç özgürlüğü temelinde yeni bir devlet kuracaktı.

***

Oysa aradan yüz yıl geçti ve devrimci kazanımlar bu kez de karşıdevrimci bir saldırı ile karşı karşıya kaldı. Kindar kalemler bu dürtüyle Kemalizm yergisi ve Osmanlı övgüsünde birbiriyle yarışmaya başladı. Diyanet Başkanı da bu ortamda Ayasofya’da, elinde kılıç minbere çıkıp hutbe okuyabildi. İşte “Türkiye dünyaya model oluyor!” başlıklı yazılar da bu koşullarda yazıldı.

***

Aslında bu övünmeler hiç de yeni bir şey değildi. Yukarıda anlatıldığı gibi, Osmanlı yönetici zümresi, devlet çökerken de kendi yarattığı bir hayal dünyasında yaşıyordu. Oysa bu boş gurura daha yüz yıl önce Mustafa Kemal Paşa şu anlamlı yanıtı vermişti: “Efendiler; bizler büyük hayaller peşinde koşan, yapamayacağımız şeyleri yapar gibi görünen sahtekâr insanlardan değiliz. Büyük ve hayalî şeyleri yapmadan yapmış gibi görünmek yüzünden bütün dünyanın düşmanlığını, kötü niyetini, kinini bu memleketin ve milletin üzerine çektik. Biz panislâmizm yapmadık, belki: ‘yapıyoruz, yapacağız’ dedik; düşmanlar da; «yaptırmamak için biran evvel öldürelim» dediler. Panturanizm yapmadık; yaparız, yapıyoruz, dedik, yapacağız dedik ve yine ‘öldürelim’ dediler. Bütün dava bundan ibarettir”. (Nutuk).

İmparatorluğun son iki yüz yılı bundan daha iyi anlatılamazdı! Ama bu ülkede bu sözlerden ders çıkaramayanların yüz yıl sonra bile iktidar olabilecekleri kimin aklına gelirdi?

Taner Timur

15 Mart  · 

PUTİN RUSYA’YI ANLATIYOR..

Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin için her şey denebilir, fakat herhalde “yalancı” olduğu söylenemez. Kendisi hep açık kartla oynuyor ve bugün Ukrayna’da yürüttüğü kirli savaşın dayandığı “siyaset felsefesi”ni de yine aynı açıklıkla anlatıyor. Nitekim üç yıl önce de, Financial Times muhabiriyle yaptığı söyleşide (27 Haziran 2017), İngiltere’deki “halktan kopuk seçkinler yönetimi”ne karşılık, Rusya’da gerçek bir “demokrasi” olduğunu ileri sürmüştü. İnancı buydu; tüm halk özlemlerini temsil ettiğini sanıyordu; tarihinde demokratik bir dönem yaşamamış bir ülkede de başka türlü düşünemezdi.

***

Putin’e göre “Rus demokrasisi” elbette İngiltere’dekinden farklıydı; fakat o bu farkı şöyle açıklıyordu: her iki ülkede de yöneticiler seçimle gelse bile, Batı’da başkanlar sadece yandaşlarının oylarıyla seçilirken, Rusya’da tüm halkın oylarıyla seçiliyor ve süreleri dolunca da yerlerine aynı yöntemle bir başkası geliyordu. Yalnız şu da vardı: bu arada mevcut başkan, yerini alacak bir aday buluyor; onu destekliyor ve bu kişi de “eğer halkın güven ve saygısına sahip” ise, kolayca seçiliyordu. Nitekim kendisi de “abartmadan ve tiyatro yapmadan” bu geleneğe sadık kalacağını söylüyordu. Gazetecinin, “bu durumda Rusya’da daha seçim yapılmadan başkanın belli olduğunu düşünmekten kendimi alamıyorum!” gözlemine de Putin “Evet, bu doğru!” diyor ve bu konudaki “rol modeli”nin de Çar I. Petro olduğunu açıklıyordu. “Davası canlı olduğu müddetçe, Petro da canlı kalacaktı!”. Zaten kendisi de bugünlerde Rusya’da onun “otokrasi”sini uygularken, dünyada da onun “yayılmacılığını” sürdürmeye çalışıyordu.

***

Gerçekten de -aradaki büyük zaman farkına rağmen- Çar Petro’nun izlediği politikayla Putin’in hedef ve uygulamaları arasında dikkate değer benzerlikler bulunuyor. Nasıl dört yüz yıl önce Çar Petro selefini seçmeyi yasalaştırdıysa, “Çar” Putin de aynı şeyi yaptı ve bu şekilde kendisi bir gün iktidarı terk etse de “Putinizm” yaşayacak ve demokrasi de giderek güçlenecekti!

***

İlginçtir ki Putin bu hedefleri on yıl önce kaleme aldığı bir yazıda da dile getirmişti. O tarihte Washington Post’ta yayınlanan makalesinde, Rusya’da demokrasinin kök salması için yapılacakları anlatıyor; hatta İngiltere’deki gibi, yüz binden fazla imzayla yasal girişimlerin mümkün kılınmasını bile savunuyordu (8 Şubat 2012).

Ama o günkü hedefleri arasında başka bir husus daha vardı: bir toplum sadece seçimler düzenlenerek “demokratik” olamazdı ve işin manevi değerlerle ilgili bir yönü de vardı. Bu bağlamda da Putin, “dürüst olmanın mümkün ve zorunlu olduğu bir sistem yaratmalıyız!” diyordu. Çünkü Rusya bu durumdan uzaktı ve bu yüzden de ülkede herkes “durmadan yolsuzluklardan söz ediyordu”. Özellikle kamu hizmetlerinde yolsuzluk olağan hale gelmişti ve Putin de bu konuda alınacak önlemleri sıralıyordu. Daha da ilginci şunları söylüyordu: “1990’larda anketler gençlerin oligark olmayı düşlediğini gösteriyordu; bu günlerde ise bunlar devlet memuru olmak istiyorlar. Bir sürü devlet hizmeti lüks ve kolay para kaynağı haline geldi. Oysa bu dürtü devam ettikçe kadrolarda temizlik yapmak da işe yaramayacak; sadece maskesiz hırsızların yerini maskeliler alacak!”.

Durum buydu ve Putin’in yazısı yolsuzluğa karşı kararlı bir mücadele verileceği ve bu belanın sonunda mutlaka yenileceği vaadiyle son buluyordu.

***

Oysa aradan on yıl geçti ve bugünlerde meraklılar Putin’in muazzam servetini keşfetmeye çalışıyor. Ve bu arada “yetenekli” gençlerden birçoğu da, özledikleri gibi, “oligark” haline gelmiş bulunuyor! Ne var ki halk cephesinde değişen bir şey yok; onların çocukları da bu kez zorla Ukrayna’ya ve orada -gönülsüz şekilde de olsa- Slav kardeşleriyle savaşmaya yollanıyor.

6 Mart 2022

PUTİN ve NÜKLEER TEHLİKE..

Tam altmış yıl önceydi. Nükleer silah yüklü Sovyet gemileri Atlantik’te Küba’ya doğru yol alırken Başkan Kennedy kararlı bir dille onlara “dur!” demiş, dünya da dehşet içinde kalmıştı. Yoksa korkulan oluyor, insanlığın kolay kolay altından kalkamayacağı bir savaş başlıyor muydu?

Neyse ki korkulan olmadı. Kruşçev bu riski göze alamamış ve Sovyet gemileri çark etmişti. İki yıl sonra da Stanley Kubrick, “Dr. Strangelove” adlı filminde, aslında bu riskin ortadan kalkmadığını, günün birinde bir ABD Başkanı’nın çılgın bir danışmanının tuzağına düşerek bu oyuna gelebileceğini anlatıyordu.

***

Geçenlerde Rusya Başkanı V. Putin’in “nükleer tehlike”ye dikkat çeken sözlerini duyunca bu senaryoyu anımsadım. Bir TV kanalında bir Rus vatandaşının Putin’den “deli” diye söz ettiğini duyunca da korkularım arttı. Acaba Putin böyle bir “Strangelove” olabilir miydi?

Aslında bu konuda şahsen bir fikrim var; ama tabii ki bilgilerim sınırlı ve bu yüzden de işin ehli bir uzman aradım ve bu konuda Google’da bir gezinti yaptım. Bulduğum uzmanlar arasında en moral verici yanıt Stratejik Araştırma Vakfı (FRS) Başkanı Bruno Tertrais’den geliyordu ve ben de onun açıklamalarını özetlemenin yararlı olabileceğini düşündüm.

***

B. Terrais “kimse kaygılanmasın” diyor, “Ruslar nükleer silahları sırf bizleri etkilemek, korkutmak ve bölmek amacıyla kullanıyorlar; aslında hiç de onları ateşlemek gibi bir niyetleri yok!”. Ona göre, Putin, Rus konvansiyonel silahlarını çok geliştirdi ve ordusunun Kırım’da (2014) ve Suriye’de (2015) kazandığı başarılar da güvenlik duygularını artırdı. Karadeniz etrafına yerleştirdiği “Iskander” adlı füze sistemi hem konvansiyonel hem nükleer bir işlev görüyor ve bu nedenle, dört yılda bir yaptıkları büyük askeri törenlerde de (Zapad) artık nükleer silahları sergilemiyorlar. Kaldı ki Batılılar da buna duyarsız kalmadılar; örneğin Amerika, 2 Mart’ta, kıtalararası bir füze denemesini (Minuteman III) ertelediğini bildirdi.

***

Ne var ki kaygılar yine de devam ediyor; çünkü Belarus’ta 27 Şubat’ta yapılan bir referandum, Rusya’nın burada ya da Kaliningrad’da nükleer üsler kurmasına izin veriyor. Ayrıca Rusya’nın arsenalinde “Poseidon” gibi radyoaktif kirlenmeye yol açan silahlar da bulunuyor. Üstelik uluslararası hukuka aykırı olan ve şehir ve limanlar için büyük tehlike arz eden bu silahlar için üzerinde anlaşılmış bir “doktrin” de yok!

***

Kısaca Rusya korkunç bir silah deposu haline geldi ve şu günlerde ordusu Ukrayna’da kanlı bir talim yapan Putin’li bir dünya da hayli zor günlere gebe görünüyor. Bütün bu gelişmeleri çaresizlik içinde seyreden NATO ise etrafı yatıştırmaya çalışıyor ve Genel Sekreter Jens Stoltenberg, NATO ülkeleri büyükelçilerinin 4 Mart’ta, Brüksel’de “savunma ve caydırma” amaçlı “acil” bir toplantı yapacaklarını açıklıyor.

26 Şubat, 2022 

Herkese Açık

ÇAR PETRO, VLADİMİR PUTİN ve ÇAĞDAŞ DÜNYA

Siyaset dilinde bazen tek bir sözcük, bütün bir program yerine geçer. Örneğin “faşizm” derseniz artık bunun ne olduğunu uzun uzun anlatmanıza gerek kalmaz. Bu terminolojiye aşina olan herkes ne demek istediğinizi hemen anlayacaktır.

Öyle görünüyor ki Putin’in yakınlarda kullandığı bir sözcük de böyle bir rol oynadı. Rusya Devlet Başkanı kendisine en çok beğendiği, örnek almaya çalıştığı devlet adamının kim olduğu sorulunca “Çar Petro” diye yanıt vermişti. Buna şaşıran ve “bugünkü dünya için soruyorum” diyen İngiliz gazeteciye de “ben de bugünler için konuşuyorum” demişti. Aslında onun dilinde “Petro” sözcüğü sadece bir “çar”ı değil, aynı zamanda ayrıntılı bir programı ifade ediyordu.

***

Çar I. Petro (1672-1725), tarihe Rusya’da modernizasyonu başlatan devlet adamı olarak geçmiştir. Ama aynı zamanda acımasız bir otokrattı. Reform amacıyla Avrupa’yı ziyaret etmiş, tebdili kıyafetle tersanelerde çalışmış ve sonra da ülkesinde Batı bilim ve teknolojisine dayanan kurumlar kurmuştu. Osmanlı savaşlarında Kırım’da Azov kalesini alarak Karadeniz’e ilk kapıyı aralayan da o oldu.

Petro’nun bu ilk adımlarını II. Katerina tamamladı. Rus Çariçe üstelik Osmanlıları da yenerek onlara Küçük Kaynarca anlaşmasını (1774) imzalatmıştı. Bu anlaşmayla Osmanlılar Rus tehlikesine karşı Batı yardımına mahkûm oluyor ve bu teslimiyet de “Doğu Sorunu”nu başlatıyordu. III. Selim ile başlayan, Reşit Paşa ve Tanzimat’la devam eden “ıslahat” hareketlerimize de bu bağımlılık ilişkileri damgasını vurdu.

***

Tüm 19. Yüzyıl diplomasisine damgasını vuran “Doğu Sorunu” aslında neydi?

Bu sorunun en özlü tanımını Fransız tarihçi François Guizot yapmıştır. Rusya’daki reformist hareketi Osmanlı Tanzimatçılığı ile karşılaştıran tarihçi yüz elli yıl kadar önce şunları yazmıştı:

“Reşit Paşa, ülkesinde giriştiği hareketin başarıya ulaşması için en gerekli niteliklerin birinden yoksundu. Türkiye’de güçlü bir reformcu olamayacak kadar az Türk’tü. Büyük Petro Rusya’yı Avrupa uygarlığına sokma girişiminde derin bir şekilde Rus’tu ve Rus kaldı (…) Genç yaşlarından itibaren Türkiye ile Avrupa ilişkileri içinde yetişmiş ve bu konularda angaje olan Reşit Paşa, özellikle bir Avrupa diplomatı oldu. Türk Hükümeti’nin Avrupa hükümetleri içinde bir çeşit özümlenmesini, ülkesinin ve sultanın Avrupa politikası içindeki yerini ve ağırlığını koruyabilmesi için tek çare olarak görüyordu. Türkiye’yi Avrupa’da tutabilmek için, Avrupa’yı Türkiye’de tatmin etmek: devamlı hâkim düşüncesi bu oldu!”. (Memoirs; cilt. VII. s. 244-245).

***

Kısaca, cemaat yapılarından ulusallığa geçiş döneminde, Osmanlılar imparatorluğu korumak hayaliyle “cemaatçi” kalmıştı ve yönetici zümre, kurucu unsurun “Türkler” olduğunu ancak tüm halklar ayaklanarak bağımsızlıklarına kavuştuktan sonra anladı. Son döneme damgasını vuran Abdülhamit de devletin varlığını Rusya ile İngiltere arasında dengeli bir politikaya dayandırmaya çalışmıştı. Nitekim 1908’de, Reval’de (bugünkü Talinn), Rus İmparatoru II. Nikola ile İngiltere Kralı VII. Edward görüşüp anlaşınca, bu politikanın da sonu geldi. Artık Osmanlılar için “dengeci” bir politika olanağı kalmamıştı!

**

Gerisini uzun uzun anlatmaya gerek yok: Balkan Savaşları; I. Dünya Savaşı; çöken imparatorluklar, ulusal ve enternasyonal boyutlu devrimler. Türkiye Cumhuriyeti de bu çalkantıların yarattığı enkaz üzerine kuruldu. Aynı depremin ürünü olan Sovyet Rusya ise yetmiş iki yıl sonra çökmüş ve yerini eski çarist hayallere kapılan yöneticilere bırakmıştı. Bunlardan en ustası da eski komünist istihbaratçı Putin oldu. Bu gözü pek taktiysen Rasputin’e özgü metotlarla adım adım mutlak iktidarını kurmayı da başardı.

***

Yıl 2022; yeni Çar, “taht”ında, artık “Rusya’nın sınırları yoktur” diyor; Petro’yu -reformist tarafıyla değil de yayılmacı yönüyle- övüyor ve her şeye yeniden başlamak istiyor. Anlaşılan “Doğu Sorunu” perdesi özel koşullarda yeniden açılıyor ve bütün bu “açıklamalar” da Putin’in, kendisinden hep “Dostum Putin!” diye söz eden Erdoğan hakkında neler düşündüğünü açıkça ortaya koyuyor.

Son günlerde Ukrayna operasyonu ise bardağı taşıran damla oldu; takke düşmüş, kel görünmüştü. Reel gelişmeler hayallere dayanan siyaseti çürütmüş; dost, düşman olmuş ve denge diplomasisi çökmüştü. Artık bu koşullarda Tayyip Bey de “denize düşen yılana sarılır” esprisiyle sadık bir NATO üyesi olduğunu hatırlatıyor ve daha düne kadar topa tuttuğu NATO’yu Rusya’ya karşı sert önlemler için teşvike başlıyordu.

Yoksa yıllarca beslenen Abdülhamid özleminden ve bu yönde uygulanan politikalardan sonra, bu da Tayyip Bey’in “denge” politikasını rafa kaldıran, bugünlere özgü bir “Reval” mıydı?

AYDINLAR, MİLLİYETÇİLİK ve “TARİHİ YANILGI”..

                                                     

“Aydın sorunu” siyasal hayatımızın her döneminde tutkuyla tartışılan konularından biri oldu. Aydın nedir? Nasıl aydın olunur? Aydın sorumluluğu ne anlama gelir? Daha genç yaşlarda zihinlerimizi kurcalayan sorular bunlardı. 1950’lerde, ben henüz Mülkiye’de öğrenci iken, Menderes diktasına direnen hocalarımız bunlara bir de “aydınların ihaneti” deyimini eklemişlerdi. Bu deyim kendi icatları değildi; aslında ad vermeden Fransız düşünürü Julien Benda’nın bu başlığı taşıyan eserine gönderme yapıyorlardı. Aradan geçen uzun yıllar içinde, benzer koşullarda sık sık aklıma gelen bu anı, izleyen satırlara da ilham kaynağı oldu.

         ***

J. Benda “Aydınların İhaneti” başlıklı kitabını, 1927 yılında, Avrupa’da faşizm yükselirken yayınlamıştı. İtalya’da Musolini‘nin iktidarda olduğu, Hitler’in de Almanya’da hızla iktidara yürüdüğü bir yıldı. Yazar, milliyetçi ve faşist akımlara karşı hümanist ve evrensel değerleri savunuyor, bu dalgaya kapılan “aydın”ları ihanetle suçluyordu. Okuyucularına “tehlikenin farkında mısınız?” der gibiydi.

    İlginç bir rastlantı, aynı yıl aynı uyarıyı Almanya’da da bir sinema yönetmeni yapıyordu. “Metropolis” adlı filminde, Fritz Lang, şehirlere yığılan bilinçsiz kalabalıkları sergilemiş ve bunların nasıl faşist bir potansiyel taşıdığını anlatmıştı. Ama ne yazık ki mesajı karşılığını bulmadı ve çok geçmeden de korkulu rüya gerçekleşti. Alman halkı 1933 yılında, umutsuzluk içinde, iktidarı bir çılgına teslim ediyordu.

     Bu çılgın, altı yıl sonra dünyayı ateşe verecek ve bu büyük yangın da ırkçı-milliyetçi dalgayı demokrasiler için kâbus haline getirecekti.

      ***

     Oysa dünya savaşını aslında milliyetçi ideolojiler çıkarmadı. Almanya’da çocukları bile cepheye sürükleyen neden, Hitler’in ateşli nutukları değildi. Savaş kıvılcımını ateşleyen daha çok gecikmiş bir kapitalizmin “yaşam alanı” tutkusu ve bu tutkuyla oluşturulan “banker, yunker, bunker” düzeni olmuştu. Ama ne var ki herkes “milliyetçi” bayrak altında toplanıyor ve yayılmacı sermaye en etkili sözcülerini milliyetçiler arasında buluyordu.

     ***

     Savaş milliyetçi cephenin yenilgisi ile bitti ve bu yenilgi ile birlikte ırkçı-milliyetçi değerler itibarlarını kaybettiler.  Artık Batı’da hiçbir siyasal akımın “milliyetçi” bayrak altında örgütlenmeyi uygun görmediği bir dönem başlıyordu.

     Oysa bu hiç de Batı’da “milliyetçi” akımların sona erdiği anlamına gelmiyordu. Aslında bu duygular sönmedi; hatta bu son yıllarda milliyetçiliğin hızla yükselişine de tanık oluyoruz. ABD halkı faşist Trump’ı güç bela Beyaz Saray’dan kovmuş olsa da tehlike henüz bitmedi; çılgın milyarder rövanş hazırlıklarını hemen başlattı. Aynı bağlamda Fransa’da Marine Le Pen, İngiltere’de Nigel Farage ve Almanya’da da “Alternatif” akım halktaki uğursuz nostaljileri depreştirmeye devam ediyorlar. Ama bunlardan hiçbiri de açıkça “yaşasın milliyetçilik!’” demiyor; kitleleri bu bayrak altında toplamaya çalışmıyor!

     Kısaca Batı’da “milliyetçilik” çoktandır büyüsünü yitirdi ve yükselişi kamuoyunda bir tehlike olarak algılanmaya başladı. Buna karşılık “yurtseverlik” kavramı ön plana çıktı ve çok da iyi oldu. Ama bu iki kavram arasında yine de zıtlaşmalar yaşanıyor ve örneğin Türkiye’de bir “Fransız milliyetçisi” sayılan Başkan Macron, ülkesinde “milliyetçilik yurtseverliğin düşmanıdır” demek zorunda kalabiliyordu!

     ***

     Peki, ya Türkiye?  Ya bu ülkede “milliyetçi” söylem hangi konumda bulunuyor?

     Aslında ülkemizde bu konuda çok farklı bir tablo var ve “milliyetçi” ideolojinin aşılması şöyle dursun, herkesin birbiriyle “milliyetçilik” yarışında olduğu bir toplumda yaşıyoruz. Ama burada hemen şunun da eklenmesi gerekiyor: bizdeki bu anakronik yarışta, başka birçok alanda olduğu gibi “milliyetçilik” kavramı da farklı anlamlarda kullanılıyor ve içinde yer yer birbirine zıt öğeler barındırıyor.

     Bu konuda, Ziya Gökalp ve Atatürk’ün adlarını anarak, bugünkü tartışmaları yönlendiren iki ana kaynaktan söz edebiliriz.

    ***

    Bunlardan bizde milliyetçiliğin kurucusu sayılan Gökalp dışlayıcı bir “millet” anlayışına sahipti. O kadar ki bir şiirinde açıkça “millet”lerin kendi üyeleri arasında “tearüf” (uyum) sağlarken, başka millet üyelerine karşı da “tenakür” (yok sayma) duyguları yarattığını söyleyebilmişti. (Gökalp; Makaleler, 1981, s.34). Üstelik bu anlayış İttihatçılığa da egemen oldu ve ülkeyi yıkıma sürükledi.

    Oysa Atatürk farklı bir “milliyetçilik” anlayışına sahipti. Daha Kurtuluş Savaşı’nın başlangıcında, Meclis’te sorulan bir soru üzerine, milliyetçilik anlayışının “hodbinâne (bencil) ve mağrûrâne” olmadığını söylemiş, siyasetinin “bizimle iş birliği yapan bütün milletlere hürmet ve riayet” esasına dayandığını açıklamıştı. (14 Ağustos 1920). 1930’larda Türkiye’ye gelen Yunanlı devlet adamına da “Ben Makedonyalıyım, diyordu, Selanik’te çocukluğumdan beri milletinizin çocuklarıyla tanıştım, dostluk ettim (…) daha o yaşlardan beri milletinize muhabbetim vardır” (Belleten; 1981 Ocak, s.181).

     Atatürk, çoğu iddiaların aksine, İttihatçılığın devamı değil, hasmıydı. Bu husumeti de daha çok komiteci yönetimin Jön Türkleri Alman emperyalizminin kuyruğuna takarak ülkeyi felakete sürüklediği son dönem yaratmıştı. “O İttihatçılar ki, diyordu, milletin zararına birkaç sene süren kötü idareleriyle ve memleketi içinden güçlükle sıyrılmaya çalıştığı bir uçuruma düşürmek cürmüyle bütün dünyada kıskanılmayacak bir şöhrete sahiptir”. (Dr. Seçil Akgün, General Harbord’un Anadolu Gezisi ve Ermeni Meselesine Dair Raporu, s. 169, İstanbul, 1981).

     ***

     Ne var ki Kemalist kadrolardaki İttihatçılar da temizlenememişti.

    Bu kalıntılar Kurtuluş Savaşı kahramanına açıkça karşı çıkamıyor, “artık Kemalistiz!” diyor, fakat hala “İttihatçı” gibi düşünüyorlardı. Böyle bir anlayış   “İslamcılık”la da uzlaşma potansiyeli taşıyor ve devrimin “çağdaş uygarlık” hedefine ters bir “Türk-İslam sentezi” özlemi yaratıyordu.

     Aslında bu bir karşı devrim özlemiydi ve devrimci yönetimi en çok korkutan da bu oldu. İstiklal Mahkemeleri bu nedenle kuruldu; Serbest Fırka bu korkuyla kapatıldı; basın özgürlüğü bu kaygıyla kısıtlandı. Böylece çok partili hayata da bir yanda güven ve refahı Batı’ya sığınmakta arayan, öte yanda da devrimci ruhunu kaybedip, hasımlarını taklide çalışan iki kanatla girildi. Ve bu fikir kısırlığında da ancak bunun yaratacağı gelişmeler yaşandı: kör döğüşü şeklini alan siyasi çekişmeler; darbeler; idam sehpaları; ara rejimleri ve sonunda da İslamcı entegrizm tehlikesinin ortaya çıkışı..

     Kuşkusuz bu arada ülke de yerinde saymıyor, belli bir kalkınma sağlanıyordu. Ne var ki bu kalkınma da çağdaş ölçütlerin ve ülke potansiyelinin gerisinde kalan; sosyal adalet ilkelerini hiçe sayan, üstelik büyük ölçüde de gelecek kuşakların altından zorlukla kalkacağı borçlarla sağlanan bir kalkınma oldu.

     ***

    Oysa bu arada ülkedeki “milliyetçilik yarışı” da devam ediyor, “vatan”, “millet” ve “bayrak” sözleri herkesi heyecanlandırıyordu. Ama bütün bunlar kulağa hoş gelseler de aslında Tanzimat’la başlayan “modernleşme” çabalarımıza damgasını vuran “tarihi yanılgı”yı da gizleyemiyordu.

    Bizim “modernleşme” çabalarımız, Osmanlı yöneticilerinin artık Batı üstünlüğünü yadsıyamaz hale geldikleri bir dönemde, “Batı’dan bilim ve teknolojiyi alalım, fakat yerli ve milli değerlerimizi de koruyalım” tutkusuyla başladı. Oysa Avrupa böyle bir anlayışla “kültürel bir model” haline gelmemişti. 

     Aydınlanma düşünürleri ithalci ve taklitçi değillerdi. Evrenselci idiler; nerede “doğru” ve “güzel” bir şey bulsalar rahatlıkla “bu bizim!” diyor ve onu, sanki kendileri yaratmış gibi, kültürlerinin bir parçası haline getiriyorlardı. Eski Yunan’ı incelerken “biz bunlardan neler alabiliriz?” diye tartışmıyorlardı; onlarla özdeşleşiyor, “bizler de çağdaş Sokrat ve Platon’larız!” diyor ve buna göre hareket ediyorlardı. Nasıl Atinalılar antik çağda “Site”lerde özgürce tartışmışlarsa, kendileri de “akademi” ve “salon”larda özgürce tartışıyorlardı. Yurtseverliğin gereği de buydu ve daha sonraları Jean Jaures’in dediği gibi evrenselciliğin çoğu yurtseverliği de artırıyordu. Oysa Yeni Osmanlıların en bilgesi Namık Kemal bile “cumhur”u “halkın hakimiyet hakkı” olarak övüyor, fakat bunun Osmanlı’da “mümkün olmadığını” söylüyordu. (Hürriyet, Eylül 1868). Batı’nın “parlamento”su varsa bizim de “meşveret”imiz vardı. Biz bize benziyorduk; özümüzü kaybetmemeliydik!

     ***

     Yine de çağdaşlık özlemi, Batı’yla artan ilişkiler, Batı dürtüsü… derken bizde de “evrenselci” bir aydın kategorisi oluştu ve onların öncülüğünde bir “parlamento” kurduk ve “cumhur”u ilan ettik. Üstelik tatlı-sert yöntemlerle bunları halka da kabul ettirdik. Ne var ki bu “aydınlanma diktatörlüğü” de kendi düşmanlarını yaratıyor ve bu çelişki Meşrutiyet’ten itibaren siyasal hayatımıza “ilerici-gerici” kavgası görüntüsü veriyordu. Bir tarafta yaşam kavgası veren yoksul ve cahil bırakılmış kitleler, öte tarafta da hala orada burada “model” arayan sermaye sözcüleri. Daha doğrusu meydanı boş bulup kitleleri peşinde sürükleyen demagog politikacılar… Ne yazık ki bu arada “liberalizm”in asla çare olmadığını, iktisadi yönüyle daha da “sistemli” bir köleliğe yol açacağını ilan edip yoksul halkın sesini duyurmaya çalışan aydınlar da en kaba yöntemlerle susturulmuştu. İşte “ülkücü” milliyetçiliğin “Cumhur İttifakı” adı altında İslamcılığı da yönlendirdiği günlere böyle geldik!

     ***

     Aslında liberalizm Batı’da “ilerlemeci” bir rol oynamış, daha 1848 yılında Manifesto’da yazıldığı gibi, tüm sınırları aşan “küresel bir ekonomi” ve “küresel bir yazın” yaratmıştı.  Ne var ki bu “küreselleşmiş ekonomi” aynı zamanda “egoist hesabın buzlu sularında” (Marks) kârına kâr katan acımasız sermayenin aracı haline gelmişti. Bu araç siyasal kavgasında artık “liberal” olamazdı. Büyüyüp yoğunlaştıkça “tekelci” eğilimi artıyor, ulusları birbirine düşürerek savaşlara yol açıyordu. Ve bu eğilime en uygun ideoloji de “milliyetçilik” oldu.

     Gerçekten de milyonlarca insanın kaybına yol açan iki büyük savaşı aslında sınıfsal nedenler hazırlamış olsa da tetikleyen de milliyetçi coşku oldu. Bu nedenle barış, eşitlik ve özgürlük savaşçısı aydınların, özellikle de milliyetçiliğin yükseliş halinde olduğu ve İslamcılığın “milliyetçi” giysilere büründüğü bu yıllarda, en çok bu tehlike karşısında dikkatli olmaları gerekiyordu.      Yüz yıl kadar önce Julien Benda aydınları bu konuda uyanık olmaya, “ihanet”e sürüklenmemeye davet etmişti. Koşulların benzerliği günümüzde de Benda’nın mesajını bu yönüyle güncel kılıyor ve cumhuriyetin 100. yıldönümünü kutlamaya hazırlandığımız bu günlerde bizlere adeta “tehlikenin farkında mısınız?” diyor.

  

ADEM BABA, LUCY BEBEK ve “İLK İNSAN”..

Sezen Aksu’nun söylediği eski bir şarkı, bu kez büyük bir olay oldu. Olayı yaratan da şarkının nağmeleri değil, sözleriydi.

İddiaya göre şarkıdaki “o cahil Adem” sözü, aynı zamanda peygamber sayılan “ilk insan”a hakaret sayılmıştı. Sonra olay daha da büyüdü; tepkiler birbirini izledi, hatta Aksu’nun evinin önünde toplanan bir güruh ünlü şarkıcıyı aşağılamaya bile kalktı!

Tabii bu arada Diyanet de sessiz kalamamış, kendisinden bekleneni yapmıştı. Yayınladığı bildiride, hem “ilk insan”, hem de “ilk peygamber” olan bu “mükerrem şahsiyet” hakkında kullanılan ifadenin “en hafif tabiriyle saygısızlık” olduğunu ilan ediyordu.

***

Oysa şarkı sözlerinde gerçekten de bir “cehalet” olgusu vardı; ama bu, hiç de Adem Baba’ya atfedilecek bir “cehalet” değildi! “Cahil” olanlar, aslında bu esatir kahramanının varlığına ve “ilk insan” olduğuna inanan kitlelerdi. Bu nedenle reel tarihte karşılığı bulunmayan ve sadece kutsal bir inanç konusu olan bir varlık da “cehalet”le suçlanamazdı. Aslında ortada bir “hakaret”ten çok bir yanlışlık, bir hedef sapması vardı. Asıl garip olan ve üzerinde durulması gereken husus da, bu yanlışlığın yıllar sonra keşfedilip, bugünlerde de bir linç kampanyasına vesile olmasıydı!

***

Aslında suçlayıcı “şecaat” erbabı, ne “evrim kuramı”ndan, ne de “paleontoloji” denilen bilim dalından haberdar görünüyordu! Oysa bilim, daha iki yüz yıl kadar önce, “ilk insan” diye bir şey olmadığını ve bugün “insan” dediğimiz varlığın, primatların milyonlarca yıl süren evrimi içinde ortaya çıktığını ortaya koymuştu. Bu yüzden de paleontologlar artık çoktandır “ilk insan”ı değil, “en eski insan”ı bulmaya çalışıyorlardı.

***

Peki, bugüne kadar bulunan “en eski insan” kimdi?

“En eski insan”ın fosili, 1974 yılında Etiyopya’da, Hadar sitesinde bulunmuş ve analizle 3,18 milyon yaşında olduğu anlaşılmıştı. Bu bir kız çocuğuydu; adını da “Lucy Bebek” koydular!

Görüldüğü gibi Lucy Bebek artık çok yaşlanmış bulunuyor; buna karşılık iki ayak üzerinde yürüdükleri ve daha karmaşık bir beyne sahip oldukları için doğrudan “atalarımız” saydığımız “homo sapiens”ler çok daha yakınlarımızda duruyorlar. Öyle ki, ilk “homo sapiens” fosili 1967 yılında, Etiyopya’nın güneyinde, Kenyalı bir paleontoloğun yönettiği ekip tarafından bulunmuş ve 130 bin yıl öncesine ait olduğu kabul edilmişti. 1995’te yapılan bir analizle de bu süre 200 bine çıkarıldı.

1974 yılında Etiyopya’da Lucy Bebeği bulan ekibe Fransız Paleontolog Yves Coppens başkanlık ediyordu. Rastlantı bu ya, geçen hafta da Fransız Le Monde gazetesinde onunla yapılan uzun bir söyleşi yayınladı. Bugün 87 yaşında olan Coppens, orada, daha 11 yaşındayken Madagaskar’dan gelen bir arkadaşının elinde 500 kiloluk bir kuşun yumurta kabuklarını görüp heyecanlanarak başlayan mesleki tutkusunu anlatıyor. En önemli buluşunu da, 1967’de, Etiyopya’da, Kenya ile Sudan sınırında 40 derece hararette tek başına çalışırken, 2,6 milyon senelik bir diş bularak yapmış!

Söyleşisinde o anda duyduğu heyecanı şöyle anlatıyor: “Hiç dindar biri değilim, hatta din umurumda bile değil; fakat bu süt dişinin etrafında (adeta dini bir ayin yapar gibi) dolaştım; dokunmadan önce, onu uzun, çok uzun süre inceledim!”.

Zamanın ortadan kalktığı, milyonlarca yıl öncesiyle burun buruna gelinen bir an!

***

İşte “ilk insan” arayışında herkesin kolayca ulaşabileceği bazı bilgiler! Ben de merak ettim, bunları toparlamaya çalıştım. Fransız paleontologun anlatısı ise, bu konuda dinle bilim arasındaki yaklaşım farkını da çok net bir şekilde ortaya koyuyor. Üstelik rastlantı bu ya, biz Türkiye’de bir şarkıyı ve Adem Baba’ya yapılan hakareti tartışırken, Batı’da da ünlü Nature dergisi “homo sapiens”ler hakkında yeni bir bulguyu açıklıyordu. Çok yakınlarda yapılan bir analiz “homo sapiens”in aslında 200 bin değil, 33 bin yıl fazlasıyla, 233 bin yıl yaşında olduğunu ortaya koymuştu.

Tabii bu haber bizdeki hararetli “Adem-Havva” tartışmaları arasında kaybolup gitti. Oysa bugünlerde, şarkıdaki “hakaret” iddiası değil de, örneğin “dibe vurmak, dimdik durmak!” sözleri tartışma konusu yapılsaydı, belki de çok daha isabetli olurdu!?

İKTİDAR, “STOKÇU” ve “ZABITA ÖNLEMLERİ”..

21 ARALIK 2021

Üç parti: CHP, Demokrat Parti, Ak Parti!

Üç dönem: Saracoğlu, Menderes, Erdoğan!

Üç düşman: “Karaborsacı”, “muhtekir”, “stokçu”!

Ve her seferinde aynı silah: Milli Korunma Kanunu (1940, 1956); Stokçuluğa karşı yasa (2021).

Evet, “tarih, tekerrürden ibarettir” demişler; ama farklı koşullarda, farklı isimler altında, farklı giysilerle tekerrür ediyor! Ve bizler krizden krize sürüklenirken, “muktedirler” kurtuluşu her seferinde “zabıta önlemleri”nde arıyor. Üstelik gelenler de gideni hep mumla aratıyor!

***

Yıl 1940.

Büyük Savaş yılı; Türkiye savaşın dışında; ama yine de savaşa hazır olmak, büyük bir ordu beslemek zorunda! Bunun için de Toprak Mahsulleri Ofisi çiftçilerden geniş çapta alımlar yapıyor. Oysa Hazine tam takır; alımlar “Hazine kefaletini haiz bono”larla yapılıyor; yani para basılarak! Ve tedavüldeki para miktarı da hızla artıyor. Başbakan Saracoğlu’nun, Meclis’te, “memleket dahilinde koskoca bir kara pazar yerleşti” diye dert yandığı günlerdeyiz! Gelsin Milli Korunma Kanunu!

Kanun geliyor. Ve fiyatlar da artmaya devam ediyor, üstelik kontrolden de çıkıyor.

Gerisi malum: sefalete sürüklenen halk, Varlık Vergisi, devalüasyon…

Ve güle güle CHP!

***

Yıl 1956.

Menderes 1954 seçimlerinden oylarını artırarak çıkmış; kendisine güveni artmış, artık muhalefete tahammül edemiyor. Aydın’da Çakırbeyli çiftliğini yönettiği günleri anımsıyor ve kararlı: basın ve yargı kontrol altına alınacak! O halde kurulsun “tahkikat komisyonları”, gelsin baskı yasaları!

Ama seçimlerin de kazanılması lazım ve bunun için halka ekmek, devlete para bulmak gerekli! Çare aynı: Toprak Mahsulleri Ofisi yine buğday alımlarını artırıyor; Merkez Bankası yine devrede; emisyon çarkları yine dönüyor. Sonuç: artan hayat pahalılığı; pul olan para ve yine Milli Korunma Kanunu! Arkadan da devalüasyon ve 27 Mayıs!

Güle güle Menderes!

***

Yıl 2021.

Başkomutan Erdoğan ilan etti, artık “savaş”tayız; “kurtuluş savaşı” veriyoruz; yirmi yıllık AKP iktidarında varılan nokta bu! Ve bu arada da Tayyip Bey “itibardan tasarruf edilmez!” ilkesiyle tüm itibarımızı harcamış bulunuyor: yapayalnızız. Tek umudumuz Afrika; Başkan Afrika’da turlar atıyor; Beştepe’de Afrika’lı öğrencilere kur ve faiz dersleri veriyor.

Oysa para yine pul olmuş; hapishaneler dolu, yolsuzluk dosyaları kabarık ve hayat pahalılığı da her geçen gün biraz daha artıyor. Halk ise bezgin; umut yolları arıyor.

Ne o? Yoksa bu ortamda bunalıp da örneğin içkide huzur arayanlar mı var? “Zabıta önlemleri” dedik ya! Basacaksın vergileri, o zehiri içilmez hale getireceksin! Yok efendim, kimileri çıkmış, çakma içki yapmış; onlarca kişi de bu yüzden ölmüş? Ne gam! Yapılması gereken yapıldı; yola devam!

Kısaca Erdoğan “Nas” diyor, “terör” diyor, “güvenlik” diyor, başka bir şey demiyor. Ve ülke de daha önceki krizleri aratacak bir bunalım içinde bocalayıp duruyor!

***

Ne dersiniz? Bu koşullarda tarih yine tekerrür edecek mi? Yoksa Tayyip Bey’e de “güle güle!” demenin zamanı hala gelmedi mi?

Oysa görünüşe göre halkın yanıtı ortada. Dolar biraz düşünce, fiyatlar da düşecek umuduyla sokaklarda halay çekenlere bakarsanız, bu zaman çoktan geldi, hatta geçiyor!

Yolun açık olsun Erdoğan!

FETÖ, “BAŞ DÜŞMAN” ve AMALGAM..

15 ARALIK 2021

Bir Fransız araştırıcının Baş Düşman” (L’Ennemi Principal) başlıklı bir eseri var. Marksist yazar, 1970’lerde “materyalist feminizm” hareketini başlatanlar arasında ve “baş düşman” oIarak da “kapitalizm”i görüyor. Oysa kapitalizm de kendisini savunmak için durmadan -ülkelere ve kültürlere göre değişen- “baş düşman”lar yaratmaktan geri kalmıyor.

Dün gazetelerde Yunanistan’a kaçarken yakalanan “FETÖ’cü terörist”lerle ilgili haberi okurken bu kavramı hatırladım.

Gerçekten, bizde de son yıllarda “FETÖ’cülük” (PKK’nın yanı sıra) “baş düşman” haline geldi ve insanlar çok büyük bir kolaylıkla birbirlerini “FETÖ’cü” olmakla suçlayabiliyorlar!

***

15 Temmuz 2016 darbe girişimi de husumetin tuzu biberi oldu ve “FETÖ” ülkede “baş düşman” haline geldi.

Aslında Gülenci akım yıIlarca AKP’ye destek oldu ve Tayyip Bey de onlara -kendi ifadesiyle- “ne istedilerse verdi”. Ama aslında iki akım farklı bir “İslamcılık” anlayışına dayanıyordu ve günü geldi bu taktik anlaşma da bozuldu. Araya ABD ile tehlikeli ilişkiler, yurt dışındaki okullar, “ayakkabı kutuları” vb gibi can sıkıcı olaylar girmiş ve kıyamet de kopmuştu.

İddiaya göre darbeyi CİA ile işbirliği halindeki Gülenci generaller tezgahlamış ve “FETÖ’cülük”ün iç yüzü de böylece ortaya çıkmıştı. Kılıçdaroğlu ve Bahçeli’nin de katılımıyla milyonları bir araya getiren “Yenikapı Mitingi” de bu ulusal uzlaşmanın bir çeşit “takdis töreni” oldu. Ne var ki bu tarihi mitingde Başkan Erdoğan “solo” yaparken, Kemal ve Devlet beyler de “korist” rolüyle yetinmiş ve “FETÖ”, bu koşullarda “ulusal baş düşman” ilan edilmişti.

***

Oysa suçlular henüz yargıIanmamış, darbenin çeşitli boyutları henüz ortaya çıkmamıştı. Ama yine de kamuoyu hükmünü vermiş, “dava”nın fazla bir önemi kalmamıştı. Böylece “baş darbeci” olmakla suçlanan Org. Akın Öztürk Paşa’nın “Yarım asra yaklaşan askeri bilgi ve tecrübemi, komutanların ve devletin verdiği emekleri, Cumhuriyetin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’e ‘Deccal’ diyecek kadar hainliğe ulaşan 3-4 imamın kuIlanımına verecek bir kişi değilim” şeklindeki savunması da “takiye” sayıldı. Kimse, orgeneralliğe kadar yükselmiş bir Türk subayının, nasıl olup da bu kadar büyük bir yalan söyleyebileceği hususunda kafa yormadı.

Atı alan Üsküdar’ı geçmişti; daha sonra Gnkur Başkanı Hulusi Paşa’nın, ayaklanan subayların kendisine darbenin başına geçmesini önerdiklerini itiraf etmesi de hiçbir yankı uyandırmadı. Anlaşılan “klasik” bir darbe tasarlanmış; fakat girişim başarılı olmamış, darbe gerçekleşmemişti.

Çok da iyi olmuştu.

***

Görünüşe göre taşlar yerine oturmuş, FETÖ, bu koşullarda “baş düşman” haline gelmişti! Yukarıda sözünü ettiğimiz “Yenikapı Mitingi” de bir ulusal uzlaşmaya zemin teşkil etti. Ülkeye “yeni anayasa”, Tayyip Bey’e de “Başkanlık koltuğu” bu koşullarda biçildi.

***

Peki, Gülenci şeriatçılığa başından beri karşı çıkmış biri olarak, bugün bunları neden anlatıyorum?

Amacım elbette ki sadece “FETÖ, Baş Düşman” şeklindeki ulusal uzlaşmanın pratikte yer yer yarattığı haksızlıklara işaret etmek değil. Çok daha önemli olarak, bu operasyonun dayandığı “amalgam”ın nasıl rejimin otokratik dönüşümünde araçsal bir rol oynadığını hatırlatmak istiyorum!

Arapça kökenden gelen “amalgam” sözcüğü aslında ‘farklı şeyleri (elma ile armudu) aynı torbaya koymak’ anlamına gelir ve işte bizdeki “Anti-FETÖ” dalgası da böyle bir “amalgam”a dayandırıldı!

Laik rejime, demokrasiye, insan haklarına inananlar, Gülenci hareketi “şeriatçı ve seçkinci” bir “sızma hareketi” olarak lanetlerken; iktidar, tam tersine onları Şeriat’a ihanet etmekle, din düşmanı ve ABD ajanı olmakla suçluyordu! Bu “amalgam” da pratikte iktidar tarafından araçsallaştırılıyor; ateistler de dahil tüm muhalifler yerine göre “FETÖ’cülük”le suçlanıyor ve böylece şeriatçı otokrasi tahkim ediliyordu.

Bugün de durum bu ve bu koşullarda demokratik cepheye de ikili bir görev düşüyor: bir yandan Gülenci şeriatçılığı sistematik bir şekilde eleştirirken, öte yandan da bu akımı, iktidarı paklayacak şekilde, tek ve ulusal “baş düşman” haline getiren ‘algı operasyonu’nu bozmak!

Her gün yeni tutuklamalar sürüp giderken, sanırım demokratik kavganın bu boyutunu da gözden uzak tutmamalıyız!

150. Doğum Yıldönümünde

ROSA LUXEMBURG, EMPERYALİZM ve OSMANLI DEVLETİ

Toplumsal Tarih’te (Aralık, 2021) çıkan yazım

    Günümüzde Rosa Luxemburg denilince akla önce iktisadi düşünce tarihinde “emperyalizm” kuramına en önemli katkılardan birini yapmış bir düşünür gelir. Gerçekten de R. Luxemburg’un 1913 yılında yayınladığı “Sermayenin Birikimi” başlıklı eseri, bu konuda bugün de başvurulan en özgül analizlerden birini içeriyor. Üstelik yazar, emperyalizmin baskı ve sömürü yöntemlerini açıklamakla kalmamış, bunlara karşı hayatına mal olacak bir kavga da vermiştir.  

     Rosa Luxemburg barışçı ve enternasyonalist bir düşünürdü; milliyetçiliği kıyasıya eleştiriyordu. Üyesi olduğu Sosyal Demokrat Parti (SPD), 1914’te “savaş kredilerini” onaylayınca partisinden derhal ayrılmış ve Spartaküs Birliği’ni (Spartakusbund) kurarak emekçilerin “Spartakist Ayaklanması”na öncülük etmişti. Fakat her türlü darbe ve zorbalığa da karşıydı. Amacı sadece siyaseti değil, ekonomiyi de demokratik bir zemine oturtmaktı ve bu nedenle de  “Almanya’daki emekçi halkın büyük bir kısmının açık ve kesin kararı dışında hiçbir yöntemle iktidara gelinemeyeceğini” savunuyordu. Ne var ki yine de SPD tetikçilerinin hedefi olmaktan kurtulamadı ve 15 Ocak 1919’da vahşice öldürüldü. Onu doğumunun 150. yıldönümünde, hayatını ve düşüncesini insan hakları kavgasına hasreden devrimci bir kahraman olarak anıyoruz.

***

R. Luxemburg temel eserinde, ana fikir olarak, kapitalizmin  “kârın giderek azalma eğilimi”nin zorlamasıyla nasıl “periferi”ye açıldığını ve kapitalizm öncesi ekonomileri banka kredileriyle borçlandırarak nasıl kendine bağımlı kıldığını anlatmıştır. Kapitalizm, çevresinde prekapitalist bir hinterland olmadan artı-değerin gerçekleşmesini sağlayamazdı; bu yüzden de -Lenin’in tezinden farklı olarak- başlangıçtan itibaren “emperyalist” bir boyut taşıyordu. Düşünür bu süreci somut örneklerle sergilerken Osmanlı toplumundaki gelişmelere büyük bir yer veriyor ve bizde egemen tarih-yazıcılığının el atmadığı birçok konuda dikkate değer açıklamalar yapıyordu. İşte eserin biz Türkler için özel anlamı da burada ortaya çıkıyor. Bu makalemde bu analizleri -aynı konudaki çağdaş katkılardan da yararlanarak- değerlendirmeye çalışacağım.

     ***

     Rosa Luxemburg, Osmanlı analizini şu temel tespit üzerine oturtmuştu:   “Kapitalizm var olmak ve gelişmek için kapitalist olmayan üretim biçimleri ile çevrili bulunmalıdır. Oysa bu, her türlü üretim biçiminin kendisi için yararlı olacağı anlamına gelmez. Ona ücret sistemi için işçi rezervleri, artı-değeri gerçekleştirmesi için de pazar teşkil edecek kapitalizm öncesi sosyal kategoriler gereklidir”. (s. 40).

Bilindiği gibi, o tarihte uluslararası kapitalizm henüz “küreselleşmemişti” ve R. Luxemburg  “bugün (1913), yani birkaç yüzyıllık gelişmeden sonra bile” diyordu, “kapitalist üretim tüm dünya üretiminin ancak küçük bir parçasını fethetti; yerleşkesi daha çok Avrupa’nın küçük bir kısmı; büyük üretim alanları, tarım veya bağımsız zanaat üreticileri ve geniş topraklar orada hala egemenliği altında değil” (s. 31). İşte Osmanlı Devleti de kapitalizm öncesi üretim biçimlerinin egemen olduğu bu geniş alanda yer alıyordu ve zengin kaynaklarına el koyan yabancı sermayeye bağımlı hale gelmişti. Bu süreç içinde Osmanlı eyaletleri de birer birer İngiltere ve Fransa’nın sömürgeleri haline gelmeye başladılar. O halde biz de önce R. Luxemburg’un  bu dönüşümü nasıl yorumladığını özetleyelim. 

***

Sömürgeciliğin temelinde hegemonya kurulan ülkenin tüm topraklarını tasarruf edebilme koşulu yatar. Sömürge yönetimi ancak bu şekilde neyin nerede ve ne zaman üretileceğine karar verebilir. Örneğin ABD’de 1861’de iç savaş çıkıp da Amerika’dan pamuk ithal edilemez hale gelince, İngiliz kapitalistleri derhal harekete geçmiş ve Mısır’da plantasyonlar kurmuşlardı. (s. 31).    Üstelik bunun için de “Doğu’da tüm topraklar devlete aittir” diye bir fiksiyon yaratmış ve bunu da İslam’a dayandırmışlardı. Luxemburg bu konuda “klasik ekonominin en ünlü temsilcilerinden biri” sayılan James Mill’e göndermeler yapıyor ve şunu söylüyor: J. Mill, temel eserinde, Herodot’tan Volney’e kadar uzanan bir referans zincirinde bu “fantezist” kuramı savunmuş ve şu ünlü cümleyi kullanmıştı:  “Toprak mülkiyeti hükümdara aittir; çünkü eğer öyle olmasaydı, kime ait olduğunu bilmemiz imkânsız olurdu” (s. 44). Oysa daha sonra Rus hukukçu Maxime Kowalewsky bu ideolojik fiksiyonu düzeltmiş ve o da sözde “İslamî teori ve pratik”ten kaynaklanan bu fikrin, aslında “İngiliz kökenli bir efsaneden başka bir şey olmadığını” ortaya koymuştu. (s. 44-45). Gerçekten de İngilizler, 1793’ten itibaren Bengal’de vergi tahsildarlarına (“Zemindar”lara) toprak mülkiyeti dağıtmaya bu efsaneye dayanarak başlamışlardı. (s. 44). Böylece Hindistan’da “köy cemaatlerinin geleneksel mülkiyetini ellerinden alarak yapay bir toprak aristokrasisi yarattılar” ve sonra da köylüyü bu “gaspçı”lara karşı koruduklarını iddia ederek “hukuka aykırı bir şekilde gasp edilen bu toprakların” İngiliz kapitalistlerin eline geçmesini sağladılar. (s. 46). Sonuç şu oldu: Arap, Afgan ve Moğol yönetimlerinde yapılan büyük bayındırlık (su kanalları, yol, liman vb) çalışmaları tamamen durdu.   Moğol yönetimi sırasında tarıma, sulama tesislerine, yolların ve yolcuların güvenliğine büyük bir ilgi gösterilmiş, büyük yollar, su kanal ve kuyuları, köprüler vb inşa edilmişti. Oysa 1858’e kadar Hindistan’ı idare eden Doğu Hint Kumpanyası zamanında “Hintlilere yarayacak tek bir su kaynağı bulunmadı; tek bir köprü yapılmadı ve tek bir kanal da inşa edilmedi”. (s. 46).

  ***

Cezayir’de de benzer şeyler yaşandı. Bu topraklar Fransız yönetimine girdiği sırada şehirlerde “Maure”lar, Yahudiler , tüccar ve tefeciler “mülk” sahibi idiler; köylerde ise -Osmanlılar toprakların önemli bir kısmına el koymuş olsalar da- toprağın yaklaşık yarısı geleneksel Kabil aşiretlerinin kolektif mülkiyeti olarak kalmıştı. Büyük Kabil aileleri patriyarkal gelenekler içinde, seçilmiş şeflerinin idaresi altında yaşıyorlardı. Çöl kıyısında yaşayan bu büyük aileler “ilginç şekilde Güney Slavların ‘zadruga’larına benziyordu; aile sadece toprağın değil, silahların, üretim araçlarının ve üyelerinin mesleki etkinliği için zorunlu paranın da ortak mülkiyetine sahipti” (s. 48). Oysa Fransızlar, “Türkler tüm Cezayir toprağını devlet mülkiyeti yaptı” şeklinde bir “efsane” yarattılar. Öyle ki, “İslam’ın ve müminlerin tüm temel iktisadi inançlarına ters düşen bu saçma fikre sadece Avrupalılar inanabilirdi” (s. 49). 

***

Fransa sömürgeci politikasını hep “mission civilisatrice” (uygarlaştırma misyonu) övgüsüyle uyguladı. Nitekim 30 Haziran 1873’te de milletvekili Humbert, Meclis’e, toprakta “özel mülkiyet” getiren bir yasa tasarısını bu “misyon”un sonucu ve taçlanması olarak sunuyordu. Böylece geleneksel Arap ailelerin gücü kırılacak,  toprakları Fransız kapitalistlerin mülkiyetine geçecekti.  Kısaca İngilizlerin Hindistan’da yaptığını, Fransızlar da -Louis Philippe idaresinden (1830-1848) itibaren- Cezayir’de yaptılar. 1873’te Fransızların elindeki 400 bin hektarlık arazinin 120 bini Cezayir ve Setif Şirketlerine aitti. Bunlar da toprağı kendi işlemiyor, yerlilere geleneksel metotlarla işletiyorlardı (s. 54). 

Aynı süreç Tunus ve Fas’ta da işledi ve sürecin son halkası da binlerce Cezayirli’nin Asya Türkiyesi’ne (Suriye örneği veriliyor) göçmeleri oldu. (s. 55). Oysa Fransa Hükümeti pasaport vermeyerek bunları önlemeye çalışıyordu.

***

Aslında kapitalizmin Avrupa dışında gelişmesini sağlayan en önemli araçlar demiryolu inşaatı, silah satışı için yapılan borçlandırmalar ve doğrudan yabancı yatırımlar idi. Gerçekten de Avrupa’da 1840’lar,  Amerika’da 1850’ler ve Asya’da da 1870-1880’ler demiryollarının en hızlı şekilde inşa edildiği dönemler oldu. (s. 88). Böylece, önce doğal ekonomi “meta üreticiliği”ne dönüşüyor, ikinci aşamada da kapitalist ilişkiler gelişiyordu. Ulusal şirketler aracılığıyla kapitalist ülkelere sermaye transferi yapılıyor, parasal sermaye üretici sermaye şekline dönüşüyordu. Göreli olarak geri kalmış ülkeler aynı yolla kapitalist ilişkileri geliştirerek özerkleşiyor, fakat alacaklı ülkelerin vesayeti altına giriyorlardı. Bu şekilde 16 ve 17. yüzyıllarda İtalyan cumhuriyetlerinden, 18. yüzyılda da Hollanda’dan İngiltere’ye; 19. yüzyılda ise İngiltere’den Amerika ve Avustralya’ya sermaye transferi olmuştu. 19 yüzyıl sonlarında  aynı süreç Almanya ile Türkiye arasında yaşanıyordu. (s. 88). Sismondi’nin “tam bir delilik” dediği bir süreçti bu ve şu örnekte ifadesini buluyordu: “İngiltere, kendi sermayesiyle ödediği demir ve malzemeyle Amerika’da demiryolları kuruyor, üstelik onları da kendisi kullanmıyordu. Tüm periyodik krizlere rağmen Avrupa sermayesi bu delilikten o kadar büyük kârlar sağlıyordu ki 1875’e doğru Londra Borsası yabancı ülkelere borç verme hummasına kapıldı. 1870 ile 1875 arasında Londra’da imzalanan borç anlaşmaları 250 milyon sterlinlik bir değere ulaşmıştı ve bu da İngiltere’nin deniz-ötesi ülkelere ihracatının hızla artmasını sağlamıştı” (s. 92-93).

  Ne var ki bu “deliliğin” sonucu borçlu ülkelerin giderek borçlarını ödeyemez hale gelmeleri oldu. 1870’lerin sonuna doğru Türkiye, Mısır, Yunanistan, Peru, Venezuella, Uruguay, Kosta-Rika,  Honduras, Ekvator iflas bayrağını çeken ülkeler oldular. (s. 93).

***

Küçük Asya demiryolları 1850 ile 1880’lerin sonu arasında İngiliz sermayesi ile yapıldı ve sonra da Alman sermayesi -peşinden Alman ihracatını sürükleyerek- devreye girdi. Bu sermaye 1896’da 28 milyon mark iken 1913’te 113 milyon marka ulaşmıştı. (s. 93-94). Bir kısım anonim şirketler bazen kısmen, hatta tamamen sermayelerini kaybetseler bile, süreç bütününde çok kârlı idi. 

  Peki, son tahlilde, artı-değeri gerçekleştirenler ve borcu ödeyenler kimlerdi? 

Luxemburg’a göre Türkiye ve Mısır’ın durumları bu soruya “en klasik yanıtı” oluşturuyorlar. Bunlardan Mısır’ın ekonomik yapısında, 19. yüzyılın ikinci yarısında üç önemli değişiklik oldu: 1) Ülkede büyük, modern kapitalist işletmeler kuruldu; 2) bu yapılanma esnasında, Mısır, görülmemiş derecede borçlandı; 3) bu arada köylü ekonomisi de çöktü. (s. 96). 

Mısır’da 1830’larda serflik sistemi vardı. Mehmet Ali Paşa “fellah”lardan tüm ürünlerini satın alıyor, sonra da bu ürünü yine onlara, sadece asgari geçimlerini sağlayacak ve tohum alabilecekleri bir fiyatla, tekrar satıyordu. Bunun dışında Amerika ve Hindistan’tan pamuk, şeker kamışı, biber ve çivit getirtiyor ve bunları da -ne kadar üreteceklerini belirleyerek- köylüye dağıtıyordu. Pamuğa ve çivite zaten devlet tekeli konmuştu; tek alıcı devletti. 

Bunların yanı sıra, Mehmet Ali Paşa, emeğin üretkenliğini artıracak şekilde kanalları onarıyor; su kuyuları açıyor; Nil’de büyük bir baraj inşasını başlatıyordu. Bu amaçla da Fransa ve İngiltere’ye buharlı makineler, pompalar ve lokomotifler ısmarlanmıştı. 

1845-1853 arasında 50 milyon mark ve fellahların angarya usulü emeği ile yapılan Kalioub barajı bu alanda ilk adım oldu; arkadan da Mısır’ın gelişme tarihinde talihsiz sonuçlar doğuracak olan Süveyş Kanalı geldi. Kanal’ın -Fransız sermayesiyle- yapılmasına 20 bin serf de angarya usulüyle ücret ödenmeden katılacak, ayrıca Mısır borçlandırılarak Süveyş Şirketi sermayesinin % 40’ını alacaktı. Bu 70 milyon Mark’lık borç, yirmi yıl kadar sonra Mısır’ın İngilizler tarafından işgaline bahane oldu. Süveyş Kanalı, Mısır’ın yabancı sermayeye tam teslimiyetine yol açmıştı. (s. 96).. 

***

Mısır ekonomisinde en büyük dönüşüm pamuk ekimi ile sağlanmıştı. Ne var ki 1865’te Amerikan iç savaşının bitmesiyle pamuk fiyatları düşünce, bu kez de şeker pancarı ekimine geçildi. Bu da yeni bir tarım devrimine yol açtı. 

1868 ve 1869’da Mısır, altısı İngiltere’ye, on ikisi de Fransa’ya olmak üzere 18 büyük şeker fabrikası yaptırmıştı. Bunlardan her biri o güne kadar mevcut olanların dört misli kapasite ile çalışıyor ve günde 200 ton şeker üretebiliyordu. Fabrikalar Nil nehri boyunca onar km. aralıkla kurulmuşlardı ve her biri 10 km2’lik bir birimin merkeziydi. Bu plantasyonlara binlerce fellah getirilmişti; fakat bunlar işin ehli değildiler ve “fellahlar kırbaç altında modern işçiler haline dönüştürülemezdi” (s. 99). 

Peki, bunlar nasıl finanse ediliyordu?

Said Paşa, ölümünden bir yıl önce, 1863’te, 68 milyon (faiz, komisyon vb çıkınca 50 milyon net) Mark’lık bir borç anlaşması imzalamıştı. Yeğeni İsmail’e bu borcu ve Süveyş Kanalı Anlaşması’ndan doğan 340 milyon Mark’lık katkı zorunluluğunu miras bıraktı. Artık İsmail Paşa’ya da, Hidiv olarak, borçlanmalara devam etmekten başka bir yol kalmıyordu. Böylece, Said Paşa’nın ölümünü izleyen on üç yıl içinde, Mısır’ın borcu 3 293 000 Sterlin’den 94 110 000 Sterlin’e (yaklaşık iki milyar mark) çıkacaktı. (s. 100). Sonunda Mısır’ı iflasa götüren de bu borçlar oldu. 

1879’da, on bin kadar fellah açlıktan ölürken, Mısır’da Düyunu Umumiye idaresi kuruluyordu. Bu duruma bakarak,“garip şey”, diyor Rosa Luxemburg,                “Avrupa sermayesi iflas halindeki ülkenin umutsuz durumundan korkmamıştı; aksine onu ‘kurtarmak’ için yeni krediler öneriyordu” (s. 102-103). 

Mısır’ın sömürgeleşme süreci, doğal ekonomi, mal üretimi ve kapitalizm aşamalarından geçerek Avrupa sermayesi tarafından yutulma çizgisini izlemişti. Bu konuda ikinci klasik örneği de Osmanlı Devleti teşkil etti.

***

1850 ve 60’larda İngiliz sermayesi İzmir-Aydın ve İzmir-Kasaba-Alaşehir demiryollarını inşa etmişti. Sonra bunlar Afyonkarahisar’a bağlandı; daha sonra da İzmit-Haydarpaşa hattı ihalesi yapıldı. Bu arada Fransız sermayesi de İngiliz sermayesine ekleniyordu. İşte Dersaadet’te, Mısır’dan iki yıl sonra, Düyun idaresi’nin kurulmasına bunlar yol açtı. Kayser Wilhelm’in ikinci ziyaretiyle de (1898), Almanya, bunlara ek olarak Bağdat Demiryolu imtiyazını alıyordu.

R. Luxemburg, Alman nüfuzuyla Osmanlı Devleti’nde gerçekleşen sermaye birikimini şöyle anlatıyor: Alman sermayesi Türkiye’de demiryolları, limanlar, barajlar inşa ediyor,  bu sayede belli miktarda “artı-değer” sağlıyor ve bunu da kısmen köylülerin el emeği karşılığı olarak, kısmen de  Almanya’dan alınan demiryolu malzemesini ve aletleri karşılamak için kullanıyor. Böylece, süreç, esas olarak demiryolları ile doğal ekonomi koşullarındaki ticaretin teşvik edilmesi ve bu arada da “zor” kullanılması  (“kilometre garantisi” bağlamında, “aşar” karşılığı olan doğal ekonomi ürününü paraya dönüştürme zorlaması) ile gerçekleşiyor. (s. 107-108).

Aşar vergisi “Asya despotizmi”nin en eski bir gasp yöntemiydi. Osmanlı yönetimi, bu vergiyi Fransa’da krallık döneminin aracılarına (“fermiers généraux”) benzeyen mültezimler aracılığıyla topluyordu. Onlar da bunu (tamamen ya da hisseler halinde) başka mültezimlere devrediyorlardı. Oysa bunların hepsi de kazançlarını artırmaktan başka bir şey düşünmedikleri için köylü giderek daha fazla eziliyor ve vergiyi ödeyemez hale geliyordu. Bu durumda kendisi de tahıl tüccarı olan mültezim, köy muhtarının da yardımını sağlayarak, ürünü daha tarladayken ucuza kapatıyordu. (s. 108).  

 Düyun İdaresi tütün, alkollü içki, ipek ve balıkçılık resimlerini borçlara, aşarı da km. garantisine karşılık olarak topluyordu. Eğer mültezim depo bulamazsa, ürün Hükümet tarafından depolanıyor ve deponun anahtarı da Düyun’a veriliyordu. Böylece, Düyun, artı-ürünü uygun koşullarda uygun fiyata satabilecekti. 

***

Sonuç olarak ortaya şöyle bir tablo çıkıyordu: Konya, Bağdat, Basra ovalarında “kullanma değeri” olarak üretilen buğday, mültezimin eline geçtiği andan itibaren “mal” haline geliyor ve paraya çevrilerek devlete aktarılıyordu. Devlet de bunu (yani köylülerin gasp edilmiş artı-ürününü) kısmen demiryolu inşaatı ve trafiği ödemelerinde, kısmen de başka ihtiyaçları için kullanıyordu. Bu şekilde, ithal edilmiş -ve bünyelerinde Alman işçilerinin artı-değerini de taşıyan- üretim araçları pazarda paraya çevrilmiş – bu suretle de kâr realize edilmiş- oluyordu. Başka bir deyişle de Osmanlı kasalarından çıkan para, sonunda Deutsche Bank kasalarına girmiş oluyordu. R. Luxemburg’un

Daha sonra himayeciliğin analizine geçen Luxemburg, emperyalizmi bu açıdan yeniden tanımlıyor ve şunu söylüyor: “Emperyalizm, kapitalist birikim sürecinin siyasal ifadesidir. Özgür dünyanın hala kapitalistleşmemiş son parçaları üzerinde ulusal kapitalizmlerin rekabeti şeklinde ortaya çıkar. Bu kısım dünyanın hala en büyük kısmıdır”. (s. 111). 

***

Klasik iktisat teori serbest ticaret ilkesi üzerine kurulmuştu ve Ricardo Okulu bunu basit meta üretimi ile malların basit serbest dolaşım koşulları şeklinde görüyordu. Klasik iktisatçılar sermaye birikiminin barışçı yollarla, emek-sermaye harmonisi içinde gerçekleşeceğine inanıyorlardı ve 1860-1870 dönemi de bu umudu doğrular izlenimi veriyordu. Aslında İngiltere’de Richard Cobden- John Bright çevresinin liberal doktrini, bu ülkede Lancashire pamuk dokumacılarını; kıta Avrupa’sında ise daha çok tarım çıkarlarını temsil ediyordu. Fransa’nın eski himaye sistemi de, 1853 ile 1862 arasında, III. Napolyon’un emperyal kararları ile ortadan kaldırıldı. (s. 113). 

Serbest ticaret orta Avrupa’da ise yeni ulusal devletlerin kurulması yönünde kullanıldı. Örneğin Almanya’da Manteuffel ve Bismarck, bunu Avusturya’yı birlikten dışlamak ve Prusya önderliğinde gümrük birliğini gerçekleştirmek için en iyi araç saymışlardı. İtalya’da ise serbest ticaret Kont Cavour’un politik aracı oldu. (s. 113). Aynı politika ile Rusya’da da, 1860’larda, kapitalist birikimin ve sanayileşmenin temelleri atılıyor; köleliğe son veriliyor; demiryolu inşaatı hızlanıyordu.

Aslında serbest ticaret politikası sermaye birikimi tarihinde yine de ikincil bir olgu idi. Bu yüzden de, Luxemburg’a göre, “1870’lerin sonundaki dönüşümü ve korumacı politikaya geçişi Büyük Britanya’nın serbest ticaretine karşı diğer kapitalist devletlerin tepkisi olarak yorumlamak yanlıştı” (s. 114). Nitekim Engels de 18 Haziran 1892 tarihli bir mektubunda buna işaret ediyor ve bazı durumlarda (örneğin Almanya korumacılığında) bunun tamamen saçma olduğunu söylüyordu. 

Luxemburg’a göre asıl neden 1880’lerde rekabetin kızışması ve yayılmacılığa dönüşmesiydi. İngiltere’nin Mısır’a ve Güney Afrika’ya; Fransa’nın Tunus’a el koymaları; Habeş harbi, İtalya’nın Afrika maceraları vb gibi olaylar da bunu gösteriyordu. Eğer İngiltere serbest ticarete sadık kalan tek ülke olduysa, bunun da nedeni çok geniş bir nüfuz alanına sahip olmasıydı. Korumacılık Almanya, Fransa, Rusya ve İtalya’da militarizm ve silah yarışı ile birlikte uygulanmıştı. Serbest ticaret politikalarında öncelik kara kuvvetlerine verilirken, korumacılık ile deniz kuvvetleri ön plana geçti. Tüm gelişmesi boyunca kapitalist birikim baskı, yağma, eşkıyalık vb gibi yöntemleri ihmal etmedi. “Siyasi şiddet de iktisadi sürecin aracı ve taşıyıcısı oldu” (s. 117). Bu yöntemlerin en yoğun uygulandığı ülkelerden biri de Osmanlı Devleti idi. Zaten R. Luxemburg da emperyalist “sermaye birikimi”ni anlatırken bu yüzden Osmanlı örneğine geniş bir yer vermişti.

***

OSMANLI “PARA TAĞŞİŞLERİ”NDEN, CUMHUR “DEVALÜASYON”LARINA..

     20 Kasım 2021

Tayyip Bey sözünü tuttu; faizleri indirdi, sonra da beklenen oldu: TL hızla değer kaybediyor. Tam da kararın alındığı gün “dolar 10 lira olur” dedikleri için yargılanan iki gazetecinin duruşması vardı; ama hâkim izin aldığı için ertelenmişti. Oysa dolar 12 TL’yi gösterirken çok ilginç bir duruşma olacaktı.

    ***

     Aslında para bahtsız bir nesnedir; devamlı değer kaybeder.  Bazen bir hükümet kararıyla, daha çok da piyasa oyunlarıyla. Osmanlı yöneticileri zorda kalınca parayı “tağşiş” eder, içerdiği altın ya da gümüş oranını azaltırlardı. Doğrudan artırmaktan çekindikleri vergileri, böylece dolaylı şekilde artırmış olurlardı ve bu da huzursuzluğa yol açardı. Bizde yeniçeri ayaklanmaları böyle başladı.

      Anlatalım.

     ***

Sultan III. Murat devrinde, bir mali sıkıntı sırasında, darphane emini, ulufe dağıtımı için defterdara -vakanüvis Ali’nin deyimiyle- “badem yaprağı kadar hafif ve ancak bir çiğ tanesi kadar değerli” iki yüz bin akçe sunmuştu. Bunun üzerine yeniçeriler isyan etti ve ilk kez Saray’a yürüdüler. Sultan, tahtını ancak defterdarı ve Rumeli Beylerbeyi’ni feda ederek kurtarabilmişti.

J. Hammer, ünlü tarihinde bu olaydan, “Sultan ve vezirlerinin gücünün çöküşü ve yeniçeri üstünlüğü bu tarihten (1589) itibaren başlar” diye söz eder. Ülkeyi iç kavgalara ve “yeniçeri kırımı”na götüren olay da bu oldu. İzleyen Tanzimat döneminde ise yeniçeri ayaklanmalarının yerini saray entrikaları ve saray darbeleri alacaktır. Döneme damgasını vuran “paşa-sarraf-mültezim” oligarşisinin temelinde yine karanlık para ilişkileri vardı. İki ünlü veziri karşı karşıya getiren bu dava, o dönemi aydınlatıcı bir nitelik taşıyor.

       ***

      Bu vezirlerden biri ünlü Mustafa Reşit Paşa, diğeri ise o tarihlerde yine onun kadar ünlü Mehmet Ali Paşa’ydı ve her ikisi de Karun kadar zengin idiler. Yüzlerce hizmetçinin çalıştığı köşk ve konaklarda yaşıyorlar, fakat yine de her fırsatta mülklerine mülk katmaktan geri kalmıyorlardı. Aralarındaki kavga da bu yüzden çıktı ve Reşit Paşa rakibine bir dava açtı. İddiasına göre Mehmet Ali Paşa Sarraf Mıgırdiç Efendi’den yüklü bir rüşvet almıştı.

      Dava, yönetici zümrede uzun süren bir huzursuzluğa neden oldu; bununla da kalmadı, Batı’da da sarsıntılar yarattı. Arka planda Fransız-İngiliz çekişmesi vardı; Londra, bir Fransız mühendisine Süveyş Kanalı’nı açma izni verilmesini bir türlü hazmedememişti. Oysa Fransa Elçisi, Paris’e yolladığı bir raporda “ Reşit Paşa ödenmiştir” diyordu. Kırım Savaşı’na yol açan olaylar arasında para ve rüşvet ilişkileri de vardı.

      ***    

     Meşrutiyet, Cumhuriyet, çok partili rejim, darbeler, “ara rejimler”.. Aslında tarihimizin her dönemi para depremleriyle doludur. Özellikle savaş yılları ve yarattığı karaborsa, devlet eliyle zengin olmanın en kolay yolu oluyordu. Bu yıllarda TL hızla eriyor, para kuruyla oynamalar iki tarafı keskin bir bıçak haline geliyordu.  1950’de İnönü’nün Çankaya’ya veda etmesine yol açan en önemli nedenlerden biri de 7 Eylül 1946 devalüasyonu oldu. Yarattığı hayat pahalılığı ve haksız kazançlar o günlerde muhalif dillerde sakız olmuştu. Ve kabak da, “Varlık Vergisi” ile, daha çok gayrimüslimlerin başında patladı!

     Menderes devri böyle başladı ve çok geçmeden de her şey unutuldu. Sabık Başbakan , “Her mahallede bir milyoner” yaratacağını bu koşullarda ilan etti. Ve yıllar sonra bir milyon lirayla ancak bir simitin satın alındığı günlere de yine bu kafayla geldik!

     Güçlü Başbakan o günleri görmedi, ama iktidarı ve hayatını kaybetmesine de “Tahkikat Komisyonu”ndan çok “paranın pul olması” neden olmuştu.

      ***

  Oysa tarihi bir gerçektir, para belası insanları iktidar yaptığı gibi o koltuktan kolayca alaşağı da edebiliyor.  “Vezir” de yapıyor, “rezil” de! Ateşle oynamak gibi bir şey! Büyüklerimiz boşuna “paralar, paralar, bozulmasın aralar’” dememişler! Bir iktisat kanunudur; “kötü para iyi parayı kovar!”. Ne var ki, ister “kara para” olsun ister “züyuf akçe”, “kötü para”, çoğu kez “iyi para” ile birlikte iktidarları da kovuyor!

     ***

Bizde darbeler devri de böyle başladı. Çok partili hayatımızda yeni döneme “para dansı” ile girmiştik ve gerisi de geldi!  Bu yüzden, bana kalırsa, yakın tarihimizi inceleyenler seçim ve darbe tarihleri kadar devalüasyon tarihlerini de akılda tutmalıdırlar: 4 Ağustos 1958 kararları; 10 Ağustos 1970 devalüasyonu; 24 Ocak 1980 kararları; 5 Nisan 1994 kararları; 2001’de dalgalı kura geçişin yarattığı TL çöküntüsü vb.. Hemen hepsini de bir iktidar değişikliği izledi. Zaten Tayyip Bey’i de 2001 çöküntüsü iktidara taşımıştı.

   Oysa son gelişmeler gösteriyor ki, aynı zamanda bir “İktisat Ustası” olan Devlet Başkanı bu konuda ortodoks değil! Kendileri, parayla bizlerin pek kavrayamadığı ilişkiler içinde! Bizler de “binmişiz bir alamete”, kaygı ve heyecanla sonuçlarına katlanacağımız kararları bekliyoruz. Üstelik artık asıl sorun da “Erdoğan sorunu” olmaktan çıktı; belki daha da büyük “Post-Erdoğan dönemde bu enkaz nasıl kaldırılacak?” sorunu haline geldi! Bu da “helalleşmek”le çözülebilecek bir soruna pek benzemiyor!

***

Ekim Devrimi’nin 104. yıldönümünde Evrensel Gazetesi’nin sorularına verdiğim yanıtlar..

23 Ekim 2021

Hocam, Lenin henüz Ekim Devrimi öncesinde Zürih’ten yazdığı mektupta, “Ne doğada mucize olur ne de tarihte. Ancak tarihin her ani dönemeci ve özellikle her devrim öylesine bir içerik zenginliği sunar, savaşım biçimleri ve karşı karşıya bulunan güçler arasındaki ilişkiler öylesine beklenmedik bileşimler ortaya koyar ki, saf birine çok şey mucize gibi görünecektir” diyordu. Buradan hareketle sorarsak, Ekim Devrimi neden mucize değildi?

YANIT: Bu soruya yanıtı “ne doğada mucize olur, ne de tarihte” sözüyle zaten Lenin vermiş bulunuyor. Ama insanlar yine de olağanüstü durumlarda bu sözcüğü mecazi anlamda kullanıyor ve “mucize”den söz ediyorlar. Gerçekten Ekim Devrimi de böyle bir izlenim uyandırıyordu. Çarlığa karşı ayaklanmadan bir yıl önce bile bu yarı feodal ülkede sosyalist bir devrim olacağı herhalde kimsenin aklına gelmezdi. Lenin’in büyüklüğü, savaş koşullarının Rusya’da artık “üsttekilerin ülkeyi eskiden olduğu gibi yönetemediği, alttakilerin de artık eskisi gibi yaşamak istemedikleri” bir “devrimci durum” yarattığını saptaması ve “karşıt güçler arasındaki beklenmedik bileşimler”in analizine dayanan taktik ve stratejik ittifaklar geliştirmesi oldu. Zaferi de bu sağladı.

—Ekim Devrimi için ‘Bir devrimler çağının en büyük halkası’ demek sanıyorum yanlış olmaz. “Eşitlik, özgürlük ve kardeşlik” talebiyle Fransız Devrimine henüz ‘zayıf’ bir sınıf olmasına rağmen proleterlerkatıldı. Paris Komünü deneyimi yaşandı. Proleterler başkaca devrimlerin içinde yer aldı. Ancak işçilerin tarihteki hiçbir devrimde Ekim Devrimindeki kadar büyük bir öncü rolü yoktu. Bir proleter devrimi önemli kılan nedir?

Yanıt: Kapitalist üretim biçimi daha önceki üretim biçimlerinden farklı olarak küresel bir boyut taşır. Daha 1848’de Marx ve Engels bu küresel boyutu Manifesto’da vurgulamış ve övmüşlerdi. Orada burjuva devrimleri ile “yerel, ulusal kendine yeterliğin ve içe kapanıklığın yerini çok yönlü ilişkilerin” aldığını ve bunun da “ulusal tek yanlılık ve dar kafalılığı” her gün biraz daha olanaksız hale getirdiğini söylüyorlardı. Oysa kapitalizm yarattığı burjuva hegemonyası ve sömürü düzenine almaşık oluşturacak başka enternasyonalist bir sınıf daha yaratmıştı: “Zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi olmayan” proleterya sınıfı. Aslında en eski çağlardan beri kitleler zulme ve sömürüye karşı ayaklanmışlardır; Spartaküs önderliğinde Roma’lı kölelerin isyanı ya da feodal çağa damgasını vuran köylü ayaklanmaları gibi. Ne var ki daha ileri bir düzen vizyonuna dayanmayan bütün bu isyanlar kanla bastırıldılar. Oysa kapitalizmle beraber modern bilim de doğuyor ve tarihi materyalizm kapitalizmin iç çelişkilerini ve onu aşma olasılığını en gerçekçi bir şekilde sergiliyordu. İşte devrimler tarihinde emekçi devrimini önemli kılan şey budur!-

–Lenin’e ayrı parantez açmak istiyorum. “Lenin olmasaydı da devrim olurdu” dersem sanırım itiraz etmezsiniz. Ancak Lenin’in devrime kattığı da yadsınamaz. Lenin devrime ve Marksizm’e ne kattı?

Yanıt: Bireylerin tarihteki rolü genellikle küçümsenmiştir; Marksizm’e yapılan itirazlardan biri de budur. Nitekim Rus Marksistlerinden Plekhanov bu konuda küçük bir kitap yazmış, bireylerin ve rastlantıların tarihteki rolü hakkında ilginç şeyler söylemişti Ona göre bireyler tarihte bir rol oynuyorlardı; fakat bu rol gelişme düzeyinde ve belli eğilim kanunları çerçevesinde gerçekleşiyordu. “Bireyler sık sık bir toplumun kaderi üzerinde büyük bir etkiye sahiptirler, fakat bu etki toplumun iç yapısıyla ve diğer toplumlara göre konumuyla belirlenmiştir” diyordu. Oysa Sovyet Devrimi’nin tanıkları Lenin’in bu devrimde daha da güçlü bir etki yaptığı yönünde ifadeler kullanmışlardır. Örneğin L. Trotsky, “Rus Devrimi” başlıklı eserinde “fabrikaların, kışlaların, köylerin, Sovyetlerin yanı sıra bir devrim laboratuvarı daha vardı: Lenin’in kafası!” diyordu. Alexandra Kollontai ise “Lenin burada, aramızdaydı ve bizler de neşeli ve zaferden emindik” şeklinde bir tanıklık yapmıştır. Toplumsal değişim ve birey konusu 1970’lerde Fransız Marksist düşünürleri arasında çok tartışıldı; Lucien Seve’in “Marksizm ve Kişilik Kuramı” (Ed. Sociales, 1975) başlıklı çok aydınlatıcı bir eseri vardır.

–Hocam, Türkiye’de bugünlerde çok haklı gerekçelerle parlamenter sistem tartışılıyor. Parlamentonun eskisi, yenisi ya da daha iyisi… Tam da konumuzla kesiştirmek için hatırlatmak istiyorum: Petrograd Sovyeti’nde bir karar alınıyor. Deniyor ki, “Bir çocuk 1 litre süt içmeden, hiçbir burjuvaya süt satılmayacak.” Sütü üreten de dağıtan da işçiler, yetki ve sorumluluk onların. Bu karar uygulanabiliyor. Bugünkü dünyada, halk yetkiyi parlamentolara devrediyor. Tam da bu fark nedeniyle sosyalist bir parlamento ile burjuva parlamento arasındaki farkı nasıl yorumlamak gerekir?

YANIT: Sosyalist bir ülkede, tanım gereği, bir “burjuvazi” olmaz; bu nedenle “süt satılacak” burjuvalar da olmaz. Petrograd’da bu karar geçiş dönemi kararı olmalıdır ve ideal olan elbette ki herkesin hukuken ve iktisadi olarak eşit haklarla hayata başlamasıdır. Sonra da kişisel yeteneklere göre farklılaşmalar olur, ama üretim araçları asla bireysel mülkiyet konusu olamaz.

–İngiliz meslektaşınız Christopher Hill, bir makalesinde 1954 yılında Moskova Üniversitesine yaptığı ziyaretten edindiği izlenimleri aktarıyor: Üniversite öğrencilerinin yüzde 80’i burs alıyor. Lisans öğrencilerinin 300 ruble bursu aldığını ve bunun sadece 22’sini kiraya verdiğini söylüyor. Sovyetler’de de yurttaşların konut kirası gelire bağlı, gelirin yüzde 5’ini geçmiyor. Türkiye’deki yüksek kiraları karşılayamayan ücretlileri, yurt bulamayan üniversitelileri düşündüğümüzde rüya gibi geliyor. Ne dersiniz?

YANIT: 1917 Devrimi tüm insanlığa büyük umutlar saçan bir hareket olarak başladı; yarı feodal bir toplumda kısa sürede yapısal bir dönüşüm sağladı. Verdiğiniz örnek de bu başarının göstergelerinden biri. Ne var ki bir dünya devrimine dönüşemediği ve uluslararası kapitalizm tarafından kuşatıldığı için gelişme olanakları tıkandı; içine kapandı ve katılaştı.

—Almanya, İngiltere, Fransa… Gelişkin işçi hareketine rağmen bu ülkelerin işçileri Rus işçi sınıfının Ekim Devrimi’nde gösterdiği inisiyatifi göstermedi. Bu inisiyatif gösterilmiş olsaydı bugün başka bir dünyada yaşıyor olabilir miydik?

YANIT: Aslında Lenin de Trotsky gibi Ekim Devrimi’nin küresel bir kıvılcım olacağına inanıyor; özellikle de Alman sosyal demokratlarına umut bağlıyordu. Ne var ki ilerde Nazizm’i yaratacak büyük sermaye ve uşakları bu hareketi kana boğdular ve Rosa Luxemburg ve K. Liebknecht’i vahşice katlettiler. O günkü koşullarda sosyalizm dünyaya yayılsaydı elbette yine büyük sorunlar yaşanacaktı, ama insanlık mutlaka bugün çok daha insancıl bir konumda olacaktı.

–Hocam, bütün bir dünya olarak salgınla birleşen kapitalizmi yaşıyoruz. Eşitsizliğin derinleştiği bu dünyaya dair öngörünüz nedir? Tarih tekerrür etmez ama, içinden geçtiğimiz dönemi tarihin herhangi bir dönemiyle benzeştirdiğiniz oluyor mu?

YANIT: Dünya çok değişti, ama daha çok Türkiye’yi düşünerek aklıma 1860’lar geliyor. O yıllar dünyada liberalizmin zafer yıllarıydı; Dersaadet’e sermaye akıyordu; Abdülaziz ve çevresi için “büyüklük” simgesi de “saray” inşaatı idi. Dolmabahçe, Çırağan, Beylerbeyi sarayları hep o yıllarda yapıldı; hesapsız donanma harcamalarına yine o yıllarda girişildi ve halkın sırtına da büyük bir borç yükü yıkıldı. Sonuç Düyunu Umumiye oldu. AKP dönemi de neoliberalizmin şahlandığı yıllar oldu ve acı İMF reçeteleriyle istikrara kavuşmuş bir ekonomiye 2002’den itibaren sermaye akmaya başladı. Farklı olarak da bu dönemde Abdülaziz’in yönetim tarzı yerine Abdülhamit’e öykünen bir yönetim tarzı egemen oldu. 1860’lar ve sonrasında kapitalizmi daha çok deniz ve demiryolları küreselleştiriyordu; günümüzde ise elektronik iletim bu sürece inanılmaz bir ivme kazandırdı. Bugün Google, Apple, Facebook, Amazon ve Microsoft’un (GAFAM) oluşturduğu sermaye yoğunlaşması yüz yıl önce Lenin’in yaptığı emperyalizm analizinden çok farklı bir aşamayı temsil ediyor. –

-Bir sorum da Türkiye ve Sovyetler Birliği ilişkilerine dair. “Türk Devrimi ve Sonrası” kitabınızda Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı yıllarında dış ilişkilerdeki stratejilerinden birinin “İngiliz Emperyalizmi veSovyet Rusya sosyalizmi arasındaki temel çatışmadan yararlanmak” olduğunu söylüyorsunuz. Sovyet rejiminin savaş yıllarında Anadolu’ya verdiği desteğini biliyoruz. Sovyet rejimi Anadolu insanına ne katmıştır?

YANIT: Sovyet Devrimi emperyalizmi sarsmış, Anadolu’da bir kurtuluş savaşı koşulları yaratmıştır. Emperyalistler Sovyetleri boğma amacıyla kuşatmış, Türkiye ile tek temas yeri olan Kafkasya’da Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan gibi kendilerine bağlı cumhuriyetler kurmuşlardı. Mustafa Kemal Paşa ise zafer için bu hattı yararak Sovyetlerle temasa geçmenin şart olduğu kanısındaydı ve 5 Şubat 1920 tarihli tebliğinde, eğer bu plan gerçekleşmezse , “Anadolu Türkleri, İtilaf Devletleri subayları kumandası altında, sömürge askeri olarak ordular teşkil edecek, hem Kafkasya milletlerinin İtilaf Devletleri itaatinde tutulması ve hem Bolşevik istilasının durdurulmasını sağlamak için kan dökeceklerdir” diyordu. Bu strateji gerçekleşti; ayrıca Sovyet Rusya kurtuluş savaşımıza para ve silah yardımında bulundu. Hedefler ayrı olsa da, Kurtuluş Savaşı’ndaki Türkiye-Sovyetler dostluğu bu temel üzerine kuruldu. Unutmayalım ki Çanakkale’de İngilizler’in durdurulması da Çarlık Rusya’ya yardımı önledi ve Ekim Devrimi’ne elverişli koşulların oluşmasında önemli bir katkı sağladı.

—Hocam son sorum Ekim Devrimi’nin güncelliğine dair. Ekim Devrimi bugün için ne anlam ifade ediyor?

YANIT: Bugün dünya 1910’lardan çok farklı koşullarda bulunuyor; fakat emperyalizm de çok daha güçlü olarak varlığını sürdürüyor. Ekim Devrimi ise, günümüzde, sonucu ne olursa olsun, devrimler tarihinin en önemli ve umut verici halkası olarak belleklerimizi ısıtmaya devam ediyor.

***

98. yıldönümünde Cumhuriyet’imizi kutlarken...

29 Ekim 2021

28 Ekim 1923’te, parti yönetim kurulu bir türlü bakan adaylarını saptayamayınca, Gazi Paşa dava arkadaşlarından bir gurubu Çankaya’da yemeğe çağırmış ve akşam yemeğinde onlara kararlı bir sesle şunu söylemişti: “Yarın cumhuriyeti ilan edeceğiz!”. Ve ertesi gün cumhuriyet ilan edildi. Bugün 98. yıldönümünü kutluyoruz.

Aslında tarihin yıldönümü törenlerini belirleyen bir mantığı vardır; bayramlar, her yıl, o günlerin havasını taşıyan atmosfer içinde kutlanır. Bazen coşku ile, bazen özlemle, bazen de burukluk içinde.. Hatta hiç kutlanmadığı durumlar da vardır. Örneğin Putin Rusya’sında Sovyet Cumhuriyeti yıldönümlerinin “unutulması” gibi! Ya da Fransa’da, çoğunluğu kralcı milletvekillerinden oluşan II. Cumhuriyet Meclisi’nde bu sözcüğün ağza bile alınmaması şeklinde! Adeta Louis Bonapart adlı yeteneksiz darbeciye, “emperyal” macerası için yol gösterir gibi…

Peki, ya bizde?

Bizde, yıllardır “hükümet edip” de bir türlü “fikri iktidar” olamadığını söyleyen, ama bu arada “saltanat”ını da durmadan artıran bir yönetim altında, ulusal bayramlar nasıl kutlanıyor? Özellikle de cumhuriyet bayramları?

Formalite haline gelen “resmî törenler”e artık alıştık; belli ki Erdoğan bu alanda “değerli dost”u Putin’i izlemeye çalışıyor. O da Putin gibi bazı bayramları unutmak ve unutturmak peşinde. Koşullar buna elverişli olmayınca da bayramı farklı bir içerikle sunmaya çalışıyor! Rusya Devlet Başkanı, yakınlarda Batılı bir gazeteciye en beğendiği ve örnek aldığı devlet adamının Çar Büyük Petro olduğunu söylemişti. Buna karşılık Tayyip Bey de her fırsatta “Ulu Hakan Abdülhamit”i yüceltiyor. Kendisine göre “Abdülhamit’i anlamak her şeyi anlamaktır; şayet Sultan Abdülhamit Han’ın başlattığı terakki, yani ilerleme faaliyetleri aynı hızla devam etmiş olsaydı bugün Türkiye çok farklı bir yerde olurdu!”. (10 Şubat 2018).

Şimdi “peki, nerede olurdu?” sorusunu bir yana bırakarak, biz de şunu soralım: “Cumhuriyet” korkusuyla Mithat Paşa’yı zindanlarda boğdurmuş bir Sultan’ı ölümünün 100. yıldönümünde bu sözlerle anan bir zihniyetle, laik cumhuriyet içten bir övgüyle anılabilir mi? Yoksa çoktandır başlamış olan “100. Yıl” söylevleri, aslında bizleri bazı sürprizlere mi hazırlıyor?

***

Tarihte “cumhuriyet” fikri, “demokrasi” fikri ile eş anlamlı olarak doğdu; fakat iki kavram zamanla birbirinden ayrıldılar. Çünkü “kutsal hanedan”ların yıkılmasıyla “cumhuriyet”ler kuruluyor, fakat beraberinde “demokrasi” gelmiyordu. Gelse de uzun ömürlü olmuyordu. Daha antik çağda, Atina’da, “demokrasi”yi yozlaştıran “demagoji” sanatı bir meslek haline gelmişti ve o yıllarda Aristoteles, “günümüzde, retoriğin ilerlemesi ile kamusal alanda konuşma yeteneği olanlar demagog mesleğini seçiyorlar” diyordu. Bu yüzden de Osmanlıların “Muallimi Evvel” dediği bu büyük bilge, demokrasiyi pek de önermiyordu! Nitekim ondan iki bin beş yüz yıl kadar sonra da, kapitalist dünyada “en demokratik” sayılan bir rejimin başbakanı (W. Churchill), demokrasiyi “kötü bir sistem, fakat diğer bütün sistemlerin en az kötüsü” olarak tanımladı. Oysa eski “Sömürgeler Bakanı” siyasal rejimleri sınıf hegemonyasının belirlediğini çok iyi biliyordu ve “en az kötü” dediği rejimi sosyal haklarla tamamlayarak yetkinleştirmek isteyenlerin de en büyük düşmanıydı.

***

“Cumhur” fikri bizde ilk kez, modernleşme çabaları içinde, Sultan adına “mutlak iktidar” uygulayan Tanzimatçı paşalara karşı, Yeni Osmanlılar tarafından kullanıldı. Örneğin Namık Kemal, 1868 Eylül’ünde Hürriyet gazetesinde, “meşveret” başlığı altında yayınladığı yazıda “Cumhur’u, “halkın hâkimiyet hakkı” olarak tanımlıyor ve “o hakkı dünyada kim inkâr edebilir?” diye soruyordu. Ama ona göre, bu rejim yine de Osmanlı Devleti’nde mümkün değildi; zaten “kimsenin aklına da gelmiyordu”. Eğer gelirse, ya da geldiği kuşkusu doğarsa da, sürgün ve zindan yolları görünüyordu. Mithat Paşa ve Namık Kemal Sultan Hamit’in zihninde bu kuşkuyu uyandırdıkları için sürgüne yollandılar. Kırk iki yıl sonra Sultan Vahdettin de Mustafa Kemal Paşa’ya karşı aynı kuşkuyla bir “idam fetvası” çıkarttı.

***

Oysa köprünün altından çok sular akmış, koşullar değişmişti. Bu kez Sultan’ın karşısında ulusal bir savaşı zaferle sonuçlandırmış bir “Gazi” vardı ve bu Gazi Paşa ne yapılması gerektiğini çok iyi biliyordu. Kurulan Meclis’te hocalar arasında rejimin geleceği tartışılmaya başlanınca da bir sıranın üstüne çıkarak, “Egemenlik hiç kimse tarafından hiç kimseye, ilim icabıdır diye, müzakere ile, münakaşa ile verilmez; egemenlik güçle, kuvvetle ve zorla alınır (..) Şimdi de Türk milleti, egemenliğini, ayaklanarak fiilen kendi eline almış bulunuyor. Bu bir olupbittidir (..) Meclis ve herkes bunu doğal karşılarsa bence uygun olur. Yoksa hakikat yine usulüne göre ifade edilecek, fakat olasılıkla bazı kafalar kesilecektir!” demekte hiç tereddüt etmemişti. Bir yıl sonra, 28 Ekim 1923’te, parti yönetim kurulu bir türlü bakan adaylarını saptayamayınca, bu kez de dava arkadaşlarını Çankaya’da yemeğe çağırmış ve akşam yemeğinde onlara “yarın cumhuriyeti ilan edeceğiz!” demişti!

Türkiye’de cumhuriyet böyle ilan edildi. Ne kan dökülmüş ne de -Fransa ve Rusya’da olduğu gibi- kafalar kesilmişti! Ama yine de bu cumhuriyet “demokratik yollarla ilan edilmedi” diye, yaklaşık yüzyıldır devrim düşmanlarının hücumlarına hedef olmaktan kurtulamadı! Sanki tarihte seçimle, halkın oylarıyla ilan edilmiş cumhuriyet örnekleri varmış gibi!

***

Gerçekten de tarihte bütün cumhuriyetler şiddet kullanılarak, zorla, ayaklanmalarla kurulmuştur. Oysa yine tarihi deneyimler gösteriyor ki, cumhuriyetlerin yıkılması, ya da içlerinin boşaltılması -örneğin laik bir cumhuriyetin giderek “İslami Cumhuriyet”e dönüştürülmesi- mutlaka şiddet kullanmayı gerektirmiyor. Bazen de bu dönüşüm retorikle, demagojiyle, aldatıcı nutuk ve oylamalarla gerçekleşiyor. Böyle durumlarda “cumhuriyet bayramları” da, resmi planda, layık olduğu neşe ve coşkuyla kutlanamıyor; sadece bir takım “formalite”lerin yerine getirilmesiyle yetiniliyor. Coşku ise cumhuriyete demokratik bir içerik kazandırma özlemiyle tutuşan kuşaklarda ifadesini buluyor ve “kutlama törenleri” yer yer görkemli “protesto gösterileri ”ne dönüşüyor!

Elbette ki bu tarz kutlamalar en ideal kutlama şekli sayılamaz; ama yine de ruhsuz formalitelerin yanı sıra, en gerçekçi ve en umut verici kutlamalar bunlar oluyor! Nitekim bu yıl da öyle oldu; 98. yıldönümünde, Cumhuriyetimizi, benzer koşullarda, biraz burukluk içinde, fakat gelecek yıllara dönük umut ve coşkuyla kutladık.

Herkesin Cumhuriyet Bayramı kutlu olsun!

***

Dünden Bugüne: SARAY, SİYASET ve “HAŞMET”..

17 Ekim 2021

Fransızların “küçük cümle” (La petite phrase)  dedikleri bir deyim vardır. Cümle küçüktür, ama anlamı büyüktür. Daha çok siyasi şahsiyetlerin öfkeyle, ağızlarından kaçırarak ya da kitleleri etkilemek amacıyla düşünüp taşınarak söyledikleri çarpıcı sözler için kullanılır. Ve sonra da bu cümle belleklere çakılır; yıllarca o şahsı -olumlu ya da olumsuz yönde- anımsatan işaretlerden biri haline gelir.

      Yakınlarda R. T. Erdoğan’ın “itibardan tasarruf olmaz!” sözlerini duyunca bu deyimi anımsadım ve Tayyip Bey’de böyle “küçük cümle”ler bol diye düşündüm. “FETÖ”cüler hakkındaki “ne istedilerse verdik!” itirafı; 15 Temmuz darbe girişimi için “bu bize Allah’ın bir lütfudur!” şükranı; Meral Akşener’e yapılan saldırıdan sonra, “daha neler neler olacak!”  tehdidi vb, gerçekten de saymakla bitmez. Ama yine de   “itibardan tasarruf olmaz!” sözleri, bana bu “küçük cümle”lerin en önemlisi gibi geliyor! Üstelik son yıllarda sık sık yinelendiğine göre, ne öfke eseri, ne de lapsus; belli ki dikkatle seçilerek kullanılmış bir cümle! İlk kez 2016 Sayıştay raporunda, Saray’ın sadece temizlik işleri için yılda 2 milyon lira harcandığının belirtilmesi üzerine söylenmişti!

      ***

     Sezar’ın hakkını Sezar’a verelim, Tayyip Bey halkın bir zaafını çok iyi saptamış görünüyor ve siyasetteki başarısının sırrı da daha çok “itibar” söyleminde yatıyor.  “İtibar”, “şan”,  “haşmet” denilince bu ülkede damarlar kabarıyor ve bu nedenle başarı peşinde koşan siyaset erbabı da, hangi konumda olursa olsun, mikrofonu eline alınca “büyük” konuşmaya, “büyüklük” taslamaya başlıyor!

     Gerçekten de tarihin derinliklerine uzanan bir tutkumuz bu! Daha yüzyıllar önce, vakanüvisler, Hazine’nin tamtakır olduğu bir sırada İran’a gönderilecek bir elçimizin, kap kacak eritilerek muazzam hediyelerle donatıldıktan sonra, “mal der Hindistan; akıl der Frengistan; haşmet der Alî Osman!” diye uğurlandığını yazmışlardı. “Avam”dan yüksek duvarlarla korunmuş saraylarda yaşayan sultanlar için “haşmet”, “mal”dan da, “akıl”dan da önce geliyordu. Lale Devri ve Kağıthane’de yapılan “Sâdâbad” eğlenceleri; Sultan Aziz ve “Saray” tutkusu (Dolmabahçe, Beylerbeyi, Çırağan); Abdülhamit ve köşkleri, kasırları, tiyatrosu, hatta çini fabrikasıyla “Yıldız” Sarayı.. O gün bu gün, en buhranlı anlarda dahi aynı tutku depreşiyor ve devlet fonları “şan” için harcanıyor. Yakınlarda da Tayyip Bey, öğrencilerin barınacak “yurt” bulamadıkları bir ülkede, 1000’den fazla odalı “Saray”dan seslenerek, yine bu “tasarruf dışı” tutkumuzu  hatırlattı. Ama unutmayalım ki “Saray”dan yönetilen ülkelerde de genellikle “vatandaşlar”  değil, “kullar” yaşar; en azından istenen, hedeflenen budur!

     ***

     İktidar artı itibar! Aslında bu basit formülün altında, bir yönüyle de geri kalmışlığımızın şifresi gizli. Feodal ve komünal ilişkilerden bir türlü endüstri devrimine ve “ulus-devlet”e geçemeyişimizin açıklaması büyük ölçüde bu tutkuda yatıyor! Daha yalın bir ifadeyle, siyasette başarıyı simgeleyen “haşmet” gösterileri, ekonomide de geri kalışı açıklıyor. Halkın bağrından kopan, fakat Saray’ın kalın duvarlarını aşamayan  “böbürlenme padişahım, senden büyük Allah var!” çığlıklarını da açıkladığı gibi..

     ***

    Aslında bu hastalığı yüzyıllar önce anlayan ve anlatanlar olmuştu. Ne yazık ki  bunların çoğu da batılılar arasından çıkıyordu. Bakınız yaklaşık iki yüzyıl önce Dersaadet’e gelen bir Alman yüzbaşı bu konuda neler yazmıştı:

     “Avrupa’nın uygar ülkelerinde servet, değerli nesne üretiminden doğuyor;      zenginleşen insanlar aynı zamanda devlet hazinesini de büyütüyorlar. Bu ülkelerde para, insanların sahip oldukları mülklerin ifadesinden başka bir şey değildir. Türkiye’de ise serveti bizzat para oluşturuyor ve bu da genel olarak mevcut para miktarının şunun ya da bunun kasasında birikmesinden oluşuyor. Türkiye’de % 20’den daha az olmayan yüksek faiz oranları hiç de büyük sermaye hareketlerinin işareti değildir. Bu sadece sermaye dolaşımındaki tehlikeye tanıklık ediyor. Her sermayenin şartı, onun güvenlik altına alınabilmesidir. Reaya, 100 bin kuruşluk bir mücevher almayı bir değirmen veya fabrika almaya yeğler. Lüks nesneler hiçbir yerde burada olduğu kadar sevilmezler ve zengin ailelerde küçük çocuklara takılan mücevherler bile ülkenin fakirliğinin çarpıcı bir delilidir”.

 Yüzbaşının adı Helmut von Moltke idi; 35 yaşındaydı; İstanbul’a II. Mahmut’un daveti üzerine,  “askerî ıslahata”a katkıda bulunmak için gelmiş ve  ilk işi de Türkçe öğrenmek olmuştu. Birkaç yıllık inceleme ve gözlemlerinin ürünü olan hikmet dolu  “Mektuplar”ında “Türkiye’de önemli olan mevkiler değil, o mevkii işgal eden insanlardır” diyordu. Ne var ki o insanlar da zamanla yerli değil, yabancı çıkarları temsil eder hale geleceklerdi. Osmanlı Devleti “Almancı”ların, “Fransızcı”ların, “İngilizci”lerin “vekalet savaşı” şekline dönüşmüş saray entrikaları ve saray darbeleri içinde çöktü. 

***

  Ulusal Kurtuluş hareketimiz, Mustafa Kemal Paşa’nın “baştan nihayete kadar ha­rabezar” dediği topraklar üzerinde başladı. Oysa bu fakir topraklarda “ısraf” ve “gösteriş”e hala son verilememişti. Bu yüzden de Ankara’da toplanan Büyük Millet Meclisi’nin ilk çıkardığı yasalar arasında “Meni Müskirat (alkollü içki yasağı)” ve “Düğünlerde İsrafın Meni” gibi yasalar da vardı. “Şan için” havaya sıkılan mermilere artık son verilmeliydi. Meclis’in açılmasından üç yıl sonra İzmir’de toplanan İktisat Kongresi’nde de Kazım Karabekir Paşa şu acı gerçeği dillendirdi: “Bugün Ziraat Bankası’nın ikraz ettiği paraları bir tarafa yazarsak pek acı hakikatlerle karşılaşmış oluruz. Bu paranın yüzde ellisi düğünlere ve lüzumsuz göreneklere sarf edilmiştir. Birçok aileler düğün yüzünden mahvolmuştur”.

  Arkadan dünya buhranı, “yerli malı haftaları”, planlı ekonomi girişimleri vb. yine de “büyüklük” kuruntuları sona ermemişti. Bizim kuşak Orta Asya’dan çıkan okların dünyanın her yönüne yayıldığını gösteren haritaları, tüm dillerin Türkçe’den doğduğunu iddia eden kuramları çok iyi anımsar. Oysa Atatürk, büyük bir gerçekçiydi; daha 1921 yılında, bugün de kulaklara küpe olacak şu sözleri söylemişti:

    “Efendiler, biz büyük hayaller peşinden koşan, yapamayacağımız şeyleri yapar gibi görünen sahtekâr insanlardan değiliz. Büyük ve hayalî şeyleri yapmadan yapmış gibi görünmek yüzünden bütün dünyanın düşmanlığını, kötü niyetini, kinini bu memleketin ve milletin üzerine çektik”.

Bu sözler Osmanlı son döneminin adeta özeti gibiydi; ama yine de bir kısım çevrelerde “hayal peşinde koşma” ve “böbürlenme” hastalığı sürüyordu. Bu arada “Kemalist” giysilere bürünmüş bir takım Enver’ci ve Talat’çılar da eski türkülerini söylemeye devam ediyorlardı. Neyse ki bunlar döneme damgasını vuran “egemen söylem” haline gelmediler; ama yine de siyasi kadrolarda –günümüze kadar süregelen- güçlü bir temsil olanağı da buldular  .

***

Türkiye  İkinci Dünya Savaşı’nı, dışarıdan da olsa, çok zor koşullarda yaşadı. Nazizm yenilmiş, savaşı “Özgürlük Cephesi” kazanmıştı. Yeni bir dünya düzeni kuruluyordu; DP ile CHP “Sam Amca”nın gözüne girme yarışı içindeydiler.

Yarışı DP kazandı. Washington İsmet Paşa’nın savaş yıllarındaki ikili oyununu unutmamıştı; “Truman Doktrini”nin vaat ettiği fonlar “Milli Şef”e bırakılamazdı. Böylece, DP, iç nedenlerin yanı sıra ABD desteğini de alarak iktidar olacak ve Menderes de “haşmet” politikasını bu kez Amerikan dolarlarıyla canlandıracaktı. Hiroşima ve Nagazaki’de, hiç de askeri bir zorunluluk olmadığı halde, yüz binlerce insanı yok edecek kararı gözünü kırpmadan veren “Özgür Dünya” liderine, o yıllarda bir “kurtarıcı” gözüyle bakılıyordu!

Türkiye’de de durum buydu. CHP’nin sesi soluğu kesilmiş, görünüşe göre taşlar yerine oturmuştu. Oysa bu yeni “böbürlenme” dalgasına en büyük muhalefet de üniversite çevrelerinden geldi.   Forum dergisinde bir araya gelen hukukçu ve iktisatçılar, Menderes’in “tek adam” yönetimini eleştiriyor, uygulanan politikayı “keyfilik”, “plansızlık” ve “müsriflik”le suçluyorlardı. O yıllarda bir Mülkiye öğrencisi olarak izlediğim bu dergide “Gösteriş İçin İstihlak” başlığıyla yayınlanan bir yazıyı hala anımsarım. Menderes’in şimdi bile kulakları çınlatan “küçük cümle”lerinden biri de “her mahallede bir milyoner yaratacağız!” sözleri olmuştu!

  Aslında “gösteriş için tüketim” Türkiye’ye özgü bir olay değildi; iktisat tarihinde de yeri vardı ve zaten kavram da Amerikalı bir iktisatçı tarafından icat edilmişti. Thorstein Veblen, bugün “Aylak Sınıf Kuramı” diye anılan düşüncelerini, 19. yüzyıl sonlarında Amerika’da ortaya çıkan “yeni zengin” zümrenin görmemişliğini sergilemek ve bundan sonuçlar çıkarmak için geliştirmişti. “Gösteriş için tüketim” (conspicuous consumption) kavramı da bunu anlatmak için kullanılıyordu. O tarihlerde ekonomi dilinde “az gelişmiş” ya da “kalkınmakta olan” ülkeler gibi kavramlar yoktu ve Veblen de kuramını doğrulayan en çarpıcı örneklerin yüz yıl sonra bu gibi ülkelerde çıkacağını bilemezdi.

Oysa gelişmeler böyle oldu.

Bırakalım Paris Opera Binası’nda düzenledikleri “haşmetli düğün”leri Hintliler tartışsınlar; ama Tayyip Bey yönetiminde Türkiye’nin de bu alanda en çarpıcı örneklerden biri haline geldiğini gözden kaçırmayalım.

   Gerçekten de, – Şansölye Merkel’in Beştepe’de oturtulduğu “haşmetli” koltuk gibi ayrıntılar bir yana-  örneğin bizde dış politikada “şan” için yapılan harcamaların hesabı yapılmış mıdır? Geçelim “gemicik”leri; unutalım nasıl kotarıldıkları ve neye harcanacakları belli olmayan dolar dolu “ayakkabı kutuları”nın fezlekesini; ama en azından, artık “aktive” edilemeyeceği anlaşılan S-400’lere harcanan milyarların, ya da parası ödendiği halde bize gönderilmeyen F-35’lerin bir gün hesabı sorulacak mıdır?  Söyleyin bakalım, bu milyarlar Türkiye’nin gücünü ve itibarını artırmak için mi kullanıldılar, yoksa Erdoğan’ı “uluslararası bir lider” gibi sunmaya çalışan aldatıcı bir diplomasi cambazlığı uğruna heba mı edildiler?

***

   Garip bir ülkede yaşıyoruz! Bu ülkede kime sorarsanız “antiemperyalist”! İslamcısı da, milliyetçisi de, Kemalist’i de antiemperyalist; ama ülke de emperyalizme bağımlılıktan bir türlü kurtulamıyor; aksine bu bağımlılık her geçen yıl biraz daha artıyor!

    Neden?

   Çünkü “emperyalizm”in anlamı bu ülkede her ağıza göre değişiyor. Oysa “emperyalizm”, aslında kapitalizmin dışında bir olgu değildir; kapitalist üretim biçiminin 19. yüzyıl sonlarında ulaştığı “aşama”yı  temsil eder. Bu nedenle antiemperyalizm de, ancak -kavramı yaratan- tarihi maddeci yöntemle bugünkü pazar ilişkilerinin analizi ve eleştirisiyle yapılır. Oysa siz dinci ve milliyetçi görüşlerle yola çıkıp, “antiemperyalizm” nutukları atarsanız, aslında insanları emperyalizme karşı değil, sadece Türk ve Müslüman olmayanlara karşı düşmanlığa kışkırtmış olursunuz ve bu arada da ülkede dış borçlar, faizler ve fiyatlar artmaya devam eder; halk da artık muktedirlerin hiçbir sözüne inanmamaya başlar.

     İşte Türkiye’de de sonunda varılan nokta budur; Tayyip Bey’in “büyüklük retoriği” sonunda ülkeyi bu hale getirmiştir! Artık mızrak çuvala sığmıyor; takke düştü, kel göründü, köy kılavuz istemiyor!

2022 – Yetmiş Yıllık Öykü: TÜRKİYE ve NATO

22 Mayıs 2022

Bizim kuşak için Türkiye’nin NATO macerası, sadece askeri bir anlaşmayla değil, aynı zamanda acı anılarla dolu bir tarih sayfası olarak başladı. 1950 yılıydı; henüz on beş yaşındaydım ve hemen her gün radyolarda Kore’den gelen “şehit haberleri” dinlerdik. Okunan her ad bir ocağın söndüğünün işaretiydi; ama resmi propaganda bunları birer “kahraman” olarak ilan ediyordu. Ve kimse de “acaba bu gençler, dünyanın öbür ucunda, neden hiç tanımadıkları insanlarla savaşa yollanıyorlar?” diye sormuyordu.

Oysa soranlar olsa da buna verilecek yanıt belliydi. Çok umutlu günlerdeydik; beklentiler yüksekti; yüzlerce şehit verilse bile, bunun mutlaka bir karşılığı olacaktı!

Nitekim oldu da! Dökülen kanlar yerde kalmıyor, Türkiye sonunda NATO’ya üye kabul ediliyordu! Bugün inanılmaz gibi görünse de o tarihte Ankara bayram havası içindeydi!

***

Antlaşma, 18 Şubat 1952’de TBMM’de milli bir coşku içinde onaylandı. İktidar sözcüsü Kore’de hayatını kaybedenleri “İstiklâl Harbini kanlarıyla kazanan kahramanların evlâtları”na benzetiyor, Menderes ise kısa bir konuşmadan sonra “heyecanım daha fazla söz söylemeye müsaade etmiyor” diye özür dileyerek salonu terk ediyordu (Tutanak Dergisi; 41. Birleşim, s. 339).

Soğuk Savaş yıllarıydı ve Türkiye Sovyet tehdidi altında çok korkulu günler geçiriyordu. NATO ittifakı ve ABD ile ikili anlaşmalar da bu atmosfer içinde adeta anayasal sistemimizin birer parçası haline geldiler.

***

Ne var ki halkın Demokrat Parti ile balayı yılları fazla uzun sürmedi. Menderes, enflasyonla beslenen büyüme politikasının yarattığı huzursuzluğu baskı yöntemleriyle yok etme hayaliyle Batı’ya kafa tutmaya başlayınca huzursuzluk daha da arttı. Sokak hareketleri, korsan mitingler, polisle çatışmalar, derken ortalık daha da karıştı ve giderek ok yaydan çıktı. Ülke hızla diplomatik dilde “istikrarsızlaştırma” (destabilisation) denilen kaotik duruma sürükleniyordu.

Artık gözler TSK’ya çevrilmişti; istikrarı sağlayacak tek kuruluş oydu; sokaklarda “Ordu, gençlik el ele!” sesleri yükseliyordu. Ve sonunda da askerler harekete geçtiler.

***

27 Mayıs 1960 sabahı, radyolar, Albay Alpaslan Türkeş’in ağzından ulusa “ülkedeki kardeş kavgasına son vermek için TSK’nın idareye el koyduğunu” duyuruyorlardı.

Aslında bildiri “NATO ve CENTO’ya (Ortadoğu paktı) bağlıyız!” sözleriyle başlıyor ve her şeyden önce emperyal odaklara darbenin hiç de kendilerine karşı olmadığı mesajı veriliyordu. Oysa izleyen yıllarda, tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de devrimci akım yükselecek ve Mayıs-68’te de doruk noktasına ulaşacaktı.

Artık hedefte emperyalizm ve onun askeri örgütü NATO vardı.

***

Ne var ki dünyada emekçi hareketi nesnel ve öznel durumu itibariyle düzen değişikliğine hazır değildi ve bu koşullarda karşı devrimci darbeler de birbirini izlemeye başladı. 12 Mart 1971’de gerici generaller bir “Muhtıra” ile tüm demokratik güçlere “balyoz” indiriyor, dokuz yıl sonra da Kenan Evren ve arkadaşları 12 Eylül darbesi ile bu ilk adımı “anayasal bir sistem” haline getiriyorlardı. Hepsinin arkasında da CİA ve vurucu gücü “Gladyo” vardı; nitekim 12 Eylül’ü pervasızca “bizim çocuklar başardı!” diye alkışlayan da onların Türkiye temsilcisi olmuştu!

***

İşte Türkiye’de, CİA ve dostlarının koruması altında “vesayetçi demokrasi” böyle kuruldu ve Erim’ler, Demirel’ler, Özal’lar da bunun “başarılı” uygulayıcıları oldular.

Oysa asıl kazanan NATO idi ve “NATO Barışı” kazasız belasız 1990 yılına kadar sürdü. O yıl her taraftan kuşatılmış ve adeta soluk alamaz duruma sokulmuş SSCB çöküyor ve uluslararası ilişkilerde yepyeni bir dönem açılıyordu. Artık NATO çok farklı bir durumla karşı karşıyaydı!

***

Peki, bu değişen koşullarda NATO’nun “yeni misyonu” ne olabilirdi?

CİA’nın araştırma organı Rand Corporation ve ABD Dışişleri Bakanlığından iki analizci bu yeni misyonu şöyle ifade ettiler: “Küreselleşme ve karşılıklı bağımlılık çağında, toprak savunmasının artık güvenlikle eş anlamda olmadığı açıkça anlaşılmıştır. NATO barışa daha geniş ve karmaşık tehditler karşısında ve özellikle Körfez petrollerinin güvenliği ve NATO bölgesine bir korsan devletin tecavüzü karşısında başarılı olmalıdır” (I. Herald Tribune, 14 Aralık 1997). Aynı tarihlerde Alman Federal Parlamento Başkan Vekili Hans Ulrich Klose de “ABD Türkiye’yi bölgede bir uçak gemisi olarak görüyor” diyordu (Milliyet, 5 Temmuz 1998; N. Cerrahoğlu ile söyleşi).

O günlerde Türk politikacılar daha çok gemiye kimin kaptanlık yapacağı yarışı içinde idiler ve yarışı da beklenmedik bir şekilde Recep Tayyip Erdoğan kazandı.

***

Tayyip Bey devrim düşmanlığı suçlamasıyla mahkûm olmuş, fakat hapisten çıktıktan sonra da “gömlek değiştirdik” diyerek yeni bir parti kurmuş bir politikacıydı. Bununla da kalmamış Başkan Bush’la görüşerek bir tür “icazet” almıştı.

Oysa aslında “gömlek” değil, “taktik” değiştirmişti; artık dilini tutacak, sivri laflardan kaçınacak, hedefine adım adım yürüyecekti. Yine de Cumhuriyet mitingleri, Gezi direnişi, darbe girişimleri gibi engellerle karşılaştı; fakat bunları da geniş bir aydın kesimin yardımıyla aşmasını bildi. Bu takım, Oya Baydar’ın özeleştiri niteliğindeki deyimiyle “sazan” olmuş (T24, 11 Şubat 2021) ve “Yetmez ama evet!” sloganıyla da “Tek Adam” rejimine ilk taşları döşemişti.

***

Aslında Erdoğan tam bir “saltanat” özlemi içindeydi. Batı uygarlığını “insanlığı sanatı, kültürü, resmi, sineması ve sporu ile istila eden” bir düşman olarak görüyor (27 Nisan 2022) ve amacına ulaşmak için her olgu ve kuruma “araçsal” bir anlayışla yaklaşıyordu. Ve bu nedenle her konuda rahatlıkla birbirine tamamen ters şeyler söyleyebiliyordu. Aynı olgu ya da kurum, değişen duruma göre Tayyip Bey açısından yararlı ya da zararlı olabilirdi! Nitekim NATO’yla ilgili çelişik tutumları da bu fırsatçılığın ilginç bir örneği oldu.

***

Aslında Erdoğan geçmişte de NATO’ya karşı eleştiriler yöneltmişti. Örneğin 2009 yılında Anders Rasmussen’in Genel Sekreterliğini, Peygamber Muhammed’le ilgili karikatürler krizinde “yeterince sert davranmadı” diye önlemeye çalışmış; 2019’da da NATO bünyesinde Polonya ve Baltık devletlerinin savunma planlarını, bu devletler YPG’li teröristleri koruyorlar diye geciktirmişti. Hatta geçen yıl da (Mayıs 2021) dost Belarus’un bir muhalifi yakalamak için bir uçağı inişe zorlamasına karşı NATO bildirisini yumuşatmak istemişti. Ama bütün bunların arkasında belki de hepsinden önemli bir gerekçe daha vardı. İsveç, Norveç ve Finlandiya gibi ülkeler Türkiye’deki rejimi devamlı eleştiriyor, Erdoğan’ı insan haklarını hiçe sayan bir “otokrat” olarak görüyorlardı. Üstelik bununla da kalmamış, Türkiye’ye silah satışıyla ilgili yasaklar koymuşlardı. İşte Tayyip Bey de tam bu sıralarda, bünyesinde bize karşı eylemlerde bulunmuş teröristleri barındıran bu “düşman”lara hesap sorma fırsatını buldu.

Bu ülkeler NATO’ya üyelik için başvuruda bulunmuşlardı ve buna karşı “veto hakkımız” da onları kolayca pazarlık masasına oturtabilirdi. Bu amaçla da Erdoğan, NATO müttefiklerimize, “gelin!” diye sesleniyordu; “gelin Türkiye’nin bu meşru, haklı, insani, ahlaki harekâtlarına destek verin, en azından ayağımıza çelme takmaya çalışmayın!” (18 Mayıs 2022).

***

Aslında ne İsveç’in ne de Finlandiya’nın Türkiye’deki terörü desteklemeleri için özel bir nedenleri vardı. Anlaşmazlık bu ülkelerle Tayyip Bey arasında “terör”, “demokrasi”, “insan hakları” gibi konulardaki anlayış farkından doğuyordu. Üstelik R. T. Erdoğan iktidarda kaldıkça bu anlaşmazlığın giderilmesi de olası görünmüyordu. Nitekim Tayyip Bey de bu düşünceyle hareket etmiş ve bir çözüm umuduyla ülkemize gönderilecek İsveç ve Finlandiya temsilcilerine “boşuna zahmet etmeyin!” demişti. (18 Mayıs 2022).

İşte 2022 yılında Türkiye’deki durum budur ve halk bunca hayati sorun arasında bocalarken, yöneticilerimiz de İsveç ve Finlandiya gibi iki demokratik ülkenin NATO’ya katılımını önlemeye çalışıyor.

Yine de umuyor ve inanıyoruz ki Türk halkı, gelecek yıl yapılacak seçimlerde ülkedeki bu çağ dışı yönetime “dur!” diyecek ve oylarıyla hak ve hukukla ilgili tüm sorunlara çözüm yolunu açacaktır.

27 Mart 2022

**************************************************

GURUR, DEVLET ve SİYASET

Nietzsche’nin “fazla tevazu göstermeyin, inanırlar!” diye bir aforizması var. Bana çok haklı görünüyor. Gerçekten bir insan ne kadar alçakgönüllü olursa, başkaları da ona o kadar kolayca inanıyor. Ama acaba bunun tersi de doğru mu? Yani insanlar durmadan kendini övenlere de aynı kolaylıkla inanıyor mu?

Sanırım hayır; böyleleri genellikle pek hoşa gitmiyor ve insanlar bunları “kibirli”, “kasıntı” gibi sıfatlarla küçümsüyorlar. Ama yine de bunun bol sayıda istisnası var ve bazı insanlar çeşitli yollarla kendilerini olduğundan fazla göstermeyi başarıyor! Nitekim her ülkenin tarihi de böyle “sahte şöhret”lerle dolu değil mi?

***

Aslında bireysel planda olduğu gibi kolektif planda da durum böyle ve bireyler gibi halklar da tutum ve davranışlarıyla kendileri hakkında bir “imaj” yaratıyorlar. Böylece “mağrur insanlar” gibi, “mağrur halklar” da oluşuyor ve tarihte bunların farklı nedenlere dayanan çok sayıda örneği bulunuyor. Zaten tüm otokratik ve despotik yönetimler de genellikle halkın bu zaafı kullanılarak inşa edilmiştir.

İşte Osmanlılar da bu “mağrur halklar”dan biriydi ve “Osmanlı gururu”nu da din ve cihat esprisine dayanan fetihler oluşturdu. Kanuni zamanında bir elçinin, tayin edildiği ülkeye “Mal der Hindistan, akıl der Frengistan, haşmet der Al-i Osman!” sözleriyle uğurlanması da bunun en tipik ifadesiydi. Üstelik bu duygu daha sonraki dönemlerde de sürüp gitti.

Peki, bu konuda günümüzde nasıl bir noktada bulunuyoruz?

***

Yakınlarda Sabah gazetesinde “Tüm yollar Ankara’ya çıkar”, “Erdoğan modeli dünyaya örnek oluyor!” gibi başlıklar taşıyan yazılar görünce bu tutkumuzun hala ne kadar canlı olduğunu düşündüm. Bu arada Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da nerede bir ihtilaf çıksa, kaynağı pek anlaşılamayan bir “otorite” ile ortaya çıkıp sorunu çözmeye talip olduğunu hatırlayınca bu konuda tarihi bir gezinti ihtiyacı duydum. Böyle bir gezinti, bu ülkede Osmanlıcı ve tutucu bir partinin neden bu kadar uzun süre iktidarda kalabildiğini anlamamıza da yardımcı olabilirdi.

***

Evet, Osmanlılar “mağrur” bir halktı ve ordularının Viyana kapılarına dayandığı yıllarda neden böyle bir duygu içinde olduklarını anlamak kolaydı. Buna karşılık anlaşılması zor olan, bu gururun Devlet’in “hasta adam” sayıldığı ve varlığını ancak “Düveli Muazzama” rızasıyla koruduğu dönemde de sürmesiydi. Bu yüzden de 19. yüzyılda Osmanlı Devleti’ni gezen tüm yabancılar, yayınladıkları “seyahatname”lerde sözü mutlaka bir ara buraya getiriyor ve “Osmanlı gururu” hakkında bazı şeyler söylüyorlardı. Örneğin 1830’larda Türkiye’yi ziyaret eden Yüzbaşı Moltke, yakınlarına yolladığı bir mektupta, “Bir Türk, diyordu, Avrupalıların kendisinden ilim, beceri, zenginlik, cesaret ve kuvvet açısından üstün olduğunu kolayca kabul eder; fakat bir Avrupalının bir Müslümandan üstün olabileceği düşüncesi aklının köşesinden bile geçmez. Bu yenilmez gururun kökü dinde bulunuyor”. (Lettres sur L’Orient; Paris, 1872, s. 379). İlginç bir rastlantı, aynı tarihlerde İstanbul’da görevde bulunan Birleşik Krallık diplomatı David Urquhart da farklı düşünmüyordu ve ona göre de Türklerin “tüm başarısızlıkları gururdan kaynaklanıyordu”. Ve bu nedenle o da “dinden kaynaklanan bu gurur iyice kırılmalı” diyordu. (La Turquie et ses Ressources; Paris, 1836, c. II, s. 216, 218).

***

Aslında Moltke de Urquhart da haklıydılar; “mağrurlanma padişahım, senden büyük Allah var!” deyimi “Osmanlı gururu”nun gerçekten de dinden kaynaklandığını gösteriyordu. Ne var ki bu gururun temelsizliği de önce din adamları tarafından anlaşılmıştı. Nitekim bir şeyhülislam, Meşrutiyet’ten sonra yaşanan düş kırıklığı içinde, bu boş gururu şöyle eleştiriyordu: “Cenabı Hak kibir ve gururu sevmez; biz bu cihetten gazaba uğradık (…) İstibdadın kalkması ile hemen bir bolluk ve büyüklük elde etmişiz gibi kendimizi büyük devletlerden sayarak dünyaya meydan okuduk. Gazetelerle hakaret etmedik devlet bırakmadık. İkide birde, kesin bir sayı imiş gibi, mevcut olmayan otuz milyonluk Osmanlılıkla öğündük. Ne yazık ki üç asırdan beri çeşitli bozgun, acınacak hal ve cehalet aynası olan tarih levhalarımıza bakmayarak durmadan altı yüz senelik şan ve şereften söz edip, yüksekten uçarak kendimizi aldatmaktan bir an geri kalmadık”. (Cemaleddin Efendi, Siyasi Hatıralarım, 1978, s. 117).

***

Oysa Cemaleddin Efendi bir istisna değildi. O yıllarda bu gibi övünmelere artık kimse inanmıyordu. Ne var ki yönetici zümrenin hegemonyasını sürdürebilmesi için bu hayali canlı tutmaktan başka çaresi de kalmamıştı. Artık Avrupalılara verilen ayrıcalıklar bile, Cevdet Paşa’nın ifadesiyle, “müphem surette yazılarak Avrupalılara bir veçhile, ehli İslam’a diğer veçhile tefsir edil(iyordu)”. (Tezakir, no 10). Din artık yönetici zümrenin çıkarlarını gizleyen bir “afyon” haline gelmişti. İşte Osmanlı Devleti son döneminde bu durumdaydı ve Sarıkamış’ta, Kanal’da, Arap çöllerinde hayatını kaybeden yüzbinlerce Anadolu çocuğu da bu boş gururun kurbanı oldular.

***

Aslında geri kalmamıza, sık sık söylendiği gibi “İslam” neden olmadı. Yüz yıl önce Şemsettin Günaltay’ın söylediği gibi, “bize öğretilen İslam” oldu. Bu ise çağından kopmuş, yönetici zümrenin çıkarlarını kollayan birtakım klişelere dönüşmüş, ezberci bir İslam’dı. İşte bu ezberi de Türk Devrimi bozacak ve inanç özgürlüğü temelinde yeni bir devlet kuracaktı.

***

Oysa aradan yüz yıl geçti ve devrimci kazanımlar bu kez de karşıdevrimci bir saldırı ile karşı karşıya kaldı. Kindar kalemler bu dürtüyle Kemalizm yergisi ve Osmanlı övgüsünde birbiriyle yarışmaya başladı. Diyanet Başkanı da bu ortamda Ayasofya’da, elinde kılıç minbere çıkıp hutbe okuyabildi. İşte “Türkiye dünyaya model oluyor!” başlıklı yazılar da bu koşullarda yazıldı.

***

Bu övünmeler hiç de yeni bir şey değildi. Yukarıda anlatıldığı gibi, Osmanlı yönetici zümresi, devlet çökerken de kendi yarattığı bir hayal dünyasında yaşıyordu. Oysa bu boş gurura daha yüz yıl önce Mustafa Kemal Paşa şu anlamlı yanıtı vermişti: “Efendiler; bizler büyük hayaller peşinde koşan, yapamayacağımız şeyleri yapar gibi görünen sahtekâr insanlardan değiliz. Büyük ve hayalî şeyleri yapmadan yapmış gibi görünmek yüzünden bütün dünyanın düşmanlığını, kötü niyetini, kinini bu memleketin ve milletin üzerine çektik. Biz panislâmizm yapmadık, belki: ‘yapıyoruz, yapacağız’ dedik; düşmanlar da; «yaptırmamak için biran evvel öldürelim» dediler. Panturanizm yapmadık; yaparız, yapıyoruz, dedik, yapacağız dedik ve yine ‘öldürelim’ dediler. Bütün dava bundan ibarettir”. (Nutuk).

İmparatorluğun son iki yüz yılı bundan daha iyi anlatılamazdı! Ama bu ülkede bu sözlerden ders çıkaramayanların yüz yıl sonra bile iktidar olabilecekleri kimin aklına gelirdi?

İKTİDAR, “STOKÇU” ve “ZABITA ÖNLEMLERİ”..

Üç parti: CHP, Demokrat Parti, Ak Parti!

Üç dönem: Saracoğlu, Menderes, Erdoğan!

Üç düşman: “Karaborsacı”, “muhtekir”, “stokçu”!

Ve her seferinde aynı silah: Milli Korunma Kanunu (1940, 1956); Stokçuluğa karşı yasa (2021).

Evet, “tarih, tekerrürden ibarettir” demişler; ama farklı koşullarda, farklı isimler altında, farklı giysilerle tekerrür ediyor! Ve bizler krizden krize sürüklenirken, “muktedirler” kurtuluşu her seferinde “zabıta önlemleri”nde arıyor. Üstelik gelenler de gideni hep mumla aratıyor!

***

Yıl 1940.

Büyük Savaş yılı, fakat Türkiye savaşın dışında. Ama yine de savaşa hazır olmak, büyük bir ordu beslemek zorunda! Bunun için de Toprak Mahsulleri Ofisi çiftçilerden geniş çapta alımlar yapıyor.

Oysa Hazine tam takır; alımlar “Hazine kefaletini haiz bono”larla yapılıyor; yani para basılarak! Ve tedavüldeki para miktarı da hızla artıyor. Gerisi malum: Başbakan Saracoğlu’nun, Meclis’te, “memleket dahilinde koskoca bir kara pazar yerleşti” diye dert yandığı günlerdeyiz! Gelsin Milli Korunma Kanunu!

Kanun geliyor; ama fiyatlar da artmaya devam ediyor, üstelik kontrolden de çıkıyor. Gerisi malum: sefalete sürüklenen halk, Varlık Vergisi, devalüasyon…

Ve güle güle CHP!

***

Yıl 1956.

Menderes 1954 seçimlerinden oylarını artırarak çıkmış; kendisine güveni artmış, artık muhalefete tahammül edemiyor. Aydın’da Çakırbeyli çiftliğini yönettiği günleri anımsıyor ve kararlı: basın ve yargı kontrol altına alınacak! O halde kurulsun “tahkikat komisyonları”, gelsin baskı yasaları!

Ama seçimlerin de kazanılması lazım ve bunun için halka ekmek, devlete para bulmak gerekli! Çare aynı: Toprak Mahsulleri Ofisi yine buğday alımlarını artırıyor; Merkez Bankası yine devrede; emisyon çarkları yine dönüyor. Sonuç: artan hayat pahalılığı; pul olan para, devalüasyon ve 27 Mayıs!

Güle güle Menderes!

***

Yıl 2021.

Başkomutan Erdoğan ilan etti, artık “savaş”tayız; “kurtuluş savaşı” veriyoruz; yirmi yıllık AKP iktidarında varılan nokta bu! Ve bu arada da Tayyip Bey “itibardan tasarruf edilmez!” ilkesiyle tüm itibarımızı harcamış bulunuyor: yapayalnızız. Tek umudumuz Afrika; Başkan Afrika’da turlar atıyor; Beştepe’de Afrika’lı öğrencilere kur ve faiz dersleri veriyor.

Oysa para yine pul olmuş; hapishaneler dolu, yolsuzluk dosyaları kabarık ve hayat pahalılığı da her geçen gün biraz daha artıyor. Halk ise bezgin; umut yolları arıyor.

Ne o? Yoksa bu ortamda bunalıp da örneğin içkide huzur arayanlar mı var? “Zabıta önlemleri” dedik ya! Basacaksın vergileri, o zehiri içilmez hale getireceksin! Yok efendim, kimileri çıkmış, çakma içki yapmış; onlarca kişi de bu yüzden ölmüş? Ne gam! Yapılması gereken yapıldı; yola devam!

Kısaca Erdoğan “Nas” diyor, “terör” diyor, “güvenlik” diyor, başka bir şey demiyor. Ve ülke de daha önceki krizleri aratacak bir bunalım içinde bocalayıp duruyor!

***

Ne dersiniz? Bu koşullarda tarih yine tekerrür edecek mi? Yoksa Tayyip Bey’e de “güle güle!” demenin zamanı hala gelmedi mi?

Oysa görünüşe göre halkın yanıtı ortada. Dolar biraz düşünce, fiyatlar da düşecek umuduyla sokaklarda halay çekenlere bakarsanız, bu zaman çoktan geldi, hatta geçiyor!

Yolun açık olsun Erdoğan!

Dünden Bugüne Türklerin “Göç”le Sınavı

15 Ağustos 2021

                                                                                          

“Mültecilere 40 milyar dolar harcayan Türkiye, evelallah bir 40 daha harcar; bu milletin bereketli bir kesesi var!”.

     Bu sözleri Başkan Erdoğan 4 Mart 2020 tarihinde, AKP grup toplantısında söylüyordu. Oysa hayli talihsiz bir açıklama oldu!  Bir hafta sonra Türkiye’de ilk Korona vak’ası kaydediliyor ve izleyen aylarda da, “bereketli kese”, değil mültecilerin, perişan halkın bile yardımına koşamıyordu! Suriye iç savaşıyla tetiklenen göç dalgaları birbirini izlemiş, sonunda da Türkiye kaygıyla Afgan sığınmacıları bekler hale gelmişti. Halkın büyük çoğunluğu farklı düşünse de, “Türkiye’nin Taliban’ın inancıyla alakalı ters bir yanı yok” diyordu Tayyip Bey. (20 Temmuz 2021). Ve bu arada Uluslararası Göç Örgütü (İMO) her hafta 30 bin kadar Afgan’ın ülkesini terk ettiğini açıklar ve AB yetkilileri de yeniden “para yardımı”ndan söz etmeye başlarken, Van’a sığınan Afganlar da bir Fransız gazeteciye Türkiye’nin kendileri için “düşler ülkesi” olduğunu anlatıyordu. (Le Monde, 9 Ağustos 2021).

     ***

   Göçlerle oluşmuş ve tarihinde sayısız göçler yaşamış bir milletiz. Osmanlı kuruluş döneminde, bir yandan “kolonizatör dervişler” (Ö. Lütfi Barkan) barışçı yerleşimlere öncülük ederken, öte yandan da savaşta ölenlerin ya da korkup kaçanların yerini almak üzere başka yerlerden “sürülüp getirilenler” nüfusu azalmış şehirleri ve boşalmış köyleri “şenlendiriyordu”.

     16. yüzyıl sonlarında timar sistemi çökmeye başlayınca, bu kez de Saray, “ferman”lar, “adaletname”ler ve “Men-i Mürûr tezkereleri” (geçiş yasakları) ile bu göçleri düzene sokmaya çalıştı. Ne var ki bunlar da akıntıya karşı kürek çekme kabilinden önlemler olarak kaldılar.

     ***

     Batı’da kapitalizmin gelişmesi, bizde 1838 Ticaret Anlaşması, Batı’da tahıl ticaretinin serbestleşmesi (1846) ile Osmanlı-Avrupa ilişkilerinde yeni bir dönem başlattı. Balkanlar potansiyel bir tahıl deposu haline geliyor ve bölge için “iskân projeleri” tasarlanıyordu.

     Artık gözler Balkanlara çevrilmişti ve o dönemde Avrupa’nın fakir bir ülkesi olan Almanya’da bölgeye özel bir ilgi vardı. Nitekim 1856’da Islahat Fermanı’nın ilânından hemen sonra, bazı Alman aileler Osmanlı hükümetine başvuruyor ve kendilerine ekip biçecekleri toprak verilmesini istiyorlardı. İlk Osmanlı “Muhaceret Nizamnamesi” de bu dürtüyle hazırlandı.

     Neler içeriyordu bu Nizamname?

    Şubat 1857’de yürürlüğe giren on dört maddelik Nizamname’ye göre Rumeli’de ve Asya’da sicili temiz Avrupalı göçmenlere toprak verilecek ve onlar da Sultan’a sadakat yemini ederek bu toprağı işleyeceklerdi. İlk yıllarda her türlü vergiden muaf tutuldukları işletmeciliği yirmi yıl boyunca başarıyla yürüttükleri takdirde de işledikleri arazinin sahibi olacaklardı.

       Öneriler cazipti. Ali ve Fuat Paşa liberalizminin egemen olduğu yıllarda devlet de bunları hayata geçirmek için elinden geleni yaptı. Ne var ki olmuyor, Nizamname çeşitli nedenlerle beklenen sonucu vermiyordu. Bir yandan Kırım Savaşı’nın tetiklediği kitlesel göçler, öte yandan da bu savaşla nüfuzu artan Fransa İmparatoru III. Napolyon’un “milliyetler ilkesi” bu nedenlerin başında idiler. Balkan halkları arasında “ulusal kurtuluş” düşüncesi dışarıdan körükleniyor, bu da Osmanlı yönetici zümresinin kaygılarını artırıyordu. Üstelik artık sahnede Metternich gibi “herkes olduğu yerde kalsın!” diyen muhafazakâr aktörler yoktu. Bu koşullarda Osmanlıların çağa uygun bir “entegrasyon” politikası düşünememiş olmaları; dahası, böyle düşünenleri de düşman saymaları, belli ki sonunda kendilerine pahalıya mal olacaktı! Nitekim yirmi yıl sonra Rusya’yla yeni bir savaş (1877-78) başlıyor ve neden olduğu göç dalgalarıyla sığınmacılık tarihimizde yeni bir sayfa açılıyordu.

     ***

     Gerçekten de “93 Harbi” (1877-1878), başlangıçta İngiltere’nin kışkırtıcı tutumu, sonra da Başbakan Gladston’un ırkçı hezeyanıyla, halk arasında “Tanzimatçılığı” gözden düşürmüş ve Abdülhamit’in sözde “İslamcı”, gerçekte fırsatçı “istibdat”ına yol açmıştı. Savaş sonrasında ülke felaket içindeydi; kendini savunmaktan bile acizdi.  Irkçı Gladston Türkleri aşağılarken, feci koşullarda göçe sürüklenen Müslümanların durumunu ünlü coğrafyacı Elysée Réclus şöyle anlattı: “Türkleri tekrar Asya’ya kovmak sık sık söz konusu oldu. Fakat nasıl yok edildiklerine bakılır­sa, bunlardan Boğazları geçecek pek insan kalıp kalmaya­cağını kendi kendimize sormamız gerekiyor. Kırımlar, aç­lık, tifüs, hareket halindeki orduları izleyen tüm hastalık­lar şimdiden Müslüman halkta bir nüfus düşüşüne yol aç­tı; şimdi devamlı baskı ve sefalet tahrip işlemini tamamla­yacak”. (Marseillaise; 3 Nisan 1878).

     ***

     İşte Sultan Abdülhamit, zulüm idaresini tam da bu durumun halkta yarattığı düş kırıklığı ve husumet üzerine kurdu. Ulusal akımlar Balkanları şiddetle sarsarken, Yıldız Sarayı’nda ulusal uyanışlar lanetleniyor; devletin kurtuluşu, seküler bir yaklaşımla, dinsel ve etnik ayrımcılık yapmayan bir ulus tasarımında değil, çağdışı bir din anlayışında ve “cemaatçilik”te aranıyordu. Mithat Paşa ve Yeni Osmanlıların çağdaş bir zihniyetle hazırladıkları Anayasa da bu karanlık anlayışın kurbanı oldu.

     Gözler artık Avrupa’ya değil, Şam’a, Bağdad’a, Hicaz’a çevrilmişti ve “Kanun-u Esasi” ile beraber, “hangi din ve mezhepten olursa olsunlar”, tüm Osmanlıları eşit vatandaş sayan anlayış da rafa kaldırılıyordu. O yıllarda “hafiye ordusu”, Hamidiye alayları ve Zaptiye Nezareti kendilerine düşeni yaptılar ve   “çağdaş vatandaş” ülküsü de kısa sürede yerini geleneksel cemaat ve kul politikasına bıraktı. Sultan Hamit ile Müslüman tebaayı birleştirmeye aday en etkin araç ise Bağdad ve Hicaz demiryolları olacaktı.

      19. yüzyılın, uygarlıkta insanlığın en ileri hamlelerine sahne olan son çeyreğini Osmanlı Devleti işte böyle harcadı. Daha da kötüsü, Sultan Hamit’in mirası, izleyen yıllarda İttihatçı milliyetçiliği de şekillendiren bir kaynak teşkil etti. İttihatçı komiteciler Alman komutanların yönetiminde dünya savaşına bu anlayışla katıldılar ve savaş içinde yaşanan iki felaket de aynı anlayışın ürünü oldu: 1915 yılında bir yandan Doğu’da Ermeni örgütler terör yapıyor diye tüm Ortodoks Ermeniler Suriye çöllerine sürülüyor,  öte yandan da Kuran ayetlerine dayanılarak Mısır’a, fetih amacıyla, bir sefer (Kanal Harekâtı) düzenleniyordu.

     ***

     Sanırım dikkatleri bir yaklaşım sorununa çekmeye çalıştığım tarihi parantezi burada kapatabiliriz. Gerçekten de, 1919’da, Mustafa Kemal Paşa’nın başlattığı ve laik cumhuriyetle noktalanan devrimci hareketin olağanüstü niteliğini anlamak için bu tarihi arka planı asla gözden uzak tutmamamız gerekiyor. Üstelik aynı yaklaşım, çok partili hayata geçildikten sonra her türlü fırsatı devrim düşmanlığı için kullanan siyaset bezirgânlarını anlamak için de gereklidir! Örneğin bugün yaşadığımız “göçmen sorunu”, bu tarihi aynada, salt göç ve sığınmacılık sorunlarını aşan boyutlarda, “ulusallık”, “çağdaşlık” ve “uygarlık” sorunları şeklinde karşımıza çıkıyor. Geçmişteki göç ve iskân hareketlerini anlamadan ve kapitalizmin bu alandaki dönüştürücü işlevini hesaba katmadan,  bugün uygulanan politikayı gerçekçi şekilde değerlendirmenin mümkün olmadığını düşünüyorum.

     ***

     Bu politika nasıl oluştu?

     Öyle anlaşılıyor ki, tüm muhafazakar liderler gibi, Tayyip Bey de gençlik yıllarından itibaren düş aleminde bir “Devr-i Saadet” aramış ve bunu “Devr-i Sultan Hamit” te bulmuştu. Hep demokrasi ve seçimlerden söz etse de, temel referanslarının ortaya koyduğu gibi, aslında kendisi için esas olan “İslam cemaati” ve müminlerin “teslimiyeti” idi. “Cemaatçi (yeniden) yapılanma” da  “külliye”ler çerçevesinde gerçekleşecekti. İç ve dış politika böylece siyasallaşmış bir İslam potasında bütünleşti ve en çarpıcı ifadesini de Suriye politikasında buldu!

     Gerçekten de, Suriye’de taraf olduğumuz iç savaş kaybedildikten sonra Türkiye’ye akan milyonlarca Suriyeliye, Erdoğan hiçbir zaman “mülteci” gözüyle bakmadı. Ona göre ortada bir din kavgası vardı ve bu kavgada Suriyeli “Muhacirler” ile Türk “Ensar” “müşrik”lere karşı yan yana savaşıyordu. “Muhacir”ler Peygamber ve onunla beraber Medine’ye göçen Mekkelileri, Türkler de onlara Medine’de destek olan “Ensar”ı temsil ediyordu. Tayyip Bey bu ayrımı sık sık tekrarlıyor ve bunu anlamayan Kılıçdaroğlu’nu da şöyle azarlıyordu: “Ana muhalefetin başı, ‘Türkiye’deki Suriyelileri tekrar ülkelerine göndereceğiz’ diyor. Bunun insanlıktan nasibi var mı? İnsanlıktan nasibini almamış olan bir kişi ancak bunu söyleyebilir. Bunlar (Suriyeliler) muhacir, biz ise ensarız. Ensar ile muhacir nedir o adam bilmez; o hassasiyeti anlamaz”. (Milliyet, 21 Ekim 2018).

     Düşünce buydu. Oysa öyle görünüyor ki Tayyip Bey de Arap dünyasında genellikle  Arap olmayan Müsümanların  “Mevali” adı altında toplanıp küçümsendiğini anlamıyor, ya da önemsemiyordu?

     ***

     Aslında iç ve dış göçlerin bambaşka dürtülerle gerçekleştiği çağımızda, bizi bu günlere getiren  “muhacir-ensar” ayrımı tam bir ortaçağ zihniyetinin ürünüdür ve küreselleşmiş bir kapitalizmin başat olduğu koşullarda uygulanamaz. Uygulamaya kalkarsanız da ortaya 21. yüzyıl teknolojisi ile 16. yüzyıl “külliye”leri inşa etmek, ya da yangın uçağı bulamayan bir ülkede SİHA’larla eski Osmanlı eyaletlerinde fütuhata kalkışmak gibi garip durumlar ortaya çıkar! Ve sonunda da -atı alan Üsküdar’ı geçtikten sonra- Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu” (2013) gibi çağa uygun yasalar çıkarmak zorunda kalırsınız!

      Gerçek şu ki kapitalist dünyada göç hareketleri “egoist hesabın buzlu suları”nda (Marx) şekilleniyor ve ileri bir ülkenin sınırlarını geçen her bahtsız için kılı kırk yaran araştırmalar yapılıyor. İsviçreli sinemacı Xavier Koller, yıllar önce, kartpostallarda gördüğü bir diyara “umuda yolculuk” yapmağa kalkışan Maraş’lı ailenin aslında nasıl felâkete koştuğunu gözler önüne sermişti. Finli yönetmen Aki Kaurismäki de Helsinki’ye sığınan Faslı bir emekçinin, kaçak işçi çalıştıran bir lokantacıyla saldırgan ırkçılar arasında hayata tutunmaya çalışarak, nasıl “umudun öteki yüzü”yle (2017) tanıştığını anlattı. 2015 Eylül’ünde cansız bedeni Bodrum sahillerine sürüklenen Aylan Bebek’in dramı ise henüz yazılmadı!

        ***

     Batı’nın “sığınmacılık” konusundaki tutumu böyledir ve Erdoğan Batı dünyasındaki riyakâr ve egoist tutumu kınamakta kuşkusuz haklıdır. Ne var ki bu tutumu mümkün kılan “açık kapı” politikasının da -çağdışı “muhacir” anlayışıyla ve AB ile işbirliği içinde- yine Erdoğan tarafından uygulandığı da asla unutulmamalıdır!

     Bu politikanın hukuki dayanağını 2013 yılında AB ile imzalanan “Geri Gönderme Anlaşması” (Dublin III Tüzüğü) teşkil ediyordu. Bu ve bunu izleyen anlaşmalar “Güvenli 3. Ülke”, “İlk İltica Ülkesi” gibi kavramlarla milyonlarca göçmeni Türkiye’ye bağlıyor ve karşılığında da -bahşiş kabilinden- bir yardım öneriyordu. Anlaşmalara göre bir ülkenin “güvenli ülke” sayılabilmesi için, o ülkede insanların “ırk, din, milliyet, toplumsal köken, siyasi düşünce gibi nedenlerle tehdit altında bulunmaması; işkence ve insanlık dışı ya da aşağılayıcı davranışlara maruz kalmaması; sivillere yönelik şiddet, çatışma kaynaklı ciddi tehditler olmaması” gibi şartlar aranıyordu. Oysa AB sözcülerine göre Türkiye’de bu şartlar Türkler için bile mevcut değildi ve bu yüzden de AB parlamentosunda “yaptırım” önerileri oylanıyordu. Eğer bu öneriler uygulanmaya konmuyorsa, bunu sağlayan da AB üyeleri arasında en katı göçmen politikasını yürüten Macaristan idi.

     ***

     Gerçekten de yıllardan beri AB kapılarında bekleyen Türkiye, Birlik’teki en büyük dayanağı, Birliğin göç konusunda en dışlayıcı tutumu benimseyen ülkesinde bulmuştu. Öyle anlaşılıyor ki aradaki sözlü “pazarlık”ta Türkiye göçmenleri içerde tutacak; Macaristan da “yaptırım”ları önleyecekti. Merkel de “tamam!” diyecek, zevahiri kurtaracaktı! Gerisinin önemi yoktu. Başbakan Victor Orban, göçmen krizinin zirve yaptığı 2015 yılında, Wall Street Journal muhabirine, “Artık Avrupalıların umudu Erdoğan; her Pazar Erdoğan’ın iktidarı için dua etmeliyiz!” diyor (2 Ekim 2015) ve beş yıl sonra Türkiye’yi ziyaret eden Macar Dışişleri Bakanı Szijjarto da, basın konferansında Türkiye’ye teşekkür ederek, eğer Türkiye “4 milyon göçmeni” ağırlamasa, “Balkanlar üzerinden büyük kitleler halinde yüz binlerce yasa dışı göçmen Macaristan’ın güney sınırlarında belirecekti” açıklamasını yapıyordu. (AA, 8 Aralık 2020).

     İşte bugünlere böyle geldik. Ve bugünlerde de, “mülteci sorunu”, bir yandan iktisadi kriz, öte yandan da bazı sorumsuz politikacıların katkılarıyla beslenen ırkçılık ortamında, siyasi rejimimiz üzerinde yeni bir tehdit oluşturmaya başladı.

     Türkiye’yi zor günler bekliyor.

*************************************

MONARŞİ, OTOKRASİ ve “ÇÜRÜME”..

11 Temmuz 2021

     “Danimarka krallığında çürümüş bir şeyler var!”.

      “Hamlet”te, bir kale muhafızının ağzından çıkan bu sözler son zamanlarda sık sık kulaklarımda çınlıyordu ve kendi kendime sordum: yoksa yüzyıllar önce mutlak monarşilerde olduğu gibi, bugün de çağdaş otokrasilerde “çürümüş bir şeyler” mi vardı?  Sonunda bu soru beni rahatsız etti ve ilk bakışta fantezi gibi görünecek bazı sezgilerimi deşmek ihtiyacı duydum. Gerçekten de toplumsal çelişkilerin ve düşmanca duyguların bunalıma sürüklediği bir 17. yüzyıl krallığı ile 21. yüzyıldaki bir cumhuriyet arasında bir benzerlik var mıydı?

     ***

     Shakespeare, Hamlet’i 17. yüzyıl başlarken yazmıştı ve bu başyapıtında, yazar, aslında Danimarka’dan çok İngiltere’yi anlatmıştır. Zaten yorumcular da eserin kahramanları ile İngiliz siyasetçiler arasında paralellikler kurarlar. O dönemde, Avrupa’da,  kapitalizm gelişiyor, feodal ilişkiler çözülüyor, Protestanlık hızla yayılıyordu. Bu nedenle sınıf kavgaları da daha çok din çatışması kılıfı altında yürütülüyordu. Nitekim Shakespeare’in oyununda da  Hamlet ve dostu Horatio üniversite öğrenimlerini Almanya’da, Luther’in ilkelerini yaymaya başladığı Wittenberg şehrinde yapmışlardı ve yine o “kutsal” şehre dönmek istiyorlardı.

     Aslında Hamlet’te İngiltere ve Danimarka’yı aşarak bir “Avrupa iç savaşı”na yol açacak tüm temalar  (din, siyaset, ihanet, intikam) mevcuttur. Zaten bu savaş da Hamlet’in yazılışından kısa bir süre sonra başlayacak ve otuz yıl boyunca (1618-1648)  Avrupa’yı temellerinden sarsacaktır.

     ***

  “Otuz Yıl Savaşları”, ekonomide feodal üretim biçiminden kapitalizme, siyaset planında da dağınık dükalık ve prensliklerden “mutlakiyetçi” krallıklara geçilirken yapılmıştı. Böyle radikal dönüşümlerde, toplumlarda tüm değerler sarsılır ve insanlar birbirlerini her alanda “hasım”  olarak görmeye başlarlar. Nitekim İngiliz düşünür Thomas Hobbes da insanları “birbirinin kurdu” (Homo Homini Lupus) olarak ele alan  ünlü eseri Leviathan’ı (1651) böyle bir ortamda kaleme almıştı. Betimlediği devlet tipinde din, ilahiyat, siyaset ve iktisat iç içe idiler ve “mutlakiyet” sadece siyaseti değil, tüm toplumu şekillendiren totaliter bir “İktidar”ı ifade ediyordu. Bu ortamda “Mutlak Güç” her ürünü pazarlanacak bir “mal”, her “mal”ı da bir “fetiş” haline getiriyordu. Böyle toplumlarda, “mallar” arasındaki ilişkiler, giderek “insanlar” arasındaki ilişkilerin yerini alıyor ve “Hıristiyanlığın soyut insan kültü de -özellikle Protestanizm ve Deizm gibi burjuva formatlarında- buna en uygun tebliği oluşturuyordu” (Marx; Kapital). Kısaca tarihte ilkel sermaye birikimine dini duygular eşlik etti.    

     Oysa modern çağa girilirken, F. Braudel’in deyimiyle, “iktidar da  (sermaye gibi) birikiyordu” ve din, ilahiyat ve servet aynı bütünün farklı yüzlerini teşkil ettiler. “Mutlak monarşiler” bir “şirket” gibiydiler ve çağdaş bir tarihçinin ifadesiyle, “toprakları, vergileri, ticari tekelleri, teknisyenleri, levazımcıları ve bunların ortağı maliyecilerle bir çeşit büyük kapitalist işletme haline gelmişlerdi”. (R. Mousnier). Bu durumda “mutlak iktidar” da, Lord Acton’un ifadesiyle, “mutlak yozlaşma” yaratıyor ve tüm etik kurallarını “kâr”,  “kazanç” ve “itibar” hırslarına tâbi kılıyordu. 17. yüzyılda Avrupa’yı sarsan dönüşümü de bu dürtüler yarattı ve Hamlet’te kralın entrikacı danışmanı Polonius, ancak böyle bir çürüme içinde “bu devirde dürüst birine ancak on binde bir kişide rastlanır” diyebiliyordu!

         İşte Shakespeare’e ilham kaynağı teşkil eden Avrupa, 17. yüzyıl başlarında böyle bir manzara sergiliyordu. Şimdi tekrar başa dönerek sorumuzu yineleyelim: yukarda sergilenen “mutlakiyetçi” rejimlerle çağdaş “otokrasi”ler arasında gerçekten de bir benzerlik olabilir mi?

     ***

     Sorgulamaya ekonomiden başlayalım.

     17. yüzyılda, henüz Batı Avrupa’da bile hegemonya kuramamış olan kapitalist üretim biçimi, günümüzde “küresel” bir “sistem” haline gelmiş ve siyaseti de küresel planda yönlendirmeye başlamış bulunuyor. Ne var ki bu aşamaya düz bir çizgide, barışçıl ve insancıl yöntemlerle gelinmedi. Kıtalar arası ulaşım araçları insanlığı küresel bağlarla birleştirdikçe “köhne ulusal sanayiler” de yıkılıyor ve “içe kapanıklığın yerini çok yönlü ilişkiler, ulusların çok yönlü bağımlılığı” alıyordu (Manifesto, 1848).  Bu arada sermaye de giderek yoğunlaşıyor, tekeller oluşuyor ve 19. yüzyıl sonlarında, kapitalizm, Lenin ve Rosa Luxemburg gibi kuramcıların “emperyalizm” başlığı altında inceledikleri aşamaya ulaşıyordu.

     Sonra?

     Sonra, aradan yüzyıl daha geçti ve kapitalizm, bu kez de özellikle bilim ve teknolojideki devrimlerin dürtüsüyle, kimi iktisatçıların “(maddi) semayesiz kapitalizm”, kimilerinin de “gözetleme kapitalizmi” adını verdikleri yeni bir aşamaya ulaştı. Artık insanlık, “GAFA” (Google, Apple, Facebook, Amazon) gibi, esas olarak fikrî mülkiyet ve sofistike yazılımlara dayanan ve küçük bir “işçi aristokrasisi” ile inanılmaz kârlar sağlayan tekelci şirketlerle, dev bankaların şekillendirdiği bir dünyada yaşıyor.

Oysa bu aşamaya da doğrusal bir “ilerleme” ile gelinmedi. İktisadi krizler, devrim ve karşı-devrimler, dünya savaşları, zulme karşı ayaklanmalar sarmalında, kısaca “ileri” ve “geri” adımlarla gelindi. Ve sonunda da birkaç devletin gelirine eşit birikimin tek ellerde toplandığı durumlar ortaya çıktı.

     ***

     Ne var ki madalyonun bir de öteki yüzü vardı. Kapitalizm, sermaye ihracı yoluyla bu yıkıcı işlevi, “yapıcı” sayılan bir işlemle tamamlıyor ve büyük kapitalist metropollere bağımlı, ikincil metropoller yaratıyordu. Bu süreçte, emperyal metropollerin hedefi elbette ki fakir ülkeleri kalkındırmak değildi. Aslında hedeflenen şey, yüz yıl önce Lenin’in işaret ettiği gibi, sadece “kapitalizmin dünya çapında daha çok yayılması ve derinleşmesi” idi.[1]

      Yine de bu arada bazı ekonomiler büyüyor ve sonunda -Sovyetler Birliği ve Çin Halk Cumhuriyeti’nin de küresel pazarla bütünleşmeleri ile kapitalizm tarihte benzeri olmayan bir ivme kazanıyordu. Bu bağlamda dünya da artık “merkez-periferi”, “gelişmiş ülkeler-üçüncü dünya” şeklinde ikili değil, araya “yükselen pazarlar”ın da girmesiyle, üçlü bir görünüme büründü.

    ***

    “Yükselen  pazarlar” (emerging markets) kavramı ilk kez 1981 yılında Dünya Bankası’nda çalışan iktisatçı A. van Agtmael tarafından ortaya atılmış ve genel kabul görmüştü. (The Economist, 5 Ekim 2017). Aslında kavramı icad eden iktisatçının amacı, yüksek potansiyelli borsalara sahip bazı az gelişmiş ülkelerden bir grup oluşturarak onlara güven sağlamaktı.  Bu amaçla başlangıçta da,  fon yöneticilerinden oluşan bir gruba “Üçüncü Dünya Varlık Fonu” adı altında tek bir şirket kurmalarını önermiş, fakat bu “parlak” fikir finansçılar tarafından reddedilmişti. “Yükselen Pazarlar” (ya da “Yükselen Ekonomiler”) kavramı bu ortamda benimsendi ve izleyen yıllarda da, bazı ülkeler, Dünya Bankası’nın beklentilerine uygun şekilde, hızla büyümeye başladılar. Çok geçmeden de, Reagan-Thatcher neo-liberalizminin saldırısı ile Berlin Duvarı yıkılacak ve “küreselleşme” dönemi başlayacaktı.

    “Küreselleşme” süreci, “özgürlük” denilince sadece “girişim özgürlüğü”nü anlayan burjuva ideologları için aynı zamanda bir “özgürleşme” dönemi idi ve “yükselen pazarlar” da bunun bir işareti sayıldı. Oysa sermaye birikimi sürecinde siyasi yapıların da çok önemli olduğunu hesaba katmayan bu anlayış daha o tarihlerde gerçeklere ters düşüyordu ve izleyen yıllarda daha da anlamsız hale geldi.

     Gerçekten de, son otuz kırk yıl içinde bir kısım “az gelişmiş” ülkeleri “yükselen”, hatta bazılarını da “gelişmiş” ekonomilere dönüştüren bu süreç, yüzyıllar önce “mutlak monarşi”lerin kuruluşuna yol açan süreçle benzer öğeler taşıyor. Üstelik “Trumpizm” dalgasıyla kapitalizmin en ileri kalesini bile sarsarak, faşist ve otokratik gelişmeleri günümüzde özgürlükler için en büyük tehlike haline getiriyor.   

     ***

     Günümüzde iktisatçılar sayıları otuzu aşan “yükselen ekonomi” sayıyorlar ve bu ülkelerin hemen hepsi de bu “yükseliş”lerini Batılı metropollerden sermaye ve teknoloji ithal ederek sağladılar. Aslında konumları bir bakıma 17. Yüzyıl Avrupa ülkelerinden çok daha elverişliydi. Kapitalizm, Batı Avrupa’ya özgü tarihsel koşullar içinde gelişmiş, fakat bu gelişme tarihte yepyeni bir durum yaratmıştı. Artık geri kalmış toplumlar, “kapitalizmle çağdaş oldukları için” beklenmedik bir fırsatla karşı karşıya idiler. Marx, daha 150 yıl kadar önce, Rus popülistlere bu “fırsat”ı şöyle açıklamıştı. Artık Rusya buhar makinesini, demir yollarını vb kullanmak için Batı’daki gibi uzun süre beklemek zorunda değildi; Ruslar, “Batı’da gelişmeleri yüzyıllar alan banka ve kredi kurumlarının kendi ülkelerinde göz açıp kapanana kadar kurulduğunu unutmamalı” idiler.[2] Nitekim 2000’li yıllara girilirken bilgisayar devrimi bu “fırsat”ı az gelişmiş dünyaya çok daha ileri bir düzeyde sunuyordu. En hızlı “yükselen” ekonomiler de bu olanağı en iyi kullanan ülkeler oldular.

        Ne var ki ekonomide Batılı sermaye ve teknolojiden yararlanan ülkeler, siyasette de Batılı kurumları yaratabilecek konumda değillerdi. Batı’da hak ve özgürlük kazanımları, yüzyıllarca süren ve az gelişmiş dünyada karşılığı olmayan sınıf kavgalaarının ve devrimlerin ürünü olmuştu. Geri kalmış ülkeler demokratik kurum ve kuralları kabule yanaşsa da, kısa sürede bunlar yozlaşıyor, nepotizmin ve oligarşik çıkarların aracı oluyorlardı.

     ***

     “Küreselleşme” döneminde “kalkınmakta olan” ülkelerde siyaset-iktisat ilişkisi konusunda en “gerçekçi” açıklamayı,  Malezya Başbakanı Mahathir bin Muhammed yaptı. “Yükselen Pazar”ların en tipik örneklerinden birini uzun yıllar yöneten bu liderin, 1990’larda, bu konudaki yorumu şöyleydi: Batılı metropoller geri kalmış dünyaya kendi siyasal sistemlerini dayatmaya çalışıyorlar; oysa bu model onlara uygun değil; çünkü bu ülkelerin küresel rekabette tek “avantajları” var, o da “düşük ücretler”! Bunu koruyabilmek için de “güçlü ve istikrarlı hükümetlere” ihtiyaç duyuluyor.

     Kısaca, Mahathir’e göre batılıların bir “uluslararası asgari ücret” önererek kırmak istedikleri bu avantaj, ancak “güçlü iktidarlar” sayesinde korunabilirdi. Diğer tüm avantajlar (sermaye, bilim, teknoloji vb) Batı’nın lehine idi ve bu durumda Asyalı ülkelerin yapabilecekleri başka bir şey yoktu. (İ. H. Tribune, 18 Mayıs 1994).

     Aslında Mahathir’in yorumu “malumun ilâmı” idi ve önerdiği reçete zaten “kalkınmakta olan ülkeler”de uygulanma halindeydi. Burada ekleyelim ki, ilerleyen yıllarda bu “reçete”yi en iyi dillendiren liderlerden biri de Türkiye’de R. T. Erdoğan olacak ve Tayyip Bey, yabancı iş adamlarına  grev tehdidi olan yerlere, “anında müdahale ettiklerini” ve “iş dünyasını sarsmamak” için “OHAL’i kullandıklarını” söyleyecektir. (12 Temmuz 2017).

     ***

     Yukarıdaki örneklerde görüldüğü gibi, yer yer açıkça savunulsa da, otokratik politika  genellikle dinci, milliyetçi ve popülist kılıflar altında uygulanıyor ve beraberinde yaygın bir “yozlaşma” potansiyeli taşıyordu. Oysa 2008 krizi ve batılı bankaların “parasal genişleme” bağlamında “yükselen pazarlar”a milyarlarca dolar akıtmaya başlamaları bu potansiyeli hızla gerçeğe dönüştürdü. Artık dünyada “otokratik” yönetimler çoğalıyor, hemen hepsinde de “çürüme” semptomu skandaller patlıyordu. İlginçtir ki bunlar arasında en tipik örneği de “otokrasi” kuramcısı Mahathir’in ülkesi teşkil etti. Güçlü Başbakan Mahathir’in halefi Necip Rezak, Malezya’da İslamcı ve milliyetçi nutuklarla milyonları götürmüş, sonunda da yakalanarak hapishaneyi boylamıştı. Malay ve Müslüman olmayanları adam yerine koymayan bu muktedirin “bir Suudi Prensi’nin kendisine yüz milyon dolar hediye ettiği” şeklindeki savunması da işe yaramamıştı.

     Benzer olaylar Güney Kore’de de yaşandı ve “Yükselen pazar” konumundan “gelişmiş ülke” statüsüne geçen bu ülke bile “salgın”dan kurtulamadı. Orada da Başkan Park Geun-hye, bir tarikat şefinin kızı olan Choi ile kurduğu ilişkiler sayesinde servetine servet katmış, fakat sonunda o da yakayı ele vermişti. Halen kendileri, “Rasputin” lâkaplı ortağı  Choi Soon-sil ile Seoul cezaevinde gün sayıyorlar. Yine bugünlerde Hindistan’ı tipik otokratlardan  Hindu’cu Modi, Brezilya’yı da dinci ve milliyetçi Bolsonaro yönetiyor ve bu arada ülkeleri de yolsuzluk iddialarıyla çalkalanıyor. Türkiye’ye gelince, on dört yıl önce “gemicik” tartışmalarına (!) başlayan ülkemiz ise, günümüzde bir mafya liderinin videolarının devlet yöneticilerinin açıklamalarından çok daha fazla ilgi gördüğü bir “otokrasi” haline gelmiş bulunuyor.

      Durum bu; isterseniz “otokrasi” listesini çok daha uzatabilirsiniz; ben ise “Hamlet”le başlayan ufuk turumu bu kez de ileriye dönük bir benzerlik beklentisiyle noktalamak istiyorum.

      Tarihte toplumlar hep diyalektik dönüşümlerle evrildiler ve 17. yüzyılda Shakespeare’in  “yozlaşmış krallığı” da bu mantık içinde önce Habeas Corpus (1679) ve “Şanlı Devrim”e (1688), sonra da -18. yüzyılda- “Aydınlanma”ya yol açtı. Aynı şekilde günümüzün yozlaşmış otokrasileri de diyalektik karşılıklarını gelecek nesillerin baskı ve yağma yöntemlerine bu çağa uygun tepkilerinde bulacaktır.  


[1]  Lenin; Imperialism; New York, 1939. s. 65.

[2] K. Marx’ın Rus devrimci Vera Zassoulitz’e 8 Mart 1881 tarihli mektubu.

2022 – FİNANS HEGEMONYASI ve FİKİR HAYATIMIZ

Taner Timur Facebook

“Günümüzde fikir hayatımız çok durgun. Adeta yaprak kıpırdamıyor!”. Muhafazakâr bir tarihçi yakınlarda bunları yazıyor ve daha sonra da bu ülkede “150 yıl önce” bile zengin “fikir hareketleri” yaşandığını anlatıyordu.

Bu kişisel bir saptamaydı ve yazar sözünü ettiği fikir boşluğunun nedenleri üzerinde durmuyordu. Zaten yazının yer aldığı gazete de böyle bir tartışma için pek elverişli değildi. AKP dönemine damgasını vuran “aydın düşmanlığı” ve üniversitelere vurulan darbe gibi konular herhalde Sabah Gazetesi sütunlarında özgürce tartışılamazdı.

***

Evet, fikir meydanında bir hareket yoktu; ama ülkede finans sektörü büyük bir hareketlilik içindeydi. Liralar, dolarlar, hisse senetleri, tahviller havada uçuşuyor, hızla elden ele geçiyordu. Üstelik bu yeni bir şey de değildi ve “finans hegemonyası” bir bakıma Türk kapitalizminin bir çeşit “ilkel günahı” oldu.

***

Çok genç yaşlardayken gazetelerde okuduğum bir haberi hala anımsarım. Anlatılan olay beni şaşırtmış ve belleğime çakılmıştı. 1950’lerdeydik; lise öğrencisiydim, ülkede kapitalizm yeni gelişmeye başlamıştı. Henüz “turizm patlaması” olmamıştı; gazetecilerin her rastladıkları turiste “ülkemizi nasıl buluyorsunuz?” diye sordukları yıllardı. Bu soruya tok sözlü bir Kanadalı çiftin verdiği yanıt hala kulaklarımda çınlar: “Biz parası bu kadar az, fakat bankası bu kadar çok bir ülke görmedik!”.

***

Gerçekten de halkın bir avuç tasarrufuna el koymak için bankaların yarıştığı yıllardı. O günlerde her mahallede bir banka şubesi açılıyordu; Kanadalı çifti şaşırtan da bu olmuştu. Sermaye sahiplerinin neden zahmetli “mal üretme” sürecini devreden çıkararak “paradan para kazanma” yollarını aradıklarını çok sonraları öğrendim. Üstelik “istisna” gibi görünen bu durum, bazı dönemlerde kural haline de geliyordu. Daha da kötüsü, toplumların hayatında “devlet parası ile para kazanma”nın meşru ve olağan sayıldığı dönemler de vardı. Ve bu gibi durumlarda “kötü para” iyi parayı kovmakla kalmıyor, özgür tartışma ortamını da yok ediyordu. Böylece, devlet malının “deniz” sayıldığı dönemlerde “fikir tartışmaları”nın yerini daha çok “yolsuzluk tartışmaları” alıyor ve birileri haksızlık ve yolsuzluklarla savaşırken, başkaları da bunları susturmaya, “etkisiz hale” getirmeye çalışıyordu. Ve bu arada kuramcılar da geçmişi dönemlere ayırarak hükümlerini bu bağlamda veriyorlardı.

Nitekim bizdeki gelişmeler de böyle oldu.

***

Cumhuriyetten sonra 1940’lara kadar devrimci ruh ekonomik yaşama da damgasını vurmuştu. Ne var ki İş Bankası ve “affairism” söylentilerini bu ruh da önleyemedi. 1940’lar ise “karaborsa” ve “savaş zengini” iddialarıyla geçti. Arkadan da Menderes dönemi geldi ve bu yıllarda yolsuzluk iddiaları daha da yaygınlaştı.

***

Aslında Menderes’in kendisi varlıklı ve gözü tok bir aileden geliyordu; ama başbakan olarak durumu kontrol edememiş, ipin ucunu kaçırmıştı. Günü geldi gelişmelere şöyle isyan etti: “Çalıyorlar birader çalıyorlar; ne diyeyim, Allah belalarını versin! Ama ben ne yapayım? Ben Başvekilim, müfettiş değilim ki…”. Sonunda da acizlik içinde “çalanlar”ı değil, onlarla savaşanları cezalandırmaya kalktı ve bu da sonu oldu.

Tuhaf bir dönemdi; o günlerde hırsıza “hırsız” bile denemiyordu ve kimseye de bunu kanıtlamak hakkı tanınmıyordu. Bu yüzden de muhalefetin en başta gelen sloganlarından biri “ispat hakkı” olmuştu.

***

Arkadan Demirel dönemi ve “yeğen Yahya” söylentileri yaşandı; bunları da Özal yılları ve “benim memurum işini bilir” anlayışı izledi. Darbeler, “ara rejim”ler yaşanıyor, sonra “demokrasi”ye tekrar geçiliyor, fakat “yolsuzluk” suçlamaları bir türlü gündemden düşmüyordu. Sorun, bir dürüstlük timsali olan Ecevit döneminde bile çözülemedi; üstelik 1999-2002 koalisyon döneminde söylentiler iyice arttı. Ve sonunda AKP de bu sorunu çözme vaadiyle iktidara geldi.

***

Oysa değişen bir şey yoktu; üstelik çok geçmeden bu alanda daha da ileri adımlar atılmakta olduğuna dair işaretler belirdi. Tayyip Bey, daha iktidarının ilk yıllarında, oğlunun nasıl cepten bir kuruş bile harcamadan, banka kredileriyle bir “gemicik” sahibi olduğunu anlatmakta bir sakınca görmüyordu. İşler yolundaydı; nihayet, bu ülkede “Devlet malı deniz!”, “Bal tutan parmağını yalar!” gibi atasözleri vardı ve bunlara uygun davranan politikacıları suçlamak da kimsenin haddi değildi.

***

Doğrusu AKP dönemi bu bakımdan son derece başarılı bir dönem oldu. Ve sonunda da gereksiz tartışmalara veda edilerek, fikir hayatımızda artık “yaprağın bile kıpırdamadığı” bir sükûnet dönemine girildi.

Öyle görünüyor ki gelecek kuşaklar bu dönemi en çok bu özellikleriyle hatırlayacaklar.

Türkiye’nin (değişmeyen) eğilimleri

7 Ocak 2022

      Türkiye’de muhafazakâr kesimler, bu ülkede “katı” (”Laikçi”) buldukları uygulamaları öteden beri Fransız etkilerine bağlar ve eleştirirler.  Ne var ki bu yöndeki eleştiriler, Fransa’da Emmanuel Macron döneminde, Macron’u da aşan nedenlerle yoğunlaşmış ve bir krize yol açmış bulunuyor. İzleyen satırlarda bu konudaki gelişmeleri özetlemeye ve yorumlamaya çalışacağım.       

Ülkeler arasında görüş ayrılıkları ve çıkar çatışmaları doğal ve sık rastlanan bir durumdur. Oysa bazı hallerde bu çatışmalar farklı boyutlar kazanır ve daha derinlerdeki bazı kültür ve zihniyet farklarını yansıtır. Öyle görünüyor ki son yıllarda Fransa ile Türkiye arasında yaşanan ve İslam, islamofobi ve laiklik tartışmalarına yol açan kriz de böyle bir boyut taşıyor.

     ***

     Aslında Türkiye kamuoyu, Fransa ile yaşanan krizin niteliği hakkında ilk kez R. T. Erdoğan’ın 2020 Ekim ayında yaptığı bir konuşma ile aydınlandı. Tayyip Bey, bu konuşmasında Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’u eleştirerek, “bu zatın Müslümanlarla  derdi nedir?” diye soruyor ve Macron’un “zihinsel noktada tedaviye muhtaç olduğunu” ileri sürüyordu. “Ülkesinde yaşayan milyonlarca farklı inanç mensubuna bu şekilde davranan bir devlet başkanına başka bir şey söylenemezdi!”. (24 Ekim 2020).

     Oysa Beştepe sözcüleri yine de “başka şeyler söylemeye” devam ettiler ve bu konuda ayrıntılı açıklamalar yaptılar. Hatta bunlardan biri, Macron’un “hezeyanı”nı, kendi kültüründen habersiz olmasıyla açıklıyor ve ona “Camus, Althusser, Foucault, Derrida, Guattari, Deleuze” gibi düşünürleri okumasını öneriyordu! Eğer Macron bu düşünürleri okuyacak olursa, “Aydınlanmanın bütün iddialarının nasıl yalan olduğunu” anlayacaktı! [Yasin Aktay; Yeni Şafak, 24 Ekim 2020).

     Filozof Paul Ricoeur’ün öğrencisi olmakla övünen Macron’un bu köktenci eleştiriden haberdar olduğunu hiç sanmıyorum.  Öyle görünüyor ki onun derdi başkaydı ve ülkesi “İslamofobi” ile suçlanırken, o da Türkiye’yi  “Fransa iç işlerine karışmak”la suçluyordu.  Üstelik bu konuda Türkiye’de de tartışılması gereken tezler ileri sürüyor ve bir takım önlemler hazırlıyordu. Tam da o sıralarda Fransa’da bir cami inşaati, krizin ne kadar karmaşık yönleri olduğunu ortaya koydu.

     Olay şuydu: Strasburg şehrinde Milli Görüş’cülerin başlattığı ve 32 milyon Euro’luk bütçesiyle Avrupa’nın en büyük camisi olacak inşaata, Strasburg Belediyesi de 2,5 milyon Euro’luk katkıda bulunmaya karar vermişti. Oysa merkezi hükümet “siyasal İslam”a yapılan bu katkıyı onaylamıyor; İçişleri Bakanı, belediyeyi kınıyordu.

     ***

     Aslında “Strasburg olayı”nın hayli şaşırtıcı yönleri vardı. Örneğin, Yeşiller’in kontrolünde bulunan Strasburg Belediyesi’ne 1915 Ermeni tehcirinden kaçarak Fransa’ya sığınmış bir aileden gelen Jeanne Barseghian başkanlık ediyordu.   Ve Barseghian’ın büyük dedesi de, 24 Nisan 1915’te, İstanbul’da sürgünü başlatan operasyonda ilk tutuklananlardan biri olmuştu! Şimdi bu başkanın yönettiği belediye, ne zaman Fransa’da “Ermeni soykırımı”ndan söz edilse, hemen militanlarını seferber eden bir Müslüman örgütün cami inşasına yardımcı oluyordu!

     Oysa tuhaf gibi görünse de, aslında ortada anlaşılmayacak bir durum yoktu. Günümüzde küresel “finans oyunları” her kapıyı aralıyor ve bu oyunda karşılıklı çıkarlar da  tarihsel hesaplaşmaları kolayca hasır altı edebiliyor! Nitekim Strasburg Belediyesi’nin yaptığı açıklamaya göre, kısa bir süre önce, bir Milli Görüş heyeti, yanına bir Strasburg belediye görevlisini de alarak Katar’a kredi aramaya gitmiş ve böylece iyi niyetini ortaya koymuştu!  (L’Express dergisi, 24 Mart 2021).   

     İyi de, son yıllarda Fransa’da adından sık sık söz ettiren “Milli Görüş”çüler bu ülkede nasıl bir yer işgal ediyorlar? Gerçekten de, arkalarına Türkiye’yi de alarak, Fransa iç işlerine karışacak ve böylece Türkiye ile bir krize yol açabilecek bir güce sahipler mi?

     Bu konuda ev sahibi ülkenin en itibarlı gazetesi aşağıdaki verileri yayınladı; önce onları görelim. (Le Monde, 5 Kasım 2020).

    ***

     Fransa’da 6 milyon civarında Müslüman yaşıyor; bunların ancak 700 bin kadarı Türkiye kökenli ve bunlar da ülkedeki 2600 camiden sadece 300 kadarını  kontrol ediyorlar. Fransa’da 1500-1800 civarında imam bulunduğu tahmin ediliyor ve bunlardan 151’i Ankara tarafından atanan ve maaşlarını Türkiye’den alan görevlilerden oluşuyor. Camileri de geniş ölçüde inşaat ve hizmet sektörlerinde servet yapmış iş adamları finanse ediyorlar.   

     Türkiyeli Müslümanlar Fransa’da esas olarak üç kuruluş bünyesinde örgütlenmiş bulunuyorlar. Bunlardan “Diyanet İşleri Türk İslam Birliği” (DİTİB), dînî konularda Türkiye’nin Fransa’daki resmi sesini temsil ediyor. İkincisi, Müslüman Kardeşler’e yakın bir duruş sergileyen “Milli Görüş” ve bu kuruluş da, 20 bin civarındaki üyesiyle, yetmiş kadar camiyi, üç yüz kadar da derneği kontrol altında bulunduruyor. Nihayet, bir de Aleviler var. Le Monde’a göre Fransa’da Türkiyeli müslümanların “barışçı ve ilerici” kanadını teşkil eden Aleviler de diyasporanın % 20 kadarını oluşturuyor ve açık fikirli, hoşgörülü duruşlarıyla dikkat çekiyorlar.

     İşte genel tablo böyle; görüşler farklı; fakat bir konuda ittifak var: Türkiyeli Müslümanlar köktenci akımlar içinde yer almıyorlar;  “Selefi”lere mesafeli duruyor ve terörist akımları kınıyorlar.

     Ne var ki iş bununla bitmiyor ve şiddete karşı mesafeli olan Sünni Türkler, Fransız otoritelerine göre, ülkenin laik değerlerini benimseyerek topluma entegre olmaya da pek istekli görünmüyorlar. Üstelik bu alanda tamamen bağımsız da sayılmazlar. Öyle ki, Türkiye’den gelen ve Fransızca bilmeyen öğretmen ve imamların manevi kılavuzluğu, onların Fransa’da özerk cemaatler halinde yaşama eğilimlerini de güçlendiriyor. Örneğin, Strasburg Üniversitesi’nde Türkiye araştırmalarını yöneten Samim Akgönül, bu konuda şunları söylüyor: “1990’lara kadar az çok bağımsız olan tüm Sünni akımlar (Ditib, Millî Görüş, MHP, Süleymancılar vb)  AKP politikası ile Ankara vesayetine girdiler ve bu da güçlerini çok artırdı. Son on yıl içinde, (Yunus Emre, Maarif, Cojep vb) gibi Türkiye’ye bağlı kanallarda görülmemiş bir aktivizm yaşandı” (Le Monde, 5 Kasım 2020). İşte Macron’u “hasta eden” ve kendisini, 2022 seçimleri arifesinde  her türlü “ayrımcılık”a karşı önlemler aramaya yönelten de bu “aktivizm” olmuş!

    ***   

      Fransa Cumhurbaşkanı, bu konuda ilk ve bugünkü tartışmaları da belirleyici çıkışını, 18 Şubat 2020 tarihinde, Alsace’ın Mulhouse şehrinde yaptı.      

Mulhouse, özellikle de konuşmanın yapıldığı Bourtzwiler mahallesi, Fransa’da “öncelikli güvenlik sorunu” olduğu ilan edilen 47 mahalleden biriydi. Tarihin cilvesi, üç yüz yıl kadar önce, Thomas Münzer liderliğinde ayaklanan Protestan köylülere sığınak olan bu eski Alman şehri, 2021 yılında, Macron’un “yeniden cumhuriyetçi fetih” iddiasıyla yürüttüğü politikanın hedefi haline gelmişti.

Mulhouse, Almanya sınırına yakın, 300  bin nüfuslu  ve Türklerin en yoğun şekilde yaşadıkları bir Alsas şehridir ve Macron’un İslam politikasıyla ilgili önemli açıklamalar yapmak için bu şehri seçmesinin özel nedenleri vardı.

***

Macron, Mulhouse’daki konferansına İslam’la ilgili iki radikal tavrı eleştirerek başlamış ve hem “İslamcı ayrışma”ya, hem de “İslamofobi”ye karşı olduğunu söylemişti. Bunlardan birincisi insanları “gettolaşma”ya götürüyor, ikincisi ise buna karşı alınacak sosyal önlemleri baltalıyordu. Sonra da “ayrışma” konusunda alınan önlemleri anlatıyor ve sözü -en önemli sorun olarak gördüğü- “dış etkiler”e getirerek şunları söylüyordu: Ebeveynleri Fransa’ya başka ülkelerden gelmiş çocukların aile dilini öğrenmeleri elbette  Fransa için “bir şanstı”; farklı dil ve kültürler, “Fransız kimliği” denilen nehri besleyen derelerdi; fakat bu olgu “dış müdahalelere yol açacak” bir araç haline gelmemeliydi.     Oysa Macron’a göre, Fransa’da durum bu hale gelmişti. Ülkede 80 bin öğrenci, 9 yabancı ülkeden yollanan ve maaşları da o ülke tarafından ödenen öğretmenler tarafından eğitiliyor, fakat hiçbir kontrole tabi olmuyorlardı. Bu yüzden de bu duruma son vermek için bu ülkelerle görüşmelere başlanmış ve ilk aşamada, “Türkiye dışında” hepsiyle anlaşmaya varılmıştı.

Macron’un, konuşmasında Türkiye’ye özel bir yer ayırmasının başka bir nedeni de, Fransa’da, “külliye” şeklinde ve Türk cemaatine bütüncül bir “yaşam tarzı” telkin eden camiler yapılmasıydı. Öğretmenlerde olduğu gibi camilere de Türkiye’den imam ve vaizler atanıyordu; üstelik o sırada, Mulhouse’da,  Fransa’daki en büyük camilerden biri olacak An-Nur külliyesi de  inşaat halindeydi. Macron’un, “konuştuğum yerden birkaç km ötede” dediği bu külliye, on dönümden fazla bir alana yayılacak ve 3000’e yakın mümine hizmet verebilecekti. 26 milyon Euro’luk maliyetinin 14 milyonu da Katar tarafından sağlanmıştı. (Qatar Papers, Paris, Michel Lafon, 2019).

Öğretmen ve imamlar gibi, cami inşaatı finansmanları da kontrol altına alınmalıydı.“İslamcı ayrışma”ya karşı alınacak önlemleri, Macron, sekiz ay kadar sonra Les Mureaux Belediyesi’nde yaptığı konuşmada daha somut bir şekilde ortaya koydu. (2 Ekim 2020). Konuşma yeri olarak bu kez de Cihadistlerin dört yıl önce katlettikleri bir polis şefi ve eşinin şehri seçilmişti. Ve artık Macron, güvenlik önlemleri kadar, Fransa’da İslam’ın “yeniden yapılanması” gereği üzerinde de duruyordu.

***

Aslında Macron hep “İslam’la bir sorunu olmadığını” söylüyordu. Ona göre, sorun, “Vahabizm, Selefizm ve Müslüman Kardeşler” gibi sapmalardan kaynaklanıyordu. Bu köktenci akımlar Müslümanlığı “kriz” içine sokmuşlardı ve bu kriz sadece Fransa’yı değil, tüm dünyayı ilgilendiriyordu. Üstelik İslamcı terör “islamofobi”yi de körükleyerek sağlıklı bir entegrasyon politikasını engelliyordu. İslam’da “yeniden yapılanma” ihtiyacı da buradan doğuyordu.

Peki, bu “yapılanma” nasıl olacaktı?

***

Macron, konuşmasında, bu soruya hem “hedef”, hem de bu hedefe varmak için izlenecek politika açısından iki planda yanıt verdi.

Hedefte, bir “Aydınlanma İslamı” vardı. Bazıları “Fransa İslamı”ndan söz etseler de, böyle bir adlandırma Macron’a göre doğru değildi. Kendisi, “aydınlanmacı” bir İslam’ı savunuyor ve ülkesinin “İbn Rüşd ve İbn Haldun’un düşüncelerinin öğretildiği, İslam uygarlığı araştırmalarında yetkin bir ülke” olmasını istiyordu.     

Hedef buydu, ama bu hedefe nasıl varılacaktı?    

Fransa, dinle devletin ayrıldığı laik bir ülke olduğu için bu hedefi gerçekleştirmek devletin işi olamazdı. Oysa Fransa’da İslam konusunda devlete kılavuzluk edecek bir kuruluş da vardı ve “İslam Dini Fransa Konseyi” (CFCM) adını taşıyan bu kuruluş, Fransa’daki cami ve mescit temsilcilerinin seçtiği 41 kişilik bir yönetim kurulu tarafından yönetiliyordu. Konsey farklı köken ve duyarlılıkları temsil eden yedi federasyondan oluşuyordu ve bunlardan biri de “Fransa Türk Müslümanları Koordinasyon Komitesi” idi. Yani Konsey, bu haliyle Türkiye’ye hiç de yabancı değildi; üstelik 2017-2019 yılları arasında bu kurula bir de Türk vatandaşı başkanlık yapmıştı.    

Kısaca, Fransa’da “İslamın yapılanması” İslam KMeryem Keilmann Dervis(Miriam)onseyi’nin işiydi ve Macron, sadece, bunun cumhuriyet yasalarına ters düşmemesini sağlamakla yükümlüydü. Bunun yolunu da “Aydınlanmacı İslam” olarak tanımlamıştı.    

Peki, “Aydınlanmacı İslam”ın araçları neler olacaktı?    

***

Macron bu konuda en önemli aracı “okul” olarak görüyor ve en büyük engelin de Fransa’ya imam ve vaiz gönderen yabancı ülkelerden geldiğine inanıyordu. Böylece, laik eğitimi sağlamak ve dış etkileri aşmak için, bir yandan kontrol dışı okul ve Kuran kursları kapatılacak, öte yandan da imamların uymaları gereken bir “Şartname” hazırlanacaktı. Bu “Şartname”ye uymayan din adamlarının Fransa’da imamlık yapmaları da önlenecekti.     Okul konusunda ise, Fransa’da elli bin kadar çocuğu okuldan yoksun kılan “evde eğitim” kesinlikle yasaklanacak ve herkes için “üç yaşından itibaren” okula başlama zorunluluğu getirilecekti.  Ayrıca kamu görevlilerinin her inanca karşı tam bir “nötralite” içinde çalışmaları sağlanacak ve dinde aydınlanmaya katkıda bulunacak bir “İslamoloji Enstitüsü” kurulacaktı.  

Cumhurbaşkanı Macron’un, geçen Ekim ayında Les Mureax şehrinde yaptığı açıklamalar bunlardı ve ilan ettiği program önce bir “İlkeler Bildirisi”, sonra da bir “yasa” ile tamamlanacaktı. İşte Türkiye’yi kızdıran ve Tayyip Beyi ağır ifadelere yönelten gelişmeler bu açıklamalarla, özellikle de Macron’un “İslam’da kriz”den söz etmesiyle başladı.     

***

“Fransa Müslümanlığı için İlkeler Bildirisi” (Şartname), 17 Ocak 2021’de açıklandı. On maddeden oluşan metin, Kuran ayetlerine de göndermeler yaparak, Macron’un savunduğu “Aydınlanma İslamı”na uygun bir anlayışı sergiliyordu. Özgürlük, eşitlik ve kardeşlik ilişkileri; ırkçılık ve islamofobiyle savaş; dış dayatmalara karşı çıkış vb, tüm demokratik ilkeler “Bildiri”de vardı. Ne var ki bazı dernek ve federasyonlar Bildiri’yi imzalamadılar ve Milli Görüş de bunlar arasındaydı.        

Yine de ilkeler tamamdı; sıra onları hayata geçirecek “Yasa”ya gelmişti. Bu konuda hazırlanmış olan tasarı da çok geçmeden Millet Meclisi’ne sunuldu ve on beş gün süren görüşmelerden sonra, 16 Şubat 2021’de de onandı.

Tasarı yoğun tartışmalara neden olmuş, metinde çok sayıda değişiklik önerisi kabul edilmişti.    

Günlük dilde “Ayrılıkçılığa karşı yasa” diye anılan tasarı ilginç maddeler içeriyor. Her şeyden önce kamu görevlilerine yöneltilmiş şiddet ve tehdit cezaları ağırlaşıyor; hatta “kamu görevlileri ve yakınları için tehlike yaratacak haberler yayma” gibi yeni bir suç bile yaratılmış durumda! Yakınlarda, bir öğretmenin bir cihadist tarafından başı kesilerek öldürülmesinden kaynaklanan bu madde üç yıla kadar hapis ve 45 bin Euro’ya kadar da para cezası öngörüyor.    Tasarı, sağlık, ulaşım gibi özel zorunluklar dışında, “evde eğitim”i yasaklıyor ve “Şart”a uymayan derneklerin de “kapatılacağını” ilan ediyor. Bunun dışında, tasarıda poligami, zorla evlendirme ve “bekâret vesikası” gibi konularda yasaklamalar da var. Millet Meclisi’nden sonra Senato’da da görüşülerek -bazı değişikliklerle- kabul edilen tasarının, iki meclis arasındaki uyumsuzluklar da giderildikten sonra, yakında son şeklini alması bekleniyor.    

***

İşte son iki yıl içinde, Fransa’da,  Macron’un siyasal İslam ve dış etkilerle mücadelesi, ana hatlarıyla böyle oldu. Ne var ki birkaç milyon Müslüman seçmeni olan bir ülkede,  iç politika kaygılarının bu kavgayı yönlendirmesi kaçınılamazdı. Kaldı ki seçimlere bir yıl kala, anketler, büyük olasılıkla Macron’un, ikinci turda sağ ucu temsil eden Marine le Pen ile yarışacağını gösteriyordu. Ve Marine le Pen de, babasından daha ılımlı bir çizgi izlemesine rağmen, terör eylemlerinin azdırdığı islamofiden en çok yararlanacak aday profili sergiliyordu. Nitekim seçim hesaplarıyla, Fransa’nın bir iç savaşa sürüklendiğini iddia eden faşist generallerin “bildiri”sine bile sahip çıkmıştı.     

İşte Fransa’da aşırı sağın durumu böyle ve buna karşılık Macron da, “milliyetçilik, yurtseverliğin en büyük düşmanıdır” inancı ve   “orta yol” arayışıyla, düzenle barışık Müslümanların desteğini kazanacağını umuyor. Üstelik bu yönde güçlü destekleri de var. Örneğin İslam Konseyi Başkanı Muhammed Moussaoui, İslam’ın yapılanma reformlarını “acil, yararlı ve zorunlu” buluyor ve alınan önlemlerin sadece aşırılığı değil, onu yaratan nedenleri de yok edeceğine inanıyor. Radikal İslamcı bir geçmişi olan yazar Kamel Daoud ise, daha da ileri giderek, “Fransa’nın İslam’ın geleceği için her şeye sahip olduğunu” ve “ özgürlükten yoksun İslam ülkelerinde reform yapılamayacağını” söylüyor. (Le Monde, 8 Ekim 2020 ve 29 Ocak, 2021). Bu arada Fransa Milli Görüş Genel Sekreteri  Fatih Sarıkır da, bütün bu gelişmeleri köktenci bir anlayışla eleştirerek, “bizim ifadelerimizde İslam’ın ‘reforme edilmesi, değiştirilmesi’ gibi bir anlam asla yok; İslam dinine liberal, seküler, Türk İslam’ı, Arap İslam’ı, Fransız İslam’ı gibi ideolojik veya milliyet üzerinden yakıştırmaları doğru bulmuyoruz” diyordu. (İhlas Haber, 24 Kasım 2020).    

***

İlginçtir ki Fransa’da Macronist reform politikasına en büyük itiraz Fransız solundan geldi. Özellikle radikal sol lideri J. L. Mélenchon, Meclis’te yaptığı konuşmada, tasarıyı, ülkede zaten mevcut yasakları (bekâret vesikası, poligami vb)  tekrarladığı için “yararsız”, özgürlüğe karşı olduğu için de “tehlikeli” buluyor ve yasanın bu haliyle “ulusal birliğe karşı bir harekete yol açabileceğini” iddia ediyordu. Bu eleştiri, nüanslı ifadelerle, solun farklı kesimleri tarafından da dillendirildi. Hatta Fransa’nın “ilk kadın imamı” olan Kahina Bahloul bile itirazcılar arasındaydı.    

Aslında Bahloul da “Aydınlanmacı” bir İslam’dan yanaydı ve -Amin Maalouf’un izinde- etnik ve dinci kimlikleri  “öldürücü kimlikler” olarak görüyordu. Oysa yine de “merkeziyetçi” İslam Konseyi’nin tepeden gelen “reform”larından şikâyetçiydi. (Le Monde, 3 Nisan 2021).    

İktidar sözcüleri ise bu eleştirilere şiddetle karşı çıkıyor ve muhalifleri “İslamo- Goşizm”le (İslamcı sol sapma ile) suçluyorlar. Ve bu hararetli tartışma ortamında Yüksek Öğrenim Bakanı Frédérique Vidal da ünlü araştırma kurumu CNRS’i “İslamo-Goşizm”in üniversitelerdeki etkinliğini incelemeye davet edecek kadar ölçüyü kaçırdı.    

***

Oysa tartışmalar sürüyor ve Korona salgını ve yarattığı iktisadi sarsıntılarla becelleşen Macron, 2022 seçimlerine bu koşullarda hazırlanıyor. Ve bu durumda, aday oylarının ilk turda genellikle % 20’leri aşamadığı seçimlerde, Müslüman oyları da hayati bir önem kazanıyor. İşte Macron’u kaygılandıran ve her şeye rağmen Erdoğan’la köprüleri atmamaya sevk eden husus da bu olmalı?      

Türkiye’de ise “milliyetçi-muhafazakâr” iktidar,  “aktivist” dış politikasıyla şahlanan milliyetçiliği de arkasına alarak, Fransa’yı hedef tahtasına oturtuyor ve bu ülkedeki İslam ve laiklik tartışmalarını izlemeye hiç gerek duymadan, bütünüyle “İslam düşmanı” ilan ediyor!  Bunu yaparken de bu suçlamanın, Fransa’da,  aslında en koyu İslam düşmanlarına yarayacağının farkında görünmüyor!    

2021 – TARİH AYNASINDA VESAYET KAVGALARI ve KORKU TOPLUMU

25 Nisan 2021

Son haftalarda yaşanan “Bildiri” fırtınasının altında ne gibi dürtüler yatıyor? Montrö kaygıları mı? Darbe tehditleri mi? Yoksa emekli amiral “zevzekliği” mi?

Bence hiçbiri! Sanırım gerçek nedenleri daha derinlerde, tarihin tozlu sayfalarında aramamız gerekiyor. En azından ben öyle düşündüm; “suçlu” arayışına tarih aynasında katılayım dedim ve yeniçeri isyanlarına kadar uzandım.  Arama kılavuzum da “ayaklanma”, “darbe” ve “komplo” korkuları oldu ve ortaya aşağıdaki öykü çıktı.

***

Osmanlı toplumu gaza ve fetihlerle kurulmuş, fakat fetih devri bittikten sonra bir yönüyle “korku” toplumuna dönüşmüştü. Artık sadece “kullar” değil, yöneticiler de korku içindeydi ve genç bir sultanın katli de (1622) bu korkulara tuz biber ekti. Artık saltanata en büyük tehdit Yeniçeri Ocağı’ndan geliyordu ve bu tehlikeyi önlemek için de orduyu bölücü tahriklerde sakınca yoktu. O kadar ki, bir vezir, Genç Osman’ın katlini izleyen yıllarda, “Yeniçerilerle sipahiler birbirleriyle öldüresiye boğuşmadıkça bize emniyet yoktur” diyebilmiş ve bir adamını da sipahi kılığına sokarak ona bir yeniçeri öldürtmüştü! (Naima Tarihi).

 Oysa ayaklanmalar bitmedi ve Saray’da “yeniçeri kırımı” fikri de bu koşullarda filizlendi.

***

Söylentilerin II. Osman’a atfettiği “kırım” niyeti, genç sultanın katlinden iki yüzyıl sonra II. Mahmut tarafından gerçekleştirildi. Eski bir yeniçeri ağası, 1826 yılında, yeniçerileri ayaklanmaya kışkırtmış, tuzağa düşüp isyana kalkışanlar da topa tutularak katledilmişti. Kumpas başarılı olmuştu ve “zafer”in övgüsünü yapan vakanüvis Mehmed Esad Efendi de, “Üssi Zafer”inde kırımı hazırlayan cuntanın nasıl yüksek mevkilerle ve parayla ödüllendirildiğini anlattı.

***

Osmanlı Devleti’nde Batı Avrupa’dakine benzer bir demokrasi kavgası olmamıştır; çünkü toplumda buna zemin oluşturacak sınıfsal doku yoktu. Batı’da özgürlük savaşı sosyal sınıfları temsil eden kuruluşlarla yürütüldü ve hegemonya kuran burjuvaziler tarafından da son şeklini aldı. Bugün de batılı demokrasiler, “burjuva demokrasisi” sınırlarını aşmış değiller.

     Aslında Osmanlı toplumunda da bu potansiyeli taşıyan kurumlar vardı ve bunların başında da Yeniçeri Ocağı geliyordu. Çeşitli gözlemcilerin -bu arada Voltaire’in- bu kurumu Fransa’da 1789 Devrimini başlatan Genel Meclis’e (Etats-Généraux) benzetmesi boşuna değildir.  Daha sonra da Namık Kemal, Hürriyet’te, her yeniçeri ocağının “bir silahlı meclis-i şurayı ümmet hükmünde” olduğunu yazacaktır. (14 Eylül 1868).

     Gerçekten de çoğu esnaflık yapan yeniçeriler bir “burjuvazi” potansiyeli taşıyor, Bektaşi geleneğiyle de hoşgörü ve inanç özgürlüğünü temsil ediyordu. Tüm “kazan kaldırmaları” da, özünde, zulüm, pahalılık ve yoksulluğa karşı oldu. “Lale Devri”nin halkı ezen ısrafına isyan eden Patrona Halil de, Nizam-ı Cedid’in “İrad-ı Cedid” yağmasına başkaldıran Kabakçı Mustafa da halk çocuklarıydı ve halktan büyük destek gördüler. Oysa dalkavuk Osmanlı vakanüvisleri bunları fitneci ve yağmacı sürüler olarak sunuyordu. Üstelik bunu yaparken halkı isyana sevk eden nedenleri açıklamakta da bir sakınca görmüyorlardı. Örneğin Cevdet Paşa, bir yandan isyancıları aşağılarken, öte yandan da  Nizam-ı Cedid için konulan İrad-ı Cedid hakkında şunları yazmıştı: “(İrad vergisi) sanki bu adamların (yöneticilerin) keseleri için konmuştu; yalnız kendileri de değil, uşakları, hademeleri bile sefihane yaşıyorlardı. Servet, sefahat yoluna dökülünce hayat pahalılaştı, geçim güçleşti, şikâyet sesleri yükseldi”. Bu sözleri yüz yıl kadar sonra da  “popüler tarihçi” Reşat Ekrem Koçu alıntılıyor, fakat o da ayaklananları “şehir eşkıyası, hezele ve hayta güruhu” diye nitelemekten kendini alamıyordu.

    Oysa Patrona da, Kabakçı da başlangıçta tüm nimetleri reddetmiş, sadece halkın çıkarlarını düşünmüşlerdi. Yeni bir düzen vizyonları yoktu; fakat zulüm ile haksızlığın ne olduğunu çok iyi biliyorlardı. Bilmedikleri şey, muktedirlerin “böl ve yönet” oyunlarıydı ve sonunda da bu oyunlara yenilerek katledildiler.

     ***

     Kuşkusuz yeniçeri ocağı kuruluş hedefinden uzaklaşmış, kötü yönetimler orduyu da bozmuştu. Ne var ki onu yozlaşmakla suçlayan oligarklar, aslında çok daha vahim bir yozlaşma içindeydi. Bu koşullarda bir devir sona eriyor, ülkenin sermaye birikimi ve “uluslaşma” ufku daralıyordu. Nitekim kırımdan yedi yıl sonra (1833),  Sultan Mahmut, valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa karşısında acze düşerek Rus Çarı’ndan yardım dilenecek, sonra da, Reşit Paşa, İngiltere ile, Lord Palmerston’u bile şaşırtan ödünlerle, bir Ticaret Anlaşması (1838) imzalayacaktır.

    ***

    Peki, Yeniçeriler ve onlarla beraber Bektaşiler yok edildiler de, devlette sultan ve yöneticilerin “korku”ları ortadan kalktı mı? 

   Elbette kalkmadı!

   Çünkü “korku”ya yol açan keyfi yönetim ortadan kalkmamıştı; zulüm ortadan kalkmamıştı; rüşvet ortadan kalkmamıştı! Bütün bu nedenlerle korku da kalkmadı. Sadece “korkulan şey” değişmişti. Artık askerî ayaklanmalardan değil, “darbe” ve “suikast”lardan korkuluyordu.

    Aslında korkmakta da haklıydılar. “Can ve mal güvenliği”ni  ilan eden Ferman (1839), Gülhane’de okunalı henüz yirmi yıl olmuştu ki bir avuç  “fedai” gizli bir örgüt kuruyor ve Saray’ı basarak sultanı devirme hazırlıklarına başlıyordu. Bir ihbar üzerine yakalanıp Kuleli’ye tıkıldılar (1859); fakat asıl amaçları da bir türlü anlaşılamadı. “Kuleli Olayı”nı izleyen yıllarda da “Yeni Osmanlı” gençler, bir “gizli örgüt” kuruyor (1865) ve aralarına bazı güçlü paşaları da katarak Sultan’a bir “muhtıra” vermeyi kararlaştırıyordu. Onların amacı belliydi. “Meşrutiyet” istiyorlardı ve buna direniş halinde de “muhtıra”yı zorla kabul ettireceklerdi. Hatta M. C. Kuntay’a göre, örgüt lideri Mehmed Efendi, “Ali Paşa’yı öldürtmek için fedailer” bile bulmuştu. (Namık Kemal, 1944, s. 246).  Yıllar sonra da içlerinden en ateşlisi, Ali Suavi, yanına aldığı fedailerle Saray’ı basacak (1878) ve -hayatına mal olan koşullarda- müstebit Sultan Abdülhamit’i tahttan indirmeye çalışacaktı. 

Kavga böylesine sertti ve kendi içinde de birbirinden korkar hale gelen yönetici zümrede bir takım “hizip” ve “cunta”lar oluşmaya başladı. Sultan Aziz bu koşullarda bir saray darbesiyle tahttan indirildi ve birkaç gün sonra da yatağında ölü olarak bulundu. İş bununla da bitmemiş, birkaç gün sonra da darbeci lider Serasker Hüseyin Avni Paşa, bir suikastla hayata veda etmişti.

 ***

  İnfaz ya da intihar, Abdülaziz’in ölümü Osmanlı tarihinde yeni bir “korku” dönemi başlattı ve Sultan Hamit “istibdat”ını bu korku üzerine kurdu. Dahası, oluşturduğu “hafiye ordusu”yla bu korkuyu kolektif bir hastalığa dönüştürdü. Müstebit Sultan’ın korku ve evhamının en büyük kurbanı da bu ülkeye ilk anayasayı getiren Mithat Paşa olacaktı.

Abdülhamit istibdadı otuz üç yıl sürdü. Korku giderek artıyor, fakat zulme direniş de devam ediyordu. Artık “Prens”ler bile yurt dışına kaçmaya başlamıştı. Ve sonunda günü geldi, müstebit Sultan’a, “Mülk”ünü korumak için hizmetine aldığı Alman subayların öğrencileri “dur!” dediler. Dağa çıkan Enver’lerin, Niyazi’lerin “meşrutiyet!” çığlığı, Saray’da “muhtıra” sayılmış ve gereği yapılmıştı.

***

Ne var ki “Hürriyetin İlanı” da (1908) uzun süreli olamadı ve bu mutlu parantez yine zorbalıklar içinde sona erdi: Babıâli baskını, sopalı seçimler, kurşunlanan gazeteciler ve arkadan da Alman generallerin komutasında sömürge ordularıyla savaş! Altı yüzyıllık Osmanlı çınarı işte böyle yüz kızartıcı koşullar içinde tarihe karıştı.

Sonra? Sonra yeniden savaş! Ve bu kez yabancı subaylar komutasında değil, “Kuvayı Milliye” müfrezeleriyle “kurtuluş” ve “yeniden kuruluş” savaşı! Ülke böyle kurtuldu; laik cumhuriyet böyle kuruldu.

***

Peki, bu “yeniden kuruluş”, “demokratik” yöntemlerle mi oldu?

Hayır, öyle olmadı. Tarihte hiçbir devrim seçimle ve oy hesabıyla yapılmamıştır; bizde de öyle olmadı. Savaş, Meclis denetimi altında Mustafa Kemal Paşa’nın vizyoner önderliği ile yürütülmüş, fakat sıra kokuşmuş saltanatın kaldırılmasına gelince hacı hoca takımı Meclis komisyonunda şer’i spekülasyonlara dalmıştı. İşte Mustafa Kemal Paşa tam da bu koşullarda, bir sıranın üstüne çıkıyor ve “Hakimiyet ve saltanat, diyordu, hiç kimse tarafından hiç kimseye, ilim icabıdır diye; müzakere ile münakaşa ile verilmez. Hâkimiyet, saltanat, kuvvetle, kudretle ve zorla alınır”.

Mesaj alınmıştı; Cumhuriyet de bu espriyle ilan edildi; başka türlü de olamazdı.

Tek parti rejimi, elbette ki “demokratik” bir rejim değildi ve Kemalist dönemde eleştirilecek birçok şey de vardı. Zaten eleştirildiler de. Oysa terazinin öbür kefesi çok daha ağır basıyordu ve bu sayede Türkiye, bir iki nesil içinde İslam dünyasına örnek gösterilen bir düzeye ulaştı. Bunu sağlayan en cesur hamlelerden biri de, daha 1860’larda Osmanlılarda tartışma konusu olan “Kod Sivil” (Medeni Kanun) oldu. 1927’de reel toplumun ilerisinde olan bu yasa, din-mezhep ve kadın-erkek eşitliğine dayanan bir “ulus” inşasına hem temel, hem de dürtü teşkil edecekti.

***

Evet, tek partili dönem “demokrat” olamadı; o koşullar yoktu; ama çok partili hayatla birlikte bu ülkeye “demokrasi” geldi mi?  Hayır o da olmadı; üstelik “çok partili hayat”a geçiş koşulları da çok geçmeden “darbeci” ve “vesayetçi” geleneklerin yeniden canlanmasına yol açtı.

Türkiye’de “demokrasi” bir halk hareketiyle değil, dış dürtülerle ve Milli Şef’in dört eski CHP vekili ile yaptığı pazarlıkla kuruldu. Nasıl AKP, kurulurken “takiyye” ile suçlandıysa, o yıllarda da Demokrat Parti “muvazaa” (danışıklı döğüş) ile suçlanıyordu. Böyle başlayan bir “demokrasi” de kısa sürede Osmanlı hizipçiliğine sürüklenmeye mahkûmdu. Ne yazık ki öyle de oldu ve arkadan da darbeler geldi. 27 Mayıs’a giden günlerde dillerde en çok dolaşan sözlerden biri Menderes’in “Ben bu orduyu yedek subaylarla da yönetirim!” sözleriydi. Orduda “cunta”lar oluşuyor, “darbe” ve “komplo” korkularının egemen olduğu “Osmanlı” geleneği tekrar canlanıyordu.

Askerlerle sivil yöneticiler arasında “tehlikeli ilişkiler”in oluştuğu bu oyunun en mahir oyuncusu Süleyman Demirel oldu. Mizahi espriden de yoksun olmayan Süleyman Bey, bu becerisinin “sırrını” bir gazeteciye 679 rakamıyla açıklamış ve  “6 kez gittim; 7 kez geldim; 9. Cumhurbaşkanı oldum!” demişti. Mühendisler devri açılmıştı; Süleyman Bey’i de siyasi kariyerini 12 Eylül darbesi üzerine kuran Turgut Özal izledi. Ne var ki darbe ve komplo geleneği hortlamıştı; o da “veto”lardan, suikast girişimlerinden masun kalmadı ve sonunda da, “Anayasa bir kez delinmekle bir şey olmaz!” diyen bu ultra-liberal başkan, arkasında “öldü mü, öldürüldü mü?” tartışmaları bırakarak hayata veda etti.

***

AKP, bu ortamda, “gömlek değiştirdik” iddiasıyla iktidara geldiği zaman tüm koşullar lehineydi. Ortada istikrara kavuşmuş bir ekonomi vardı ve “küreselleşen” sermaye, kalkınmakta olan ülkelere doğru akıyordu. İçerde de istikrarsız koalisyonlardan bıkmış usanmış “banker”ler, “holdingler” ve “müteahhit”ler artık başbaşa konuşacakları bir “tek adam iktidarı” özlemi içindeydiler. Bu misyonu Tayyip Bey pekâlâ yüklenebilirdi. İslamcılar arkasındaydı; Gülenciler arkasındaydı; liberaller arkasındaydı; AB arkasındaydı. Bu koşullarda Demirel’in de, Özal’ın da yapamadığını yapabilir, “vesayet”e son verebilirdi. “Böl ve yönet” politikası bu koşullarda tekrar yürürlüğe girdi; “dalga dalga” davalar bu hırsla açılmaya başladı; kin ve nefret tohumları bu ortamda etrafa saçıldı.

Peki, sonra ne oldu?

Olanları herkes biliyor; nefret nefreti körükledi, eski hastalıklar nüksetti ve “vesayet bitti” derken, bu ülke, tarihinin en kanlı darbe girişimine tanık oldu.

***

On bir yıl önce, Ergenekon davaları ve tutuklamalar hızla sürerken, bir söyleşide “vesayet”le ilgili soruya şu yanıtı vermiştim: “Çelişkilerle dolu bir dönemden geçiyoruz. Bir yandan neredeyse herkes ‘artık bitti; bir devir kapandı; bu ülkede bir daha darbe olmaz’; diyor, fakat öte yandan da üç yıldan beri devamlı olarak darbeler konuşuluyor (…) Bakınız daha bir ay önce bir referandum yaşadık. Başbakan on binlere hitap ederken, sık sık, yanında hep bir ‘beyaz gömlek’ taşıdığını, ölümden korkmadığını söylüyordu. Demokratik kuralları garanti altında Afganistan: Çıkmaz mı, fırsat mı? Sabah, 17 Ağustos 2021.bir rejimin başbakanı hiç böyle konuşur mu? Başbakanımız birilerinden mi korkuyor, yoksa birilerini korkutmak mı istiyor?”. (Minerva, Eylül, 2010). İşte emekli amirallerin “bildirisi” tartışılırken o günleri anımsadım ve yoksa on yıl öncesine mi döndük, değişen fazla bir şey yok mu? diye düşündüm.

     İlginçtir, “Bildiri Krizi”nde, Erdoğan, bir yandan TSK’ya “genelkurmay başkanından erine” kadar, “sevgi, saygı ve şükranlarını” sunar ve (Meclis gurubunda) uzun uzun alkışlanırken, öte yandan da -tuhaf bir şekilde- “askerin muvazzafı, emeklisi olmaz” diyor ve  “bildirici” amiralleri suçluyordu. Güzel de, eğer gerçekten “askerin muvazzafı, emeklisi olmaz” ise, emekli amirallere yapılan zulmün (gözaltılar, evlere baskın, elektronik kelepçe vb) tüm TSK ‘da ne gibi duygulara yol açacağı da hesaplanmış mıydı?

Aslında doğru olan, ordunun ne övgü ne de yergi konusu olması, dahası siyaset meydanında hiç konuşulmamasıdır. Bu da ancak hukukun ve adaletin hâkim olduğu bir düzende mümkün olabilir ve her türlü “vesayet”ten kurtulmanın yolu da budur. Bu gerçekleşmedikçe siyasi hayatımız “korkma ve korkutma” oyunlarına sahne olmaya devam edecek ve kaybeden de tüm Türkiye olacaktır.

******

MEDRESE, ÜNİVERSİTE ve DEMOKRASİ KAVGASI

7 ŞUBAT 2021

Fransızlar, tarihlerinin 1789 Devrimi’nden önceki dönemini “Eski Rejim” olarak adlandırırlar. Çağdaş Fransa, o tarihte, Bastille’in zaptı ile başlayan bir “yeniden yapılanma” sürecine girmişti. Bizde ise çağdaş Türkiye’nin temelleri 1923 yılında atıldı ve yarı-sömürge konumundaki Osmanlı Devleti o yıldan itibaren “Eski Rejim” sayılmaya başladı.

Ne var ki tarih düz bir çizgi üzerinde ilerlemiyor ve devrimleri sık sık karşı-devrimler izliyor. Böylece, Fransa tarihinde Thermidor’lar, Brumaire’ler yaşandı. Bizde ise demokratik gelişme sık sık darbelerle kesintiye uğradı ve varılan noktada da mevcut iktidar Cumhuriyet’in 100. yıldönümünü “Eski Rejim”i canlandırma çabaları içinde kutlamaya hazırlanıyor.

Fransa, 19. yüzyılda yirmi yılını III. Bonapart diktası altında geçirmişti; bizler ise 21. yüzyılda III. Abdülhamid rejimini önlemeye çalışıyoruz. Yeni Anayasa ile adeta “Saltanat” yetkileriyle donatılan Cumhurbaşkanı bunu da yetersiz buluyor, kavramları tersine çeviriyor ve artık kendisini “devrimci”, 1923-1950 yıllarını da uzatmalı bir “eski rejim” dönemi sayıyor.

Sayıyor ve karalıyor. Daha geçenlerde, Tübitak ve Tüba bilim ödülü töreninde, AKP’nin öğretim alanındaki başarılarını “ilim ve irfan medeniyetine sahip çıkma”sıyla açıklıyor ve “daha önceki dönemlerde kısır ideolojik bakış açılarıyla kurulan tüm bariyerleri kaldırdık” diyordu. Yeni dönemde ise binlerce bilim insanının sorgusuz sualsiz üniversiteden uzaklaştırıldığı, mahkemelere sevk edildiği, hatta -12 Eylül cuntasının bile yapmadığı şekilde- başka yerde çalışmaları da engellendiği unutulmuştu. Bu yüzden çaresiz kalan, intihara sürüklenenler bile olmuştu.

“Yeni Rejim”in yüksek öğretim anlayışı buydu ve bu anlayışla Başkan Erdoğan medreseleri de övebiliyordu. İmam-Hatiplilere yaptığı bir konuşmada “Açık konuşuyorum” diyordu, “Osmanlının son dönemlerinde ülkenin en önemli ilim ve irfan kaynakları olan medreselerin yozlaşması büyük sıkıntıya yol açmıştır. Cumhuriyetle birlikte bunların toptan kaldırılması ise daha büyük bir kayba ve boşluğa neden olmuştur” (10 Mayıs 2016). “Yozlaşmış”, hatta Abdülhamid döneminde -Ş. Mardin’in ifadesiyle- “asker kaçakları için bir sığınak” haline gelmiş medreselerin bile bugün övgü konusu olması gerçekten ibret vericiydi. (Türkiye’de Din ve Siyaset, 2004, s. 50).

***

Her toplumsal kurum tarihi bir gelişmenin ürünüdür ve nitelikleri de toplumsal evrim ve devrimler sarmalında şekillenir. Bu bağlamda “üniversite” de Ortaçağ’da doğdu ve din adamları yetiştiren, ilim ve ilahiyatı tekelinde tutan bir kurum olarak şekillendi. Bu “Karanlık Çağ”da özgür akıl kutsal dogmaların esiri olmuş, Eski Yunan düşünürleri bile bu anlayışla okunmaya başlanmıştı. Hıristiyan üniversiteleri de, İslam medreseleri de bu zihniyetle Aristo’yu “Muallim-i Evvel” ilan etti ve düşüncelerini dondurarak klişeleştirdiler. Ve bu “sentez”i zorlayan, felsefeyi savunan, özgür akıl lehinde tezler geliştiren İbn Rüşd gibi düşünürler de sonunda lanetlendi, mahkûm edildi, sürgüne yollandı. Kelam ve fıkıh, özgür düşünceye geçit vermiyordu.

***

F. Engels “ilahiyat, zamanla ya özgür bir felsefeye dönüşür ya da kör bir inanç haline gelir” demişti (1844). Düşünce planında Batı’yla İslam dünyası arasındaki farkın anahtarı tam da bu sözcüklerde yatmaktadır. Bunu ilk anlayanların ve bu yönde köklü bir dönüşüme yol açan düşünürlerin başında da Descartes geliyordu.

Descartes (1596-1650) Cizvit okullarında okumuş ve inancına da sadık kalmış bir düşünürdü. Yine de “Metafizik Meditasyonlar”ında ilahiyatçılara sesleniyor ve onlara “aklınızı kullanın” diyordu. Ona göre ilahi gücü kavramanın en sağlıklı aracı ancak özgür akıl ve kuşkucu düşünce olabilirdi. Ne var ki Sorbon’lu ilahiyatçılar onu dinlemediler ve Kilise de kendisini aforoz etti.

Yine de sonunda kazanan Descartes oldu. Akılcılık, Sorbon’da olmasa bile özgür akademilerde, “salon”larda, sivil toplum kuruluşlarında giderek ağır basıyordu ve Aydınlanma yüzyılı da bu tohumların yeşermesiyle hayat buldu. Descartes’dan yüz yıl kadar sonra, Diderot, ilahiyat sultasından kurtulamamış Sorbon’u eleştiriyor ve ilk modern üniversitenin planını yapıyordu. Yeni üniversite, “bir ulusun bütün çocuklarına fark gözetmeden kapılarını açan” ve “evrensel bilimi kucaklayan” bir kurum olacaktı.

***

Diderot, “yeni üniversite”nin Fransa’da, mutlak monarşi altında kurulabileceği konusunda iyimser değildi ve bu yüzden de planını “aydınlanmacı” eğilimler sezdiği II. Katerina’ya yollamıştı. Yanıldığı nokta da bu oldu. Aslında bir kültür devrimi yaşayan ve yüksek öğrenimde akılcılığa elverişli koşullar yaratan ülke Rusya değil, Almanya’ydı. Ve bu ülkede üniversite kavgasının başını da Immanuel Kant çekiyordu.

Kant (1724-1804), bir üniversite mensubuydu ve kavgasını da üniversite bünyesinde yürütüyordu. Ona göre üniversiteyi kökten değiştirmek, bunun için de önce bu kurumlarda ilahiyat yerine özgür felsefeyi egemen kılmak lazımdı. Bu bir “Fakülteler kavgası” idi ve bu başlık altında bir de kitap yazdı (1798). Felsefede “üstün bir emir makamı” olmadığı için, felsefe fakültesi, ilahiyatçıların sultasından kurtarılmalı ve “sadece akıl tarafından konulmuş yasalara uyacak biçimde” yapılanmalıydı. Ana fikir buydu. Bu fikir 19. yüzyılın ilk yıllarında tüm filozoflar tarafından tartışıldı ve son noktayı da Wilhelm von Humboldt koydu.

Bir dil bilgini ve siyaset adamı olan Humboldt, kapitalizmin hızla geliştiği bir toplumda yaşıyordu ve bu gelişmeye Fransız devriminin siyasal ilkeleri ile Alman romantizmi ve felsefesi kavramlarıyla bakıyordu. Alman romantizmi kendisini Eski Yunan’a, Alman felsefesi de Kantçı rasyonalizme ve idealizme götürüyordu. Sermaye birikimi ve burjuva hegemonyasının önüne geçilemezdi; ne var ki “ideal üniversite” yine de maddi üretimin, verimlilik ve kâr dürtülerinin esiri olmamalıydı. “Humboldt Üniversitesi” 1809 yılında, Almanya’da, bu anlayış üzerine kuruldu ve ilk “modern üniversite” olarak da diğer Batı üniversitelerine örnek oldu. Sınıflı toplumlarda uğruna savaşılması ve aşılması gereken bir ideal teşkil ediyordu.

***

Berlin’de Humboldt Üniversitesi kurulurken Osmanlı Devleti’nde II. Mahmut hükümdardı. Denilebilir ki bu sultanın saltanat yılları (1808-1839) Osmanlı tarihinde en köklü dönüşümün yaşandığı yıllar oldular. Bir yandan “Tercüme Odası” kurularak, Arapça, “bilim dili” olma tekelini kaybediyor; dahası, batılı ülkelere öğrenci gönderilmeye başlanıyor, fakat öte yandan da, devlet, Yeniçeri ordusunu -ıslah edeceğine- katlediyor ve “Nizam-ı Cedid” batılı uzmanların ve subayların eğitimine emanet ediliyordu. Böylece girilen dönemde Tanzimat paşalarının başarıları da “Doğu Sorunu” adı verilen oyunda sergiledikleri ustalığa endekslendi. Osmanlı Devleti’nde yüksek öğrenimde “medrese”den “darülfünun”a geçme çabaları bu koşullarda başladı.

***

Bu konuda ilk girişim 1845’de oldu. Bir “Maarif Meclisi” kurulmuş ve Mustafa Reşit Paşa’nın telkiniyle bir de “Darülfünun tasarısı” hazırlanmıştı. Yeni kuruluş için İtalyan mimar G. Fossati’ye bir de bina ısmarlandı. Ne var ki bağnaz ulema Müslüman gençlerin gayrimüslimlerle bir arada okumasına karşı çıkıyor, üstelik binanın Ayasofya Camisi civarında açılmasını da şiddetle kınıyordu. Bu yüzden işler uzadı, araya Kırım Savaşı ve mali sıkıntılar girdi ve ancak 1869’da 49 maddesi bir “Darülfünun” kurulmasına ayrılmış bir “Maarifi Umumiye Nizamnamesi” hazırlanmasıyla yeni bir adım atılabildi.

Yeni kuruluşa bin kadar öğrenci başvurmuş, programa iddialı dersler konmuş, bina da hazır hale gelmişti. Yine de açılış biraz gecikerek 1870 Ramazanı’nın ertesine sarktı. Medreseli öğrencilerin çoğu cami dışındaki zamanlarını “cerre giderek”, yani yurdun dört bir yanında vaazlar vererek geçiriyorlardı. Hayatlarını böyle kazanıyorlardı; dönmelerini beklemek lazımdı.

Zamanın Maarif Nazırı Safvet Paşa’nın “Medrese-i İlmiye” dediği yeni kuruluş o sırada İstanbul’da bulunan İslam reformisti Cemaleddin Afgani’nin bir konferansıyla açıldı. Oysa bu, muhafazakâr ulemayı hoşnutsuz kılan bir olaydı. Üstelik, Mürşit, konferansında peygamberliği “sanat” gibi sunmuş, ulemayı büsbütün öfkelendirmişti. Nitekim muhalefet giderek arttı ve bu ikinci girişim de kısa süreli oldu. “Darülfünun” üç yıl sonra, 1873’te kapatılıyor, fakat Osmanlı üniversitesinin öyküsü bununla da bitmiyordu.

Aslında Medrese-i İlmiye kapatılırken Galatasaray Sultanisi bünyesinde yeni bir girişim başlamış, yeni okula müdür tayin edilen Sava Paşa’nın deyimiyle “fidanlığa yeni bir tohum” ekilmişti. Üstelik artık dersler de herkese açık konferanslar (!) olmaktan çıkarılarak düzenli hale geliyor ve Darülfünün’a hukuk, fen, edebiyat alanında yeni birimler ilave ediliyordu. Ne var ki üç yıl sonra tahta çıkan Abdülhamid’in bunlara ihtiyacı yoktu. Kendisi, ülkeyi, daha sonra en ateşli muhalefet yuvaları haline gelecek olan Harbiye, Tıbbiye ve Mülkiye kadrolarıyla yönetebilirdi. Böylece 1881 yılında Darülfünun-u Sultani’nin derslerine son verildi.

Yine de, yirmi yıl kadar sonra, kısmen artan muhalefeti yatıştırmak amacıyla, kısmen de Said Paşa’nın telkini ve “imaj politikası” baskısıyla yeni bir tecrübe başlayacak, bu kez de “Darülfünun-u Şahane” sessiz sedasız devreye girecekti. Bu son girişim, İkinci Meşrutiyet atmosferinde az çok yenilenmiş bir zihniyetle, 1933 reformuna kadar varlığını sürdürecektir. Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlıdan ikiliklerle dolu, felsefecilerle kelamcıların, hukukcularla fıkıhcıların bir arada yaşadığı bir miras devraldı. İstanbul Üniversitesi Cumhuriyet’in onuncu yılında, 1 Ağustos 1933’te açılırken, Milli Eğitim Bakanı Reşit Galip şunları söylüyordu: “Bugün kuruluşu başlayan İstanbul Üniversitesi’nin dünkü İstanbul Darülfünunu ile hiçbir münasebeti yoktur. Üniversite yeni bir müessesedir. Ananesi kendi ile başlayacaktır!”.

***

Şimdi bu tarihi parantezi kapatalım ve günümüze gelelim. Gerçekten de bu son günlerde, Üniversite sorunu Boğaziçi Üniversitesi’nde yaşananlar vesilesiyle gündeme oturmuşken, 88 yıl önce söylenmiş bu sözleri nasıl yorumlayabiliriz? Üniversitemiz gerçekten de kendi ananelerini yaratabildi mi? Bugün hangi sorunlarla karşı karşıya bulunuyor? Aslında tarihi ve toplumsal bir kurum olan üniversiteler üç farklı kategoriden oluşurlar: öğretim üyeleri, öğrenciler ve idari görevliler. Bu haliyle toplumun bir parçasını teşkil ederler ve temel sorunları itibariyle de sosyal kavgaların bir parçası olurlar. Böylece kuruma hâkim yönetim ve insan/toplum bilimleri anlayışı, genellikle egemen sınıfların parası, baskısı ve zorlaması ile biçimlendirilmeye çalışılır. Buna direnenler ise iktidarın baskısı, yaptırımı ve zulmüyle karşılaşırlar.

Üniversite bir bilim yuvasıdır; fakat yine de üniversite bünyesinde en hayati unsuru öğrenci kitlesi teşkil eder. Nihayet bilim üniversite dışında, araştırma kurumlarında, özel laboratuarlarda da yapılabilir; ama öğrencisiz bir üniversite tasavvur edilemez. Üniversite sadece öğrencilerin dersleri izleyerek bilgi edindikleri, kişiliklerini geliştirdikleri bir kurum değildir. Aynı zamanda gençlerin bir arada yaşadığı, dostluklar kurduğu, ortak idealler geliştirdiği bir ortamdır. Bu nedenle sınıf çıkarlarını aşan, baskı ve zulme en çok direnenler de onlar ve onlarla aynı ruhu taşıyan hocaları olur. Zaten diktatörlerin, zalimlerin sık sık hedefi olmaları da bu yüzdendir. Hep provokatörlerin, hırslı hocalarının, teröristlerin aleti olmakla suçlanır, takibata uğrarlar; fakat özgür akla, bilime ve ilerleme fikrine öncülük yapanlar ve bu nedenle geleceğe de damgasını vuracak olanlar yine bu gençler arasından çıkar. Zamanla içlerinden birçoğu “gençlik idealleri”ni terk ederek paranın, şöhretin ve kudretin cazibesine kapılsa bile!

Tarih üniversitelerde devrimci atılım örnekleriyle doludur. 19. yüzyıl devrimleri en canlı simgesini ressam Delacroix’nun ünlü tablosundaki öğrencide bulmuştu. Bizde de ilk kez Meşruti bir anayasa ilan edilirken medrese öğrencileri Abdülhamid’i değil Mithat Paşa’yı destekledi ve gösteriler yaptılar. Aynı şekilde 20. yüzyılda Mayıs-68 kıvılcımları da üniversite kampuslarında atıldı ve yepyeni idealler dünyayı sarstı. Peki, sonra? Sonra devrimci atılımları karşı-devrimci darbeler izledi ve hiçbir yerde de özgür, adil ve müreffeh bir toplum düzeni kurulamadı. Tam tersine, insanlık, iklim değişikliği, nükleer silahlar, pandemi ve yoksulluk belaları karşısında çaresiz kalmış rejimlere mahkûm edildi. Bu durumda, hala özgürlük savaşçılarını ve üniversite gençliğini suçlayan ve susturmaya çalışanların, en azından geçmişteki karşı devrim girişimlerinin bugün nasıl anıldığını hatırlamaları gerekmez mi?

Söyler misiniz, bugün, yakın tarihte zulme uğramış, zindanlarda çürütülmüş, darağaçlarına yollanmış devrimci demokratlar mı saygıyla anılıp yüceltiliyor, yoksa onları “anarşist”, “terörist”, “hain” gibi yaftalarla ezen gerici cuntalar ve hükümetler mi?

***

17 Ocak 2021

NEOLİBERALİZM, ÇILGIN TRUMP ve FAŞİST KOMPLO

Ayaklanma? Darbe? Faşizm? 6 Ocak 2021’de, Amerika’da Kongre binasına yapılan saldırı hala tartışılıyor ve belli ki daha uzun süre de tartışılacak!

Gerçekten de 6 Ocak’ta Washington’da neler yaşandı?

Aslında ilk işaretler 19 Aralık 2020’de gelmişti. O gün, Trump, yandaşlarına bir tweet atmış ve “6 Ocak’ta Washington’da büyük bir protesto yapılacak; orada ol; vahşi olacak!” demişti. Anlaşılan, seçim yenilgisini bir türlü hazmedemeyen narsist Başkan, Beyaz Sarayı terk etmemek için her şeye kararlıydı. Nitekim binlerce kişi çağrısına uydu ve “orada” oldular! Gerisi de geldi.

ABD kamuoyunda “MAGA kalabalığı” (Make America Great Again Mob) olarak adlandırılan güruhun saldırısı, çıldırmış bir başkanın kışkırtmasıyla başlamıştı. Şimdi de herkes yaşanan “vahşet”in toplumsal nedenlerini ve olası sonuçlarını konuşuyor. Oysa ortalık hâlâ yatışmadı ve en büyük korku da 20 Ocak devir töreninin daha da vahim bir kalkışmaya yol açma olasılığı? 6 Ocak skandalını Cumhuriyetci çoğunluk da kınamış olsa bile, alarm zilleri çalmaya devam ediyor. YouGov anketine göre parti seçmenlerinin yarısına yakını da (% 43’ü) işgali onaylamıştı!

***

Aslında yaşadığımız dünyada, Amerika, Amerika’dan çok fazla şeyler ifade ediyor ve Washington’da olanlar da hepimizi yakından ilgilendiriyor. Böylece 6 Ocak’taki saldırı karşımıza bir çeşit “üç bilinmeyenli bir denklem” çıkardı. Bilinmeyen ve yanıt aranan sorular da, sırasıyla, şunlar: 1) 2021 yılında uluslararası kapitalizm nasıl bir tablo sergiliyor? Yoksa emperyalizmin dönüşüme uğradığı, yeni bir aşamaya geçtiği sarsıntıları mı yaşıyoruz? Yoksa “neoliberal” dönem kapanıyor da, “neoemperyal” çağ mı başlıyor? 2) Eğer öyleyse, bu dönüşümde ABD nasıl bir yer işgal ediyor? Yoksa Uzakdoğu’daki gelişmeler, giderek bu ülkeyi “emperyal zincirin zayıf halkası” konumuna mı sürüklüyor? 3) ABD’de “Trumpizm” neyi ifade ediyor? Bu mitoman başkanın, bunca skandaldan sonra hala arkasında milyonlarca Amerikalıyı toplamasının sosyal karşılığı ne olabilir? İşte ilk emperyalizm analizlerinden yüz yıl kadar sonra, günümüz sorunlarına -ve zihinleri kurcalayan “ne yapmalı?” sorusuna- yanıt aramaya yol açabilecek bazı sorular! İzleyen satırlarda -aynı sırayla- bu yanıtlara ipucu teşkil edebilecek bazı bilgiler vermeye çalışacağım.

***

2019 Kasım’ında ünlü iktisatçı Joseph E. Stiglitz dikkat çekici bir yazı yazdı. “Neoliberalizmin sonu ve tarihin doğuşu” başlığını taşıyan bu yazı, bir bakıma Fukuyama’nın otuz yıl önce “liberalizmin zaferi”ni ve “tarihin sonu”nu ilan eden eserine yanıt teşkil ediyordu. (Global Thought; 4 Kasım 2019). Columbia’lı profesöre göre, “neoliberalizm, kırk yıl boyunca demokrasiyi tahrip etmiş” ve tüm uluslara refah, ilerleme ve özgürlük vadeden bu sistem çöküş sürecine girmişti. Neoliberal uygulamanın ortaya koyduğu tablo, Karl Popper ve yandaşlarının yıllarca avukatlığını yaptığı “açık toplum”a hiç benzemiyordu. Aksine, nüfusunun büyük çoğunluğu “demagoglar ve otokratik liderler” tarafından yönetilen bir dünyada yaşıyorduk ve bu dünyada -sosyal himaye, vergi ve ücret politikaları, finans düzeni vb- tüm uygulamalar tek bir ilkeye bağlanmıştı: Kapitalist rekabet! Zengin ülkelerde bile sıradan vatandaşlara “istediğiniz politikalar uygulanamaz; çünkü bu durumda ülke rekabetçi olmaktan çıkar; çok iş kaybı olur ve siz de ızdırap çekersiniz!” deniyordu. Bu yüzden de geleceğe, seçkinlere ve ekonomi bilimine güven kalmamıştı. Özellikle makro-iktisat analizleri “2008’dekine benzer krizleri dışlayan modellerin uygulandığı” her yerde tüm itibarını kaybetmişti. Şimdi de “bu büyük düşkırıklığından doğan siyasal sonuçları” yaşıyorduk. Belli bir tarih sona eriyor, yeni bir tarih başlıyordu. Stiglitz’e göre bu yeni dönemde “Aydınlanmayı yeniden canlandırmak ve onun özgürlük, bilime saygı ve demokrasi değerlerine tekrar bağlanmak zorunda” idik.

***

2020 arifesinde Stiglitz’in temel düşünceleri bunlardı ve bu tezleri Nobel ödüllü bir iktisatçıdan duymak ilk bakışta şaşırtıcı görünebilir. Oysa bu düşünceler yaygındır ve günümüzde -pandemik salgınla da katlanarak- karamsarlık ve manevi çöküntüye yol açıyorlar.

Aslında neoliberalizm büyük sermayeyi sınırlayan kuralları kaldırmış, uluslararası planda sermaye akışını hızlandırmıştı. Böylece yatırım fonları emeğin ucuz, çalışma koşullarının elverişli olduğu ülkelere doğru akmaya başladılar ve bundan da en çok -başta Çin- Uzak Doğu ülkeleri yararlandılar. Üstelik sadece fonlar akmıyor, bir takım fabrikalar da sökülerek bu ülkelere taşınıyordu. Batı’da “sanayisizleşme” yaratan bu süreç, kalkınmakta olan ülkeler arasında da “yükselen pazarlar” ayrışmasına yol açtı.

Oysa aynı yıllarda ABD’de kapitalizm de kabuk değiştiriyor, J. Haskel ve S. Westlake’nin “Kapitalsiz Kapitalizm” (Princeton Uni. Press; 2017) adını verdikleri bir yapılanmaya yol açıyordu. Bu kapitalizmde maddi yatırımların yerini hızla yazılım, marka, tasarım, Ar-Ge vb gibi alanlara yapılan “gayri-maddi” (intangible) yatırımlar alıyordu. Örneğin Microsft’ta maddi sermaye, şirketin piyasa değerinin ancak % 1’i kadardı. Üretimde fizikî emeğin yeri giderek azalıyordu; örneğin toplam borsa değeri 5 trilyon doları aşan beş dev şirketin (GAFAM: Google, Apple, Facebook, Amazon, Microsoft) çalıştırdıkları işçi sayısı ancak 1,2 milyon kadardı. Bu gelişme gelir dağılımındaki eşitsizliği de hızla artırıyor, sınıf çelişkilerini keskinleştiriyordu.

Aynı süreç uluslararası planda da giderek yeni bir kutuplaşmaya yol açtı: Çin Halk Cumhuriyeti, imalatta “dünya atölyesi” haline gelirken, “soyut sermaye” de ABD’de yeni bir işsizler ordusu yaratıyordu. Üstelik Çin, büyük ölçüde “montajcı” bir imalatla yetinmiyor, ileri teknolojide de öne geçme hesapları yapıyordu. 2015’te ilan ettiği «Made in China 2025» planına göre, dijital teknolojide on yıl içinde iç pazarın % 80’nini, dünya pazarının da % 40’ını ele geçirmeyi hedeflemişti. (Le Monde, 7 Ocak 2020). 2021 yılına gelindiğinde, artık küresel elektronik ürün ihracatının yarısına yakını Çin tarafından yapılıyordu.

Gerçi bu ürünlerde Çin’in katma değer payı azdı ve % 22’yi aşmıyordu. Yine de bu ülke dev pazarı ve üretimde kullandığı “vahşi kapitalizm” yöntemleriyle ABD üstünlüğünü tehdit eder hale gelmişti. Steven Bognar ve Julia Richard’ın Çinlilerle işbirliği içinde gerçekleştirdikleri dokümanter filimde (American Factory; 2019) görüldüğü gibi, bir Çinli milyarderin ABD Ohio’da kurduğu cam fabrikası (Fuyao Glass America), sendika düşmanlığı, düşük ücretler, fazla mesai ve tatil kısıntıları ile -2021’de % 8 büyümesi ve 2028’de de ABD’nin GSYH’sını geçmesi beklenen- “Çin mucizesi”nin anahtarını da veriyordu. Bu yüzden, dünya bu “mucize” karşısında büyülenirken, madalyonun öteki tarafı da unutulmamalıydı.

***

“Madalyonun öteki tarafı” en çok Amerika’da hissedildi ve halk tabakalarında iki türlü düşmanlığa yol açtı: Beyaz emekçilerin işlerini çalan “renkli” göçmenler ve buna uygun bir politika izleyen neoliberal “seçkinler”! 2012 seçimlerinde Cumhuriyetçi aday Mitt Romney liberal bir kampanya yürütmüş, bu yüzden de parti yandaşlarından bir kısmı seçim sandığına gitmemişti. Oysa -tarihin cilvesi- dört yıl sonra buna isyan etmek büyük bir iş adamına düşecekti. Gerçekten de 2016 yılında, ABD politikasında dünyayı da sarsacak bir dönüşüm yaşadı.

Donald Trump’ın adaylığı başlangıçta kendi partisinde bile ciddiye alınmamış, kaygı ve ironi dolu yorumlara yol açmıştı. İlginçtir, bugün yapılan faşizm tartışmaları da aslında 2016’da başladı. Bakınız o tarihte, henüz seçim bile yapılmamışken, muhafazakâr yazar Robert Kagan, “Amerika’ya faşizm nasıl gelir?” başlığı altında, neler yazıyordu: “Faşizm Amerika’ya çizmelerle, özel selamlarla gelmeyecek; bir televizyon madrabazı, bir sahte milyarder ve ders kitaplarına geçecek bir ego-manyakın halktaki nefret ve güvensizlik duygularını kışkırtmasıyla ve kör parti yandaşlığı, dava yokluğu ya da sadece basit bir korku gibi nedenlerle koca bir ulusal partiyi peşine takmasıyla gelecek”. (WPost, 18 Mayıs 2016). Bu kaygılar Trump’ın başkan seçilmesiyle bitmedi; aksine, daha da şiddetlendi. Demagog iş adamı Beyaz Saray’a oturalı henüz dört ay bile olmamıştı ki Yale, Harvard ve New York üniversitelerinden 27 psikiyatr bir araya geliyor ve ruh sağlığı olmayan bir başkanın “tehlikelerine” dikkati çekiyorlardı. Düzenledikleri konferansta (20 Nisan 2017), Amerikan Psikoloji Derneği’nin özel bir muayene yapılmadan kamu yöneticileri hakkında tanı konmasını yasaklamasına rağmen (Goldwater Rule), bu yasağı çiğniyor ve Hitler iktidara gelirken Alman aydınlarının ve psikiyatri derneğinin sessizliğini ibretle hatırlatıyorlardı. Bununla da kalmadılar, Trump tehlikesi hakkında bir de kitap yayınladılar. (The Dangerous Case of Donald Trump; Macmillan, 2017). Haklıydılar; dikkat çektikleri “tehlike” dört yıl sonra Capitol Hill’in işgaliyle çok daha vahim bir şekilde ortaya çıkacaktı.

***

Aslında her faşizmin bir “çılgın”a ihtiyacı vardır ve Amerika’da da bu işlev -kısmen fıtrat ve yetişme tarzı, kısmen de rol icabı- Donald Trump’a düştü. Ne var ki bu milyarder iş adamı reel dünyadan hiç de kopuk değildi ve iş kaybına uğramış “derin Amerika”daki iki düşmanlığı çok iyi yakalamıştı. Küreselleşme Amerika’nın aleyhine işliyordu ve içerde göçmen işçiler, dışarda da Çin, Amerika’nın en büyük düşmanlarıydı. Politikasını da bu düşmanlığa dayandırdı. Bir yandan Meksika sınırına büyük bir duvar ördürüyor, öte yandan da Çin’le ticaretteki dengesizliğe son vermeye çalışıyordu. Çin, “MAGA”ya karşı en büyük tehlikeydi; gümrük savaşı teknoloji savaşıyla beraber yürütülmeliydi. Bu korkuyla 5-G’de tehlikeli atılımlar yapan Çin elektronik devi Huawei’ye yasaklar kondu; hatta bir ara şirketin mali direktörü de tutuklandı.

Ne var ki Trump yasaklarla yetinemezdi. İçerde de şirketleri teşvik ediyor, büyümelerine yardımcı olmaya çalışıyordu. Buna karşılık üretimi dışarı taşıyanlara da şiddetle karşıydı. Kongre’ye ilk seslenişinde bunu söylemiş, tweet’lerinde buna uymayanları tehdit etmişti. Aynı konuşmada aralarında Lockheed, General Motors, Fiat-Chrysler, İntel gibi devler bulunan on şirketi yatırıma teşvik etmiş, bu yönde de büyük bir vergi indirimi yapmıştı. Onlar da gerçekten milyarlarca dolarlık yatırım yaptılar. Ne var ki durum değişmiyor, üç yıl sonra da bunların toplam istihdamı eski düzeyi (Reuters araştırmasına göre 2 milyon işçi) geçmiyordu. Trump yönetiminin övündüğü borsa rekorları ise, hisselerin yarısının nüfusun % 1’inin elinde olduğu düşünülürse, kandırdığı “mağdur”larla alay etme gibiydi. Mali durum da farklı değildi. Obama’dan devir alınan 300 milyar dolarlık bütçe açığı bir trilyon dolara çıkmış, üstelik aradaki fark da, vaat edilen altyapı yatırmlarından değil, zenginlere yapılan vergi indirimlerinden doğmuştu. Kısaca çılgın Başkan, 2020 seçimlerine ekonomik planda başarıyla değil, kötü bir karneyle girdi ve.. kaybetti.

***

Aslında 2020 seçimlerinde şaşırtıcı olan seçimi Trump’ın kaybetmesi değil, 74 milyon kadar oy almasıydı. O tam bir faşistti ve “bu terim hafiflikle kullanılmamalı” diyen iktisatçı Paul Krugman (Nobel 2008) , Kongre baskını üzerine Trump’ın “milliyetçi-ırkçı hedeflerine ulaşmak için şiddet kullanan gerçek bir faşist” olduğunu yazdı. (NY Times, 7 Ocak 2021). Ne var ki neoliberal uygulamalarla bir çok ülkede yoksul kitleler çaresiz kalmış ve demagog politikacıların peşine takılmıştı. En tehlikeli senaryo da Washington’da sahneye kondu. 6 Ocak’ta Kongre’yi basanlar aslında “Trumpist galeri”nin küçük bir modelini teşkil ediyordu. QAnon komplocuları, “Proud Boys” temsilcileri, acayip kılıklı provokatörler, ‘molotof kokteyl’li suikastçılar, herkes oradaydı. Hatta emlakçı bir milyoner, randevuya yetişebilmek için, Teksas’ta özel bir uçak kiralamıştı. Şimdi ise tüm ABD 20 Ocak’ta yapılacak Başkanlık töreni vesilesiyle daha da vahim bir senaryonun sahnelenmesinden korkuyor ve bunu önlemek için de 20 binden fazla ulusal muhafız görevlendirildi. Bu da bir “ABD mucizesi!” ve dünyayı kontrol eden ABD emperyalizmi, yurt dışında bulunan askerlerinden çok daha fazlasını (NY Times’e göre üç katını) seferber ederek, artık kendi Meclis’ini korumaya hazırlanıyor!

***

Bazı Amerikalı yorumculara göre Trump, 6 Ocak’ta demokratları da sokağa dökerek iç çatışma çıkarmak ve bunu bahane ederek sıkıyönetim ilan etmek istemişti. Bu bir darbe girişimiydi. Oysa olaylar kontrolünden çıktı ve Trump rezil oldu. Öyle ya da böyle, şimdi kendisi de korku içinde ve “çok sevdiği” yandaşlarını yatıştırmaya çalışıyor. Artık tweet de atamıyor ve siyasal hayatını tamamen söndürecek ikinci bir azil girişimiyle karşı karşıya bulunuyor! Yine de anlaşıldı ki, Trump bitse bile, “Trumpizm” bir süre daha yaşayacak ve zaten bugünlerde de, başta Ted Cruz, birçok senatör bu “74 milyon”luk mirasa konmaya çalışıyor. Oysa karşılarında bir türlü kandıramadıkları ve özlemleri de Joe Biden’dan çok, Bernie Sanders tarafından dillendirilen bir mazlumlar ordusu var. Bu da demektir ki neoliberalizm çöker ve yeni bir tarih sayfası açılırken, Trumpist büyücü çırakları kirli oyunlarında bunların beklenti ve direnişlerini de hesaba katmak zorunda kalacaklar!

***********************************************************

6 Ocak 2021

“BAŞÖRTÜSÜ”NÜN BİTMEYEN ÖYKÜSÜ..

“Hâlâ başörtüsü mü?”. İki yıl önce, AKP kurucularından Ayşe Böhürler, Yeni Şafak’taki yazısını (19 Ocak 2019) bu başlıkla yayınlamıştı. Yazar bu yazıda baş örtmenin ne sadece bir “giysi”, ne de bir “estetik” sorunu olduğunu söylüyor ve bu davanın, arkasında, “kadim bir tarih ve sembolize edilen birçok çatışma alanı barındırdığını” hatırlatıyordu. Üstelik bu kavgada, saflar da, sanıldığı gibi açık değildi. Hedefte Kemalist “laikçilik” olsa da, örneğin vaktiyle “Çarşafla Mücadele Kanunu”nu TBMM’ye getirenler “Demokrat Parti’den iki milletvekili hanım” olmuştu. Kaldı ki başörtüsü, “sadece bizim kendi hikâyemizin bir parçası” olmaktan çıkmış, “Batı’nın İslam’la kavgalarının” da bir parçası haline gelmişti. İşte bütün bu nedenlerle asla ‘dava kazanıldı; sorun bitti!’ havasına girilmemeli, “başörtülü sayısının ve görünürlüğünün artması” ile sorunun çözüldüğü sanılmamalıydı.

Kısaca sorun yepyeni boyutlar içinde canlılığını koruyor, fakat yeni nesil bunu idrak edemiyordu. “Yeni başörtülülerin bu bilinçte olmadığını görüyorum”, diyor Böhürler Hanım; “Bu, ne ile karşı karşıya olduklarını anlamalarını da engelliyor. Bizim aksimize, sanıldığının tersine, karşıt fikirlerle mücadele bilgi ve becerileri de yok. Kendi mahallelerinde, benzerleriyle çok konforlular”.

İlginç bir tablo ve bence yazar AKP’nin sınıf politikasının İslamcı kesimde yarattığı ayrışmayı gayet güzel özetlemiş!

***

Yine de Böhürler’in yazısı özgün bir analiz sayılamaz. Ondan birkaç ay önce Hilal Kaplan, Sabah gazetesindeki köşesinde aynı konuya değinmiş ve o da yeni nesle bir “abla” olarak hak ettiği dersi vermişti. Zaten yazısı da “Başörtülü ablalardan türbanlı fenomenlere!” başlığını taşıyordu. (18 Eylül 2018).

Peki, Hilal Hanım’ın, yazısında “ıstırap çekiyorum ve Allah’a karşı sorumluluk hissediyorum; o yüzden yazacağım!” dediği olay neydi? Şuydu: “Tesettür markaları’nın iş yaptığı, başörtülü kadınlara giyim önerilerinde bulunan, milyonlarca genç kıza örnek gösterilen bir ‘türbanlı fenomen’ poz vermiş” ve sonra da vicdanı sızlamadan sosyal medyada “bu pozu paylaşmıştı”. Sergilenen tabloda “başını bir bezle kapatmış”; “önden saçları görünen”; “açıkta kalan boynuna ince bir fular kondurmuş”, “makyajlı” bir “fenomen” vardı!

Daha ne olsun? Burjuvalaşmış “türbanlı fenomen”ler bundan daha güzel anlatılabilir mi? Yıllar önce bir sosyologumuz da bunlara benzer bir “modern mahrem” tablosu çizmemiş miydi?

Aslında hakkını yemeyelim; Hilal Hanım demokrat bir yazar, özgürlüklerden yana. Zaten “incitmemek” için adını vermediği “fenomen”e de “herkes istediği gibi giyinmekte özgür, sen de özgürsün!” diye sesleniyor. Ama şunu da ekliyor: “Ancak tesettür giyim olarak örnek gösteriliyor ve hatta ekmek paranı bundan çıkarıyorsan; toplum önüne de bu kimlikle sunuluyorsan bunun sorumluluğu vardır”. Ve bu sorumluluğu da “abla” olarak geçmişte neler çektiğini anlatarak hatırlatıyor.

Hilal Hanım, “fenomen”in resmine bakarak “seni görünce ne düşündüm biliyor musun?” diyor ve açıklıyor. En çok düşündüğü şey, lisans ve yüksek lisans yıllarında, “itfaiye çıkışı” da dahil, dersliğe “sızabilmek” için “güvenlik görevlileri” ile verdikleri kavgalar imiş ve bu on yıl boyunca, nerede olursa olsun, bir “güvenlik görevlisi” görürse “çarpıntısı” tutmuş. Bugünlerde ise “başörtüsü yasakları kalktı diye sevinirken, başörtüsünü kendiliğinden kaldıran, iptal eden bir vasata mı ulaşacaktık?” diye üzülüyor.

Aslında İslamcı hanımlarımızın acılarını saygıyla karşılamak, onlarla empati yapmak gerektiği kanısındayım; fakat şunu da sormadan edemiyorum: acaba onlar da farklı davaların yarattığı acılara saygı duydular mı? Başka “güvenlik görevlileri” tarafından -bırakınız üniversite yasağını- yargısızca infaz edilen, işkence ile öldürülen, ya da yıllarca zindana mahkûm edilen kimselerle empati kurabildiler mi? İşte burada karşımıza bambaşka bir tablo çıkıyor.

Nasıl mı?

Geçelim nesillerinin en yürekli, en parlak öncüleri olan devrimci öğrencileri, farklı bir “türbancı”yla ilgili bir örnek verelim. Nazlı Ilıcak’tan söz etmek istiyorum.

Nazlı Hanım bir “türbancı” idi; fakat yaşantısı itibariyle hiç de “İslamcı” değildi. Türbanı “demokrasi” inancıyla, “laikçilik”le savaş bağlamında savunduğunu söylüyordu. TBMM’ye türbanla giren Merve Kavakçı’yı da bu inançla kanatları altına almış ve bu nedenle milletvekili sıfatını kaybetmişti. O tarihte dinci çevrelerde “kahraman” sayıldı.

Peki, sonra ne oldu?

Yıllar geçti; bir takım din dışı nedenlerle Nazlı Hanım AKP’yi eleştirmeye, bazı uygulamalara karşı çıkmaya başladı. Üstelik eleştirilerinin dozu giderek artıyor, 17-25 Aralık operasyonunun darbe girişimi olmadığını bile söylüyordu. Hatta hükümetin istifasını bile istedi. Ama artık haddini aşmıştı; araya 15 Temmuz darbe girişimi de girince “güvenlik görevlileri” harekete geçtiler ve bu “demokrasi mücahidi”, “silahlı terör örgütü üyeliği” suçlamasıyla tutuklandı. Sonra da tutuklu olarak “Anayasal düzeni ortadan kaldırmaya teşebbüs”le yargılandı ve ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırıldı.

“Ablalar” üzgündü. Ama ne de olsa Nazlı Hanım kendilerinden değildi; üstelik “dava”ya ihanet de etmişti. Yine de Merve Kavakçı, Akit gazetesinde, “Nazlı Abla’yı iki yanında kadın polisler arabaya bindirilirken görünce içim yandı” diye üzüntüsünü belirtmekten kendini alamadı (5 Ağustos, 2016). Üstelik kendisini de “sorumlu” hissediyor ve “keşke” diyordu: “Keşke bu dostluğu dondurmayıp Nazlı Ilıcak’a FETÖ’nün ne olduğunu izaha çalışsaydım; belki onu ikna edebilirdim; belki görmediklerini görmesine vesile olabilirdim!”. Oysa ne yazık ki bunu yapamamış ve Nazlı Hanım da FETÖ’cülerin “pençesine düşmüştü”. Artık yapacak bir şey yoktu; “Nazlı Abla ile yollarımız siyaseten birleşmişti; yine siyaseten ayrıldı” diyor Merve Hanım. Ve Nazlı Hanım, tahliye dileğiyle hapishaneden Tayyip Bey’e yalvaran bir mektup yazarken, kendisi de “büyükelçi” olarak Malezya’nın yolunu tutuyordu.

***

“Abla”lar; “türbanlı fenomen”ler; “konforlu türbanlılar”; “türbanlı diplomatlar”.. Zaman geçiyor başörtülü hanımlarımız çeşitleniyordu. Ne var ki İslamcı cephe “türbanlı başsavcımız da oldu; artık bu iş normalleşti” diye sevinirken, feryat da koptu. Üstelik feryat eden de eski ve davaya büyük katkıları olmuş bir “abla” idi. O da HaberTürk’teki köşesinde bu davayı kazanmak için neler çektiklerini uzun uzun anlatıyor, fakat varılan noktada “normalleşme”nin “kısmî” olduğunu söylüyordu.

N. Bengisu Karaca Hanım’a göre, “hâlâ tam ve hakiki normalleşme”den söz edilemezdi; çünkü özel sektörde bazı firmalar “başörtüsü ayrımcılığını gizli gizli sürdürüyor(lardı)”. Fakat daha da önemlisi şuydu: “ ‘Başörtülü kadınların tek bir ideolojik aidiyeti ve siyasi görüşü olabilir’ dayatmasının tekeli, tüm bu olup bitenlerden sonra AK Parti’ye geçmişti”. “Başörtülü iseniz”, diyordu Nihal Hanım, “belli statülere gelebilmek ya da daha önce yaptığınız işi sürdürmek için AK Parti’yi desteklemekten ve hızlı Reisçi olmaktan başka bir seçeneğin uygun görülmediğini er ya da geç anlarsınız”. Kendisi de, Ayasofya camiye çevrilirken yazdığı bir yazı dolayısıyla bunu anlamıştı (HaberTürk, 9 Haziran 2020). Aslında dönüşüme karşı çıkmadığı, sadece bir yıl önce Erdoğan’ın da söylediklerini hatırlatarak, işin “faturası”ndan söz ettiği ve “Ayasofya cami olursa, Mescidi Aksa nasıl savunulabilir?” dediği için “mahalle linçine” maruz kalmıştı. Kısaca, “görünürdeki zafer hikayesinin arkasında hezimete dair başka bir manzume daha var(dı)”. Artık “başörtülü kadınlar, belli bazı konularda Cumhur İttifakı’nı oluşturan partilerin her gün değişen fikirlerine değil de kendi fikirlerine sadık kalmayı seçiyorlarsa, gayet ağır hakaretlere uğruyor, muzaffer kalabalıklar içinde yalnızlığa mahkûm oluyorlar(dı)”. .

***

İşte Nihal Hanım uğradığı “mahalle linçi”ni altı ay önceki bir yazısında böyle anlatmıştı. Bugünlerde ise, başörtüsü yasağının çok sert uygulandığı bir dönemde Kültür Bakanı iken, yanına başörtülü bir gazeteci alarak basın toplantısı yapan Fikri Sağlar, sadece sözlü “linç”e maruz kalmıyor, hakkında “halkı kin ve düşmanlığa tahrik veya aşağılama” iddiasıyla soruşturma da açılmış bulunuyor! Nereden nereye!

İyi de, Fikri Bey ne demiş, “soruşturma”ya yol açacak ne yapmıştı?

Sadece, “kendi başıma da geldi!” diyerek, türbanlı bir hâkimin kendisiyle ilgili bir davada “adaleti yerine getirebileceği konusunda kuşkusu olduğunu” belirtmişti! Üstelik “bazıları militanca ve ideolojik takılıyor” diyerek “başına geleni” de genelleştirmemişti. Kıyamet koparan cümleleri bunlardı ve kimsenin artık ona “peki, anlat bakalım; neymiş şu başına gelenler?” demesine gerek kalmamıştı. “Linç” operasyonu başladı. O kadar ki, kendi partisinin başkanı Kemal Bey bile “böyle bir ayrımcılığı asla doğru bulmuyorum; çağın neresindeyiz biz?” diyordu. “Özgürlük çağı”nda yaşıyorduk ve Fikri Çağlar “çağdışı” kalmıştı. On binlerce hukukçu, gazeteci, öğretmen, öğrenci, subay, emniyetçi zindanlarda çile dolduruyordu; ama kızlarımız başörtüsü özgürlüğüne kavuşmuştu. “Dava” için en önemlisi buydu; buna gölge düşürmemek lazımdı.

***

Yukarıdaki satırlarda hep başkalarının düşüncelerini özetledim; konu biraz da bunu gerektiriyordu. Yine de son söz olarak birkaç satırla kendi düşüncemi paylaşmak isterim.

Her din gibi İslam da “ilkeler” (akaid) ve “ayin” (ibadat) olmak üzere iki kısımdan oluşur. Tarihi evrimde ise “ilkeler” önce ilahiyata, sonra da özgür felsefeye yol açmıştır. Ne var ki İslamiyet, birçok toplumsal ve kültürel nedenle, “reform” ve “modernizm” ilkelerine genellikle karşı çıkmış, “felsefe” olarak da eski Yunan düşünürlerinin -özellikle de Aristo’nun- tefsirleriyle yetinmiştir. Böylece “ibadat” da özgür düşünce ve felsefenin önüne geçmiş, üstelik ona baraj teşkil etmiştir. Bunun en çarpıcı örneklerinden birini de kendi tarihimizde görüyoruz.

Meşrutiyet yıllarında, Şemsettin Günaltay, “Zulmetten Nura” başlıklı eserinde “İlerlememize mani olan İslamiyet değil, bize öğretilen İslam’dır” diyordu (1996 baskısı, s. 99). Çok partili hayata geçerken de -bu kez CHP’nin son başbakanı olarak- okullara “seçmelik” din derslerini o koydurdu. Oysa aradan yüz yıldan fazla geçti; artık yüzden fazla ilahiyat fakültesine, binlerce imam hatip okuluna ve on binlerce de Kuran kursuna sahibiz. Yine de bu ülkede “İslam Davası” denilince, akla ilk gelen şeyler hâlâ ibadet uygulamaları oluyor. Başörtüsü tartışmaları devam ediyor; milyonlarca Alevinin yaşadığı ülkede hala cemevlerinin “ibadet mekanı” olup olmadıkları tartışılıyor; Diyanet Başkanı halkı “yağmur duası”na davet ediyor; yüz yıllık tarihi olan “Müslüman Kardeşler” akımı da ancak Cumhurbaşkanı’nın “parmak işareti”yle anlam kazanıyor! Bırakınız felsefeyi, ilahiyat bile kontrol altında tutuluyor ve özgürce bir yorum denemesinde bulunan ilahiyatçılar da “linç” kampanyaları altında öğretimlerine son vermek zorunda kalıyorlar. İşte AKP “İslamcılığı”nın bu ülkede düşünce hayatını getirdiği nokta budur.

***********************************************

15 Kasım 2020

EMPERYALİZM, KÜRESELLEŞME ve ABD SEÇİMLERİ.

On altı yıl önce, Amerika’da yine bir başkanlık seçimi sırasında, bir Japon gazeteci bu ülkenin küresel planda belirleyici rolüne işaret ederek, “neden bu seçimde herkes oy kullanmıyor?” diye sormuştu. Mademki bu seçimi tüm dünya vatandaşları, “nefesleri kesilmiş halde” izliyorlardı, o halde en azından internet aracılığıyla bir “seçim oyunu” (mock election) oynanabilirdi! (İHT, 25 Mart 2004).

ABD’deki bu son seçimlerin dünyada daha da büyük bir heyecanla izlendiğini görünce Japon gazetecinin bu esprisini hatırladım. Üstelik bu kez yarışma, bazı özgül koşulların da katkısıyla, daha uzun sürdü ve şimdi de aynı heyecanla “uzatmaları” izliyoruz. Kuşkusuz dünya ve küresel dengeler hızla değişiyor; Amerika bile artık yirmi yıl öncesinin Amerikası değil; değişmeyen tek şey ise sermaye hegemonyası! Oysa o da yeni stratejik arayışlar peşinde ve bu arayışlara da, son dört yıl boyunca, “Trump modeli” (Trumpizm) damgasını vurdu.

İşte ABD’de son seçimler bu koşullarda yapıldı ve kazanan da belli oldu. Oysa Trump bir türlü yenilgiyi kabul etmiyor; “seçimi ben kazandım!” diyor ve tüm dünya da bu garabeti şaşkınlıkla izliyor. Şimdi soru şu: Trumpizm, geçici bir fırtına olarak mı kalacak, yoksa dünya düzeninde daha da şiddetli sarsıntıların öncü işareti mi olacak? Sanırım bu konuda doğrulara ulaşabilmek için sorgulanması gereken nesnel kategori, kapitalist üretim biçiminin günümüzdeki işleyiş biçimi, yani çağdaş emperyalizm olmalıdır. Son ABD seçimleri de gerçek anlamını ancak bu zemin üzerinde kazanabilir.

***

Emperyalizm aslında bağımsız bir kavram değildir; kapitalist üretim biçiminin 19. yüzyıl sonlarında aldığı şekle verilen addır. Daha önce siyasal bir akımı, kralların “imparatorluk” tutkusunu ifade eden bu terim, 20. yüzyıl başlarında yeni bir anlam kazanmış ve bugün hala canlılığını koruyan tartışmalara yol açmıştı.

O sırada kuramcıların üzerinde anlaştıkları nokta şuydu: İleri kapitalist ülkeler, artık rekabetçi dönemi geride bırakmış, tekellerin oluştuğu ve gelişmemiş ülkelere sermaye ihraç eden metropoller haline gelmişlerdi. Anlaşmazlık ise şu noktadaydı: Bu gelişmenin sonuçları ne olabilirdi?

Şu oldu: Tekelleşmenin ve kolonyal rekabetin barışçı yollarla çözülebileceğini savunan Kautsky ve II. Enternasyonal haksız, Lenin haklı çıktı ve sonunda da dünya savaşı patladı. Sonra da genel kriz, Nazizm, Büyük Savaş, soğuk savaş vb derken bugünlere geldik. Geldik ama yüz yıl önceki sorunlar da -üstelik daha da büyümüş olarak- hala karşımızda duruyor ve çözümlerini bekliyor.

***

Aslında kapitalist üretim biçimi tarihte ilerlemeci bir rol oynamış, daha önceki kölelik düzenini tasfiye etmişti. Feodal serflerin yerini alan emekçiler yer yer daha da acımasız bir sömürü nesnesi olsalar da, artık modern bir sınıf olarak örgütlenme ve direnme olanaklarına sahip oluyorlardı. Kaldı ki, kapitalizm, başlangıçta sadece metropollerde oynadığı rolü giderek tüm dünyada yayıyor ve sınıf kavgasına küresel ufuklar açıyordu.

Marx ve Engels daha Manifesto’da (1848) bu nokta üzerinde durmuş, kapitalist üretim biçiminin “ulusal sınırları aşarak, insanları küresel bağlarla birbirine bağlayacağını” ve kültürel planda da “tek yanlılık ve dar kafalılık”ları yok edeceğini söylemişlerdi. Peki, kapitalizm, emperyalizm aşamasında da bu misyonu sürdürüyor muydu?

O dönemde açıkça altı çizilmese de, tüm emperyalizm kuramcılarına göre, sürdürüyordu. Hatta Rosa Luxembourg, tezini, sermayenin ancak kapitalizm öncesi üretim ilişkileriyle çevrili olduğu koşullarda ve bu ilişkileri çözerek yenilenip büyüyeceği esasına dayandırmıştı. (R.L; Sermaye Birikimi, 1913).

Bu konuda Lenin de farklı düşünmüyordu. Ona göre de en ileri ülkelerde oluşan “sermaye fazlalığı”, “küresel kapitalizmin çarkına kapılmış” ülkelere gidiyor ve orada kendi sınırları içinde mümkün olmayan kârlar sağlıyordu.

Oysa aynı zamanda gittikleri yerlerde de kapitalist üretim ilişkilerini geliştiriyorlardı. Lenin’e göre, bu sermaye ihracı “çıkış ülkelerinde gelişmeyi bir dereceye kadar yavaşlatsa bile, kapitalizmin dünyada derinlik ve yaygınlık kazanmasını sağlıyordu”. O dönemde bu ihraç, “esas olarak kredi ve devlet borçlandırması şekillerini alıyor, sanayi işletmelerine yatırım yapılmıyordu”. Bugünkü dille, portföy yatırımları doğrudan yatırımlara nispetle ağır basıyor ve finans-kapital tefeci kârlar sağlıyordu. (Lenin; Emperyalizm, 1917).Yine de Lenin ve Rosa Luxemburg, Doğu’da pazar ekonomisinin bu yollarla finanse edilen demiryolu politikası sayesinde nasıl geliştiğini kuvvetle vurgulamışlardır. Luxemburg’un rakamlarla anlattığı gibi, Osmanlı tarihinde “batılılaşma”, “modernleşme” gibi başlıklar altında incelenen döneme, aslında, 1850-1890 yılları arasında İngiltere, 1890’dan sonra da Almanya sermayesi ile finanse edilen demiryolu politikası damgasını vurmuştu.

***

Bugün ilk emperyalizm tartışmalarının yapıldığı dönemden yüz yılı aşkın zaman geçmiş bulunuyor ve bu arada yıkıcı savaşlar, iktisadi krizler yaşandı. Oysa emperyalizm olgusu ortadan kalkmadı; aksine, rafine yöntemler kullanarak çok daha yaygın ve yoğun şekillere büründü. Bugün insanlık 1900’lerden çok farklı bir kapitalizm profili ile karşı karşıya ve o yıllardaki uluslararası sermaye akımlarıyla ilgili veriler, bugünkü rakamların yanında gülünç görünüyor.

Kuşkusuz bu gelişmenin çeşitli nedenleri vardır. Oysa iki etken bu konuda en belirleyici rolü oynadı gibi görünüyor. Bunlardan birincisi, kökeni 1960’lara uzanan, fakat son kırk yıl içinde küresel bir iletişim ağı oluşturan teknolojik devrim; ikincisi de, otuz yıl önce, Sovyet sisteminin çözülmesi oldu. Bilgisayar çağı, finansı ve ticareti kamçılıyarak uluslararası sermayeye yepyeni ufuklar açıyor; Thatcher ve Chicago Okulu iktisatçıları kılavuzluğunda gerçekleşen Perestroika da uluslararası ekonomiye beklenmedik bir pazar sağlıyordu. Böylece Rusya da kapitalist zincire eklenmiş ve “küreselleşme” tamamlanmış oldu.

Londra’da çıkan liberal The Economist dergisi 2006 başlarında (21 Ocak) bilançoyu şöyle çıkardı: “Çin, Hindistan ve eski Sovyetler Birliği’nin pazar ekonomisine katılmaları, küresel emek gücünü iki katına çıkardı. Emek gücünü bollaştırıp, sermayeyi ona nispetle kıtlaştıran bu durum, sermaye girdilerine kıyasla ücretler üzerinde bir baskı oluşturdu. Böylece zenginlerin kârları ulusal gelirde rekor düzeylere ulaşırken, emekçilerin payları azaldı”. Oysa bu, “öykünün sadece bir kısmı” idi. Öbür kısmı olarak da, dergi, 2005 yılında, kalkınmakta olan ülkelerin toplam üretiminin (satın alma gücü paritesi ile) dünya üretiminin yarısını -hafifçe de olsa- geçtiğine işaret ediyordu. Yani uluslararası sermaye bu kısa dönemde hem nalına hem mıhına vurmuş, bir yandan tekelleşmeyi artırırken, öte yandan da kapitalizmi tüm dünyaya yaymıştı.

Tekelleşme ve sermaye ihracı ile ortaya çıkan kutuplaşmanın bir tarafında Çin’in, öbür tarafında da ABD’nin yer aldığı bugünlere böyle geldik. Bu demektir ki kapitalizmin özüyle ilgili olan bu gelişme ne Thatcher ile Reagan’ın saldırgan liberalizmi ile başladı, ne de Trump’ın faşist korumacılığı ile biteceğe benziyor.

***

Gerçekten de Çin, bugünkü “dünya atölyesi” konumuna doğrudan dış sermaye yatırımları sayesinde geldi. Öyle ki, 1984-89 yılları arasında ülkeye yılda ortalama 2,2 milyar dolar yabancı sermaye girerken, Sovyet sisteminin de çöküşüyle bu süreç hızlanıyor, 1992-2000 arası 30,8 ve 2000-2013 arasında da 170 milyar dolara çıkıyordu. Ne var ki Çin yönetimi, yarı-kolonyal geçmişinden ve Mao’cu öğretiden alınan derslerle bunları kontrol altına almış ve reel sektöre yönlendirmesini bilmişti. İşte Çin Başkanı Xİ Jinping de, 2017 Davos toplantısına bu anlayışla katılıyor ve Trump’ın korumacı eğilimine karşı küreselleşmeyi övüyordu. (Le Monde Diplomatique; Aralık 2017).

***

Aslında “küreselleşme” çağında sermaye ihracı da küreselleşmiş ve her ülke, kendi olanakları ölçüsünde, bu emperyalist uygulamaya katkıda bulunmaya başlamıştı. Türkiye de bu akımın dışında kalmadı. Cumhurbaşkanı Yardımcısı Fuat Oktay’ın bir açıklamasına göre (28 Ocak 2019), Türk sermayedarlar da bu alanda üstlerine düşeni yapmışlar ve yabancı ülkelere toplam 38 milyar dolar yatırmışlardı. Aynı sermaye içerde de gerekli hallerde bunları koruyacak dronları vb üretiyordu. Çağdaş emperyalizmin bir yeniliği de sermaye ihracına yeni usullerin eklenmesi oldu. Artık bazı metropollerde bir takım fabrikalar sökülüyor ve emeğin daha ucuz, vergilerin daha düşük, çalışma koşullarının daha elverişli olduğu ülkelere taşınıyordu. Bu tarz yer değiştirme (delocalisation) uygulamaları da uluslararası planda kutuplaşmayı keskinleştiren ek bir faktör oldu.

***

Günümüzde bu kutuplaşmanın bir tarafında Çin ve devlet kapitalizmi varsa, öbür tarafında da ABD ve çağdaş tekelleşme abideleri olan GAFAM (Google, Amazon, Facebook, Apple, Microsoft) beşlisi bulunuyor. Geçtiğimiz Ağustos ayında bu beşliden, Facebook dışındaki üçünün borsa değeri bir triyon, Apple’inki de 2 trilyon doları geçti. Üstelik 1 trilyonluk değere 42 yılda ulaşan Apple’e, 2 trilyona ulaşmak için 21 ay yetmişti. (NY Times, 19 Ağustos 2020).

GAFAM beşlisinin toplam değeri de 5,6 trilyon doları bulmuştu. Oysa değerleri Türkiye milli gelirinin sekiz katı olan bu şirketler, toplam olarak 1,2 milyon kişi çalıştırıyor, vergi vermiyor ve giderek banka hizmetlerini de üstlenmeye başlıyorlardı. Dijital çalışma yöntemleri sayesinde, Covid 19 pandemisinden en kârlı çıkan da onlar oldular.

Ne var ki maddi üretimi periferiye naklederek işsizliği artıran, hatta algıları da kontrol altına alıp yönlendiren bu yeni emperyalizm, “gözetleme kapitalizmi” yöntemleriyle sonunda tüm rejimleri de sarstı. (Shoshana Zuboff; The Age of Surveillance Capitalism, 2019). Son yıllarda “sağ”lı “sol”lu söylemlerle iktidara gelen, fakat hepsi de aynı oyunu oynayan “popülist” rejimler aslında bu kutuplaşmanın ürünü oldular. Ve son ABD seçimleri de, traji-komik Trumpizm uygulamasıyla, bu gelişmedeki en tehlikeli halkayı gözler önüne serdi.

***

170 yıl önce, Marx, Yeni Renanya Gazetesi’nde (Şubat, 1850) “Gelecekte Pasifik Okyanusu Antik çağda Akdeniz’in, günümüzde de Atlantik Okyanusu’nun oynadığı rolü, yani Dünya ticaretinin büyük suyolu olma rolünü oynayacak ve Atlantik Okyanusu da, bugünkü Akdeniz gibi, bir iç deniz durumuna düşecek!” diye yazmıştı. İşte çağdaş “küreselleşme”nin yol açtığı kutuplaşmada ABD ile Çin Halk Cumhuriyeti’ni karşı karşıya getiren süreç de bu oldu.Bu süreçte geleneksel imalat dalları, sayısız emekçiye ve dev bir pazara sahip Çin’e kayarken, ABD de sayıca az ve kalifiye emekçi kadrolarıyla “high-tech” sanayi tekelleri kuruyordu. Oysa demokratik rejimlerde bunun bir de bedeli vardı. Fabrikaları kapanan ya da sökülerek başka ülkelere taşınan bölgeler elbette bir tepkide bulunacaklardı.

Aslında ABD siyasal rejimi bir çeşit “denge ve fren” sistemine dayanır. Bunu da anayasa ve neredeyse onun kadar önemli olan seçim sistemi sağlar. Öyle ki, Anayasa, başkanı büyük yetkilerle donatırken, seçim sistemi de Senato’ya adeta onu kısıtlayıcı bir rol vermiştir. Başkan, en önemli tayinleri ancak senatonun onayıyla yapabilmektedir. Ne var ki, senato, oluşma şekliyle, bu rolü daha çok kırsal Amerika lehine oynuyor. Çünkü her eyalet, nüfusuna bakılmadan – ister Wyoming gibi 580 bin, ister Kaliforniya gibi 40 milyon nüfuslu olsun- Senato’da iki üyeyle temsil edilmektedir. Bu da Paul Krugman’ın “Senato Amerikası” dediği kırsal kesime, dolayısıyla Cumhuriyetçilere büyük bir avantaj sağlıyor. İşte “Trumpizm” denilen garabeti yaratan da bu anti-demokratik mevzuat oldu. Üstelik, bir önceki seçimde olduğu gibi, rakibinden üç milyon daha az oy alan bir adayın başkan seçilmesi de bu ülkede kimseyi rahatsız etmiyor. İşte, çağın ironisi, milyarder bir iş adamı, ırkçı ve demagojik bir söylemle geneksel muhafazakârların yanına küreselleşme kurbanı “beyaz yakalıları” da ekledi ve hanesine yetmiş milyon oyu kaydetmeyi becerdi. Bu bir başarıydı. Ne var ki bu başarı yetmedi ve narsist başkanın iktidardan kovulmasını önleyemedi. Şimdi “hukuk”a başvuruyor ve kendi tayin ettiği hâkimlerden medet umuyor.

Kuşkusuz bu yüz kızartıcı çabalar da faydasız kalacak ve Beyaz Saray’daki tiyatro yakında sona erecek. Oysa kavga yine de bitmeyecek; çünkü yetmiş milyonluk faşizan potansiyel yerinde duruyor ve tehlike de devam ediyor. Üstelik tehlike, çok büyük kısmı alt ve orta sınıflardan oluşan bu 70 milyonluk kitlenin gerçek temsilcilerini bulmasına kadar da devam edecek! Unutmayalım ki toplumsal gelişme çelişkilerle ilerliyor ve tutucu kanatta Donald Trump’ı yaratan kutuplaşma, ona karşı demokrat kanatta da, adaylık yarışında başa güreşen Bernie Sanders’i çıkardı. Bunlardan birincisi, artık Amerikan halkının da aleyhine işlemeye başlayan “küreselleşme”ye karşı milliyetçi ve saldırgan bir korumacılığa sığınırken; ikincisi, barış, eşitlik ve özgürlüğe dayanan bir sosyalizmi savunuyor.

*************************************************************************************************************

25 Ekim 2020

ERDOĞAN ve AKP’NİN “FİKRİ İKTİDARI”..

Cumhurbaşkanı Erdoğan birkaç gün önce tarihi bir konuşma yaptı; yankıları hala sürüyor. Öyle görünüyor ki bazı sözleri belleklere çakılacak ve aylar, yıllar sonra da hatırlanacak. Bu yarı itiraf, yarı özeleştiri havasındaki konuşmasında, Tayyip Bey, önce “hükümet olmakla, muktedir olmak; muktedir olmakla da iktidar olmak” arasında bir ayrım yapmış, sonra da “gerçek iktidarın fikrî iktidar olduğunu” vurgulamıştı. İzleyen cümlelerde ise şu saptamayı yapıyordu: “Medyamız en modern altyapıya sahip ama bizim sesimizi ve nefesimizi yansıtmıyor (…) En haklı olduğumuz konularda bile dünyaya kendimizi anlatamıyoruz. İşte bunun için de fikri iktidarımızı hala tesis edemediğimiz kanaatindeyim”.

Görüldüğü gibi, adı yurtta ve dünyada en otokrat liderler arasında geçen bir cumhurbaşkanı yıllarca “hükümet ettiğini” fakat aslında iktidar olamadığını söylüyordu. Bu “itiraf” gerçekten de şaşırtıcıydı. Oysa bana kalırsa söyledikleri hiç de yanlış değildi; sadece eksikti ve gerçeğin yarısını ifade ediyordu. Çünkü Tayyip Bey bu “kendini anlatamama”nın -aslında çok iyi bildiği- nedenini açıklamıyor ve böyle bir açıklamayı da herhalde zamana ve zemine uygun bulmuyordu.

***

Gerçek şu ki, AKP yönetimi, on sekiz yıllık iktidarı boyunca kendisini hiçbir zaman açıkça “anlatmak” istemedi ve bu yüzden de “fikrî iktidarını” kuramadı. Temel fikirlerini hep gizledi ve sonuç olarak da ülkeyi hep başkalarının fikirleriyle yönetti. Tek bir şartla! Bu fikirlerin, parti kurucularının -hatta onların da bir kısmının- nihaî hedeflerine aykırı düşmemesi koşuluyla! “Yeter ki kan uyuşmazlığı olmasın!” diyordu Abdullah Gül; kendisi de “uyuşmazlığa” düşmeden önce! Oysa bu durumda medyanın yüzde seksen veya doksanına değil, yüzde yüzüne de hükmetseniz, yine “fikrî iktidar”ınızı kuramazsınız!

***

Gerçekten de Adalet ve Kalkınma Partisi, on sekiz yıllık iktidarında hep başkalarının diliyle konuştu; liberal oldu, Gülenci oldu, popülist oldu, antiemperyalist oldu, Avrasyacı oldu ve sonunda da Ülkücü oldu. Ne var ki hepsini de başarıyla birbirine karşı kullanmasını bildi. Liberal solu ve Gülencileri yanına alarak Avrasyacıları; Avrasyacı ve Ülkücüleri yanına alarak da liberalleri ve Gülencileri ezdi. Bu arada her müttefiği de, günü gelip “balyoz”u yiyinceye kadar, kendisini iktidarda sanıyor ve Tayyip Bey’i alkışlıyordu. Erdoğan’ı “Reis” yapan en büyük “ustalık” bu oldu.

***

Peki, R. T. Erdoğan’ı ülkenin değilse de, iktidar partisinin “tek adamı” haline getiren gerçek ideoloji neydi? Böyle bir ideoloji var mıydı?

Hayır, herhalde yoktu. Aslında Erdoğan “kitabî” bir siyasetçi değil; ortaya sistematik bir “dünya görüşü” koymadı; geniş çerçeveli bir din anlayışı vardı; yeri geldi, çok farklı İslamcı akımlarla dostluk kurmada bir sakınca görmedi. Uzun iktidar yıllarında Nakşibendiler, Menzil’ciler, Gülenciler, İhvan hareketi vb hep bu dinci eklektizmin parçaları oldular. Hatta geçmiş yıllarda Esad Suriye’sinin Aleviliği ve son dönemde de Aliyev Azerbaycan’ının Şiiliği dostluk ve kardeşliğe hiç engel teşkil etmedi. Ne var ki Tayyip Bey az çok kutsallaştırdığı iki temel referansını da hiç gizlemedi. Aksine bunları her fırsatta açıkladı; övdü; göklere çıkardı.

***

Bunlardan Sultan Hamid, yönetim anlayışını; Necip Fazıl da “ideolocya” idealini temsil ediyordu. Oysa ikisinin de lügatlarında “demokrasi” diye bir sözcük yoktu. Birincinin saltanatında tüm özgürlük savaşçıları sürgüne yollandılar; ikincinin kuramında da “Führer”den esinlenen İslami bir “Başyüce rejimi” dizayn edildi. Bunlar açıkça anlatılıp övülemediği için başka diller kullanılıyor, sansür ve gizlilik de burada devreye giriyordu. Erdoğan Necip Fazıl’ın gençlere dindarlık ve kindarlık telkin eden “Gençliğe Hitabe”sini daha lise yıllarında okumuş, özümsemiş ve ezberlemişti. İktidar yıllarında da bunu AKP gençlerine okudu. Ne var ki Hitabe’de Mürşid’in “dindarlık ve kindarlık” telkin eden sözlerini okuyor; gerisini okumuyordu. Ve okunmayan kısımda da, laik cumhuriyet, “işgal ordularının bile yapamayacağı bir cinayetle, madde planında kurtarıldıktan sonra ruh planında ebedî helâke mahkûmiyet” şeklinde tanımlanıyordu!

***

Bu susuş aslında bir “imkânsızlığın” anlaşılması mıydı; yoksa ileri-geri adımlarla taktik bir arayışı mı ifade ediyordu? Bunu belki de hiçbir zaman öğrenemeyeceğiz. Hatta bu konuda ola ki Tayyip Bey’in kendisi bile kesin bir kanıya varamadı ve hep tereddütler içinde bocaladı. Oysa bu arada boş da durulmuyor, eğitimde, diyanette, tarikatlaşmada her türlü fırsat kullanılıyordu. Hatta komşu ülkelerde cihatçı ordular bile kuruldu. Oysa bütün bunlara rağmen şu gerçek de ortaya çıktı: 2000’li yıllarda, Cumhuriyetimizde, Şeriatçı bir rejime olanak sağlayacak koşullar artık aşılmış bulunuyor. Ve aslında bu hiç de yeni bir şey değil! Unutmayalım ki AKP döneminde göklere çıkarılan Necip Fazıl’ın kendisi de en fazla mahkûmiyete, tek parti dönemini din düşmanlığıyla suçlayarak iktidara gelen Menderes yıllarında uğramıştı. Bugün hiç hoşlanmadıkları “Atatürk’ü Koruma Kanunu” da yine DP yıllarında çıkarılmıştı. Sanırım bunları bugünlerde en çok hatırlaması gereken de herhalde AKP iktidarı olmalı!

9 Ağustos 2020

BİR DEMOKRASİ ÖYKÜSÜ

1955 yılı sonbaharıydı. Kasım’ın 29’unda siyasal hayatımızda hiç görülmemiş bir olay yaşandı. İktidar partisinin Meclis gurubunda, keyfi yönetim ve yolsuzluk iddialarını ciddiye alan vekiller ayaklanmış, hükümeti istifaya davet ediyorlardı. Oysa Demokrat Parti daha bir yıl önce, rekor bir oyla (% 57,6) seçimleri kazanmış, halk güvenini tazelemişti. Şimdi ise, Menderes, öfkeli vekillerini yatıştırmaya çalışıyor, onlara “siz isterseniz hilafeti bile getirirsiniz!” diye yalvarıyordu.

O günlerde bu sözler herkesi üzdü; fakat fazla ciddiye de alınmadı. Nihayet Çankaya’da Atatürk’ün son başbakanı, başbakanlık koltuğunda da şeriatcılıkla hiç ilgisi olmayan eski bir CHP milletvekili oturuyordu. Oysa aradan 65 yıl geçti; artık çok değişmiş bir Türkiye’de, çok farklı koşullarda yaşıyoruz, ama yine “Hilafet” konuşuyoruz. Üstelik bu kez iktidar koltuğunda da çok geniş yetkilerle donanmış, başında takke Kuran okuyan, gençleri camilere akın etmeye davet eden bir Başkan oturuyor. Ve tuhaf bir şekilde de bu Başkan kendisini Erbakan ya da Özal’ın değil, Menderes’in ve Demokrat Parti’nin manevi mirasçısı sayıyor!

Peki, bu nasıl oluyor? Ne yapmalıyız? Olayı ciddiye alıp üzülmeli, önlemler mi aramalıyız? Yoksa eskiden olduğu gibi “hilafet” söylencelerini bu kez de ciddiye almayarak gülüp geçmeli miyiz?

Aslında ne o, ne bu! Eğer ortada gerçekten ciddi bir tehlike varsa, bu hiç de “hilafetin ilanı” gibi temelsiz tutkulardan doğmuyor! Esasları bin yıl önce saptanmış olan “Hilafet kuramı” çoktan tarih oldu ve -El Kaide, Daeş vb gibi vahşet orduları dışında- 21. yüzyılda artık hiçbir İslam ülkesi böyle bir iddiada bulunmuyor. Aksine, “hilafet” adına yapılan “tartışmalar” asıl tehlikeyi gizler gibi görünüyor!

Aslında Erdoğan’ı Menderes’e çağdışı bir “hilafet özlemi”nden çok, “saltanat tutkusu” bağlıyor. Unutmayalım ki Osmanlı geleneğinde de “Hilafet ve Saltanat” ikileminde ağır basan “saltanat”tı ve Osmanlı hükümdarları hep han, sultan, hünkâr, padişah gibi sıfatlarla anıldılar. Bu bakımdan “cumhuriyet” adı altında “saltanat” sürmek mümkündü ve yeryüzünde böyle “cumhuriyet”ler de vardı!

Oysa ne kadar popülist bir söylemle gizlenirse gizlensin, böyle bir devlet anlayışı, uzun vadede halkın çoğunluğuna sevimli gelemez. Nitekim ne Menderes, ne de Erdoğan başlangıçtaki popülaritelerini koruyabildiler. Zaten birincisi topraksız köylülere toprak dağıtmayı amaçlayan bir kanuna muhalefetle iktidara yürümüş, ikincinin “halkçılığı” da bir “zekat” anlayışını aşamamıştı. Bu nedenle her iki lider de bir süre sonra çıplak gerçeklerle karşılaştılar. 1954’te oy rekoru kıran Menderes, daha ertesi yıl kendi içinden büyük bir direnişle karşılaşıyor ve üç yıl sonra da oyları seçmenlerin yarıdan azına düşüyordu. Oysa Menderes 29 Kasım 1955’teki direnişi doğru okuyabilseydi siyasal rejimimiz çok farklı bir yönde gelişebilirdi. Ama yapamadı; kişisel yapısı buna engel oldu ve “ben odunu aday göstersem milletvekili seçtiririm!” anlayışıyla muhalefeti ezdi ve kutuplaşmayı körükledi: Sonuç da çok hazin oldu. Böylece açılan çığırda darbeler darbeleri izliyor ve sonunda da Türk Silahlı Kuvvetleri siyasal sistemin bir parçası haline geliyordu.

***

İlginçtir ki Erdoğan da, Menderes gibi, iktidar olduktan beş yıl sonra büyük bir dirençle karşılaşacaktı. Oysa direniş bu kez parti içinden değil, sokaklardan geliyor ve İstanbul, İzmir ve Ankara’da sokaklara dökülen milyonlar “tehlikenin farkındayız!” diye haykırıyordu. İktidar sarsılmıştı ve bu durumda bir seçim yapmak zorundaydı. Ya geri bir adım atacak, laik cumhuriyeti tehlikede görenleri rahatlatacak, ya da sertleşecek ve otoritesini daha da artırmaya çalışacaktı.

Erdoğan ve arkadaşları bu ikinci yolu seçtiler; çünkü darbeler döneminin kapandığına, halkın artık “ara rejim” istemediğine ve hiçbir darbe girişiminin de sokak mitingleriyle, sloganlarla başlamayacağına inanıyorlardı. Böylece özünde laik ve demokratik olan bir direnişi, kendi değerlerini paylaşmayan, fakat gösteri yapan milyonları da “postalcı” diye karalayan bir aydın kesimini arkalarına alarak püskürttüler. Böylece giderek bir karşı-devrim niteliği kazanan bu operasyon, hesaplı ve planlı bir şekilde, birkaç aşamada gerçekleşme sürecine girdi.

Erdoğan, adeta Mustafa Kemal Paşa’nın devrimci stratejisini taklit eder gibiydi; ama onu tamamen ters yönde uyguluyordu. Nasıl Atatürk devrimci girişimi “safhalara ayırmış” ve hedefe “kademe kademe” ilerlemişse, Erdoğan ve yakınları da karşı-devrimi safhalara ayırıyor ve her safhada başka bir grubun desteğiyle hedefe ulaşmaya çalışıyordu. Böylece çeşitli “açılımcı” kesimler (“ileri demokrat”lar, Kürt açılımcıları, Gülenciler ve geniş bir çıkarcı grubu) “kademe kademe” bu harekete yardımcı oldular. 2010 Anayasa referandumu bu koşullarda oylandı; TSK, sahte belgeler ve toplu davalarla bu ortamda budandı ve bir genelkurmay başkanı da yine bu ruh hali içinde “terörist” suçlamasıyla tutuklandı.

***

Ne var ki gerçekler de birer birer ortaya çıkıyor ve eski destekçiler “kandırıldık” diyerek sırayla gemiyi terke başlıyordu. Ve sonunda da iyice kutuplaşmış, devlet ve siyaset anlayışı birbirine zıt iki kampa bölünmüş bir Türkiye resmi ortaya çıktı. Oysa bu arada iktidara tepkiler de sertleşiyor ve Erdoğan’ın manevra marjları daralıyordu.

2013 yılı, bu koşullarda bir dönüm noktası oldu.

27 Mayıs’ta İstanbul’da başlayan Gezi direnişi, dalga dalga tüm ülkeye yayılmış, milyonlarca insan hak ve hukuk özlemiyle sokaklara dökülmüştü. Aslında bu iktidar partisi için de bir toparlanma ve demokratik uzlaşma vesilesi olabilirdi. Oysa olmadı; nefret duyguları ağır bastı ve demokrasi tarihimizin bu parlak sayfası biber gazlarıyla, coplarla, tomalarla bastırıldı.

Yine de huzur tesis edilememişti. Yıl sonuna doğru, bu kez de parti içi bir kavga iktidarı temellerinden sarsıyordu. Gülenciler harekete geçmiş ve emniyet ve yargıya -bambaşka amaçlarla- yerleştirilmiş adamları vasıtasıyla, okullarına el koymak isteyen iktidara ciddi bir ihtarda bulunmuştu. Bazı bakan evlerinde milyonlarca dolar gizlenmişti; ortada son derece kuşkulu bir durum vardı; buna rağmen olay bir “darbe girişimi” ve paralar da “delil” sayıldı ve dosya kapatıldı. Oysa soruşturmalar devam ederken başbakan olan A. Davutoğlu bile “fezleke”yi ciddiye almış ve ilgili bakanlara Yüce Divan’a giderek aklanmalarını önermişti. İşte AKP 2015 seçimlerine bu koşullarda, kolu kanadı kırık olarak girdi ve.. kaybetti!

**

7 Haziran 2015 seçimlerinde -hala “girdiği her seçimi kazanan” denilen- AKP, aslında oyların % 40,8’i ile 258 milletvekili çıkararak Meclis çoğunluğunu ve iktidarı kaybetmişti. Bu durumda muhalefeti teşkil eden CHP, MHP ve HDP geçici bir koalisyon kurarak anayasal sistemi işler hale getirebilir ve demokratik koşullarda yeni bir seçime gidilebilirdi. Oysa olmadı; MHP’nin, Meclis’e kendisi kadar vekil yollamış olan HDP’ye olan nefreti buna engeldi. Böylece koalisyon kurulamadı; işler sürüncemede kaldı; iktisadi hayat felce uğradı ve sonunda da -AKP’ye çok uygun koşullarda- yeni bir seçime gidildi. Beş ay sonra yapılan seçimlerde AKP iktidarı Meclis’te rahat bir çoğunluk sağlıyor, fakat -kaderin cilvesi- HDP de, bu kez MHP’den de fazla vekillik kazanıyordu.

***

1 Kasım 2015 seçimleri AKP iktidarını rahatlatmış, fakat ülkeye huzur gelmemişti. Aksine, bürokraside bazı kilit noktaları ele geçirmiş Gülencilerin gücü kırılamamış, partiyle beraber devleti de sarsacak hale gelmişti. Üstelik “ılımlı ve uyumlu” İslam anlayışlarıyla ABD ve CİA’nın desteği de arkalarındaydı. 15 Temmuz 2016 darbe girişimi bu gelişmelerin sonucu oldu.

***

2016 darbe girişimi, darbeler tarihimizde, alışılmış şemalara uymuyor ve gizemini de hala bir ölçüde koruyor. Aslında böylesine kanlı bir girişimin zamanında haber alınarak önlenememesi, iktidar için de büyük başarısızlık olduğu halde, ülkede FETÖ hakkında bir konsensus oluştu ve bir gün öncesine kadar ülkede şeriatçılığından korkulan kuruluş, bir anda din ve devlet düşmanı, CİA’nın oyuncağı bir terör örgütü sayılmaya başladı. Oysa bütün veriler gösteriyor ki, köşeye sıkışan Gülenciler korkuyla Kemalistlere sığınmaya çalışmış, bu yönde bir de laik ve Atatürkçü bildiri hazırlamışlardı. Niyetleri başlarına da Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar’ı geçirmekti. Böylece, Akar’ın kuvvet komutanlarını da yanına almasıyla, ortaya “Silahlı Kuvvetler Birliği” kontrolünde klasik bir şema çıkacak, darbe de başarıya ulaşacaktı. Kaldı ki bu olasılık karşısında CNN-Türk bile, Erdoğan’la teması sağlamadan önce, darbecilerin bildirilerini yayınlamayı ihtiyata uygun görmüştü. Kısaca 15 Temmuz darbesini, Erdoğan’ın çağrısıyla sokaklara dökülen halktan ziyade, Hulusi Akar ve ordunun üst kademeleri önledi. Nitekim darbeden iki yıl sonra bile, Hürriyet’de (21 Aralık 2018), Ahmet Hakan, “(Hulusi Akar) ‘gel, başımıza geç’ teklifine ‘Evet’ diyebilirdi. Alçak darbe girişimine öncülük edebilirdi. 27 Mayıs’ın Cemal Gürsel’i gibi ülkenin bir numaralı muktediri olabilirdi” diye yazabiliyordu.

***

Darbe önlenmişti; çok da iyi olmuştu; fakat ülkeye ne huzur ne de adalet gelmişti. OHAL koşullarında toplu davalar ve tutuklamalar “ara rejimleri” anımsatan bir hızla devam ediyor ve iktidarla CHP “Fetöcülük” suçlamalarında birbiriyle yarışıyordu. 16 Nisan 2017’de Başkanlık Anayasası bu koşullarda oylandı ve Türkiye, demokrasi tarihinin en köklü değişikliğini küçük bir çoğunlukla (% 51,4) ile yaptı. Bir yıl sonra yapılan seçimlerde de Erdoğan yine küçük bir çoğunlukla başkan seçiliyor, fakat partisi, büyük bir oy kaybıyla yine Meclis çoğunluğunu kaybediyordu.

***

Ne var ki AKP’nin artık korkusu yoktu; MHP yine arkalarındaydı. Ama şu vardı: Ülkücülerin amacı, herhalde geçmişte en ağır suçlamaları yaptıkları bir partiye “kuyruk olmak” olamazdı. Buna karşılık onu “rehin” alabilecek güçte de değillerdi ve bu durumda “hayati” gördükleri bazı noktalarda işbirliğiyle yetindiler. Kaldı ki, her fırsatta “anti-emperyalizm” deseler de, AKP’nin, dışarda uluslararası sermayeye, içerde de karmaşık bir esnaf-KOBİ-müteahhit koalisyonuna dayanan iktisat politikasına itirazları yoktu. İşte “Cumhur İttifakı” bu koşullarda doğdu.

Aslında hedefine “kademe kademe” ilerleyen Erdoğan, tüm müttefiklerini silkeleyip, kendine düşman ettikten sonra, son kertede Ülkücülere sarılmış, fakat biraz da onların esiri olmuştu. Artık Türkiye’yi tek başına Erdoğan değil, garip ve adı konmamış bir koalisyon yönetiyordu. Üstelik uluslararası planda Türkçü-İslamcı girişimler için elverişli bir konjonktür de vardı.

***

Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra uluslararası planda ortaya 19. yüzyılı anımsatan bir tablo çıkmıştı. İki kutuplu dünyanın yerini, 19. yüzyılın “Düvel-i Muazzama”sını andıran “beş büyükler” almış ve NATO da “komünizm tehlikesi” ortadan kalktığı için gevşek ve hedefi belirsiz bir örgüt haline gelmişti. Erdoğan, Ülkücüleri de büyüleyen “Dünya ‘Beş’ten büyüktür!” sloganını bu koşullarda geliştirdi. Ve bununla da kalmadı, tüm ittifak bağlarından azade bir dış politika izlemeye başladı. Bu bağlamda en büyük şansı da Putin’le Trump arasındaki tatlı-sert rekabet ilişkisi oldu. Böylece, içerde kahramanlık destanlarına konu teşkil eden “Fırat Kalkanı”, “Zeytin Dalı” ve Libya operasyonları hep bunlardan biri ya da ötekinin yeşil ışığıyla gerçekleştirildi ve “dur!” denilen yerde de duruldu.

***

Ne var ki Türkiye’nin olanakları bu aktivizmi besleyemiyor, hak ve hukuk tanımayan uygulamalar da rejim krizini daha ileri bir noktaya taşıyordu. Bu koşullarda yargı bağımsızlığı “Aşilin topuğu” haline geldi.

Aslında Parlamenter rejimlerde mecliste çoğunluk elde eden iktidar partileri, yürütme erkinin yanı sıra, yasama erkini de kontrol altına alabilirler. Ne var ki “yargı bağımsızlığı” demokrasilerin “olmazsa olmazı”dır ve onun yokluğunda tüm özgürlükler de yok olur. Oysa bu son dönemde artık yeni anayasa da yeterli görülmüyor, yargı bağımsızlığı fütursuzlukla ayaklar altına alınıyordu. Bir sanık (Osman Kavala) hakkında mahkemenin verdiği beraat kararının, Devlet Başkanı tarafından “bir manevra” sayılarak, ilgilinin alelacele yeniden tutuklanması açık bir anayasa ihlali ve tam bir hukuk skandalıydı.

Bütün bu uygulamalar yurt dışında da yakından izlendi ve sonunda da Türkiye’yi -kendileri de itibarsız birkaç ülke dışında- dostu ve itibarı olmayan, bir ülke bir haline getirdi. Üstelik 2008 krizini aşmak için batılı merkez bankalarının yarattığı yapay para bolluğuyla bugünlere gelen ülkelerde artık bu yollar da tıkanmaya başladı. Ayrıca hesapta olmayan bir pandemi darbesiyle, kırılgan ekonomiler daha da kırılgan hale geldi. İç politikada ise, AKP’nin birlikte yeni hamleler deneyebileceği potansiyel dostlar artık kalmadı ve durum acı çıplaklığıyla anketlere yansımaya başladı. 1 Kasım 2015 seçimlerinde, oyların % 61’4’ünü alan AKP-MHP ittifakı 24 Haziran 2018 seçimlerinde % 53,7 ile yetinmiş, son anketlere göre de % 50’nin hayli altına inmişti. Devlet Bey’in daha dün “FETÖ’cü” diye karaladığı Akşener’e bugün “evine dön!” çağrıları da, herhalde barajın altında görünen bir hareketin çaresizliğinden kaynaklanıyordu. Kısaca Cumhur İttifakı gidici; tünelin ucu göründü ve Beştepe’nin belki son umut olarak yaktığı Ayasofya kandili de bekleneni vermedi. Yine de ortam her türlü provokasyona elverişli ve bu geçiş döneminde aydınlatma ve öncülük yapma görevi de tüm sorumluluğuyla devrimci demokratlara düşüyor!

2020 – FRANSA, “AYDINLANMA İSLAMI” VE İSLAMOFOBİ

:

28 Haziran 2018

Türkiye’de muhafazakâr kesimler, bu ülkede “katı” (”Laikçi”) buldukları uygulamaları öteden beri Fransız etkilerine bağlar ve eleştirirler.  Ne var ki bu yöndeki eleştiriler, Fransa’da Emmanuel Macron döneminde, Macron’u da aşan nedenlerle yoğunlaşmış ve bir krize yol açmış bulunuyor. İzleyen satırlarda bu konudaki gelişmeleri özetlemeye ve yorumlamaya çalışacağım.       


Aslında Türkiye kamuoyu, Fransa ile yaşanan krizin niteliği hakkında ilk kez
R. T. Erdoğan’ın 2020 Ekim ayında yaptığı bir konuşma ile aydınlandı. Tayyip
Bey, bu konuşmasında Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’u
eleştirerek, “bu zatın Müslümanlarla derdi nedir?” diye soruyor ve
Macron’un “zihinsel noktada tedaviye muhtaç olduğunu” ileri sürüyordu.
“Ülkesinde yaşayan milyonlarca farklı inanç mensubuna bu şekilde davranan
bir devlet başkanına başka bir şey söylenemezdi!”. (24 Ekim 2020).
Oysa Beştepe sözcüleri yine de “başka şeyler söylemeye” devam ettiler ve
bu konuda ayrıntılı açıklamalar yaptılar. Hatta bunlardan biri, Macron’un
“hezeyanı”nı, kendi kültüründen habersiz olmasıyla açıklıyor ve ona “Camus,
Althusser, Foucault, Derrida, Guattari, Deleuze” gibi düşünürleri okumasını

2
öneriyordu! Eğer Macron bu düşünürleri okuyacak olursa, “Aydınlanmanın
bütün iddialarının nasıl yalan olduğunu” anlayacaktı! 1
Filozof Paul Ricoeur’ün öğrencisi olmakla övünen Macron’un bu köktenci
eleştiriden haberdar olduğunu hiç sanmıyorum. Öyle görünüyor ki onun
derdi başkaydı ve ülkesi “İslamofobi” ile suçlanırken, o da Türkiye’yi “Fransa
iç işlerine karışmak”la suçluyordu. Üstelik bu konuda Türkiye’de de
tartışılması gereken tezler ileri sürüyor ve bir takım önlemler hazırlıyordu.
Tam da o sıralarda Fransa’da bir cami inşaati, krizin ne kadar karmaşık yönleri
olduğunu ortaya koydu.
Olay şuydu: Strasburg şehrinde Milli Görüş’cülerin başlattığı ve 32 milyon
Euro’luk bütçesiyle Avrupa’nın en büyük camisi olacak inşaata, Strasburg
Belediyesi de 2,5 milyon Euro’luk katkıda bulunmaya karar vermişti. Oysa
merkezi hükümet “siyasal İslam”a yapılan bu katkıyı onaylamıyor; İçişleri
Bakanı, belediyeyi kınıyordu.


Aslında “Strasburg olayı”nın hayli şaşırtıcı yönleri vardı. Örneğin, Yeşiller’in
kontrolünde bulunan Strasburg Belediyesi’ne 1915 Ermeni tehcirinden
kaçarak Fransa’ya sığınmış bir aileden gelen Jeanne Barseghian başkanlık
ediyordu. Ve Barseghian’ın büyük dedesi de, 24 Nisan 1915’te, İstanbul’da
sürgünü başlatan operasyonda ilk tutuklananlardan biri olmuştu! Şimdi bu
başkanın yönettiği belediye, ne zaman Fransa’da “Ermeni soykırımı”ndan söz
edilse, hemen militanlarını seferber eden bir Müslüman örgütün cami
inşasına yardımcı oluyordu!
Oysa tuhaf gibi görünse de, aslında ortada anlaşılmayacak bir durum
yoktu. Günümüzde küresel “finans oyunları” her kapıyı aralıyor ve bu oyunda
karşılıklı çıkarlar da tarihsel hesaplaşmaları kolayca hasır altı edebiliyor!

1 Yasin Aktay; Yeni Şafak, 24 Ekim 2020.

3
Nitekim Strasburg Belediyesi’nin yaptığı açıklamaya göre, kısa bir süre önce,
bir Milli Görüş heyeti, yanına bir Strasburg belediye görevlisini de alarak
Katar’a kredi aramaya gitmiş ve böylece iyi niyetini ortaya koymuştu! 2
İyi de, son yıllarda Fransa’da adından sık sık söz ettiren “Milli Görüş”çüler
bu ülkede nasıl bir yer işgal ediyorlar? Gerçekten de, arkalarına Türkiye’yi de
alarak, Fransa iç işlerine karışacak ve böylece Türkiye ile bir krize yol
açabilecek bir güce sahipler mi?
Bu konuda ev sahibi ülkenin en itibarlı gazetesi aşağıdaki verileri yayınladı;
önce onları görelim. (Le Monde, 5 Kasım 2020).


Fransa’da 6 milyon civarında Müslüman yaşıyor; bunların ancak 700 bin
kadarı Türkiye kökenli ve bunlar da ülkedeki 2600 camiden sadece 300
kadarını kontrol ediyorlar. Fransa’da 1500-1800 civarında imam bulunduğu
tahmin ediliyor ve bunlardan 151’i Ankara tarafından atanan ve maaşlarını
Türkiye’den alan görevlilerden oluşuyor. Camileri de geniş ölçüde inşaat ve
hizmet sektörlerinde servet yapmış iş adamları finanse ediyorlar.
Türkiyeli Müslümanlar Fransa’da esas olarak üç kuruluş bünyesinde
örgütlenmiş bulunuyorlar. Bunlardan “Diyanet İşleri Türk İslam Birliği”
(DİTİB), dînî konularda Türkiye’nin Fransa’daki resmi sesini temsil ediyor.
İkincisi, Müslüman Kardeşler’e yakın bir duruş sergileyen “Milli Görüş” ve bu
kuruluş da, 20 bin civarındaki üyesiyle, yetmiş kadar camiyi, üç yüz kadar da
derneği kontrol altında bulunduruyor. Nihayet, bir de Aleviler var. Le
Monde’a göre Fransa’da Türkiyeli müslümanların “barışçı ve ilerici” kanadını

2 L’Express dergisi, 24 Mart 2021. Bununla beraber AFP haber ajansı, 4 Nisan 2021’de, Milli Görüş’ün –
herhalde Hükümet baskısı ya da karanlıkta kalmış bazı pazarlıklar sonucu- yardım talebinden vazgeçtiğini bildirdi.

4
teşkil eden Aleviler de diyasporanın % 20 kadarını oluşturuyor ve açık fikirli,
hoşgörülü duruşlarıyla dikkat çekiyorlar.
İşte genel tablo böyle; görüşler farklı; fakat bir konuda ittifak var: Türkiyeli
Müslümanlar köktenci akımlar içinde yer almıyorlar; “Selefi”lere mesafeli
duruyor ve terörist akımları kınıyorlar.
Ne var ki iş bununla bitmiyor ve şiddete karşı mesafeli olan Sünni Türkler,
Fransız otoritelerine göre, ülkenin laik değerlerini benimseyerek topluma
entegre olmaya da pek istekli görünmüyorlar. Üstelik bu alanda tamamen
bağımsız da sayılmazlar. Öyle ki, Türkiye’den gelen ve Fransızca bilmeyen
öğretmen ve imamların manevi kılavuzluğu, onların Fransa’da özerk
cemaatler halinde yaşama eğilimlerini de güçlendiriyor. Örneğin, Strasburg
Üniversitesi’nde Türkiye araştırmalarını yöneten Samim Akgönül, bu konuda
şunları söylüyor: “1990’lara kadar az çok bağımsız olan tüm Sünni akımlar
(Ditib, Millî Görüş, MHP, Süleymancılar vb) AKP politikası ile Ankara
vesayetine girdiler ve bu da güçlerini çok artırdı. Son on yıl içinde, (Yunus
Emre, Maarif, Cojep vb) gibi Türkiye’ye bağlı kanallarda görülmemiş bir
aktivizm yaşandı” (Le Monde, 5 Kasım 2020). İşte Macron’u “hasta eden” ve
kendisini, 2022 seçimleri arifesinde her türlü “ayrımcılık”a karşı önlemler
aramaya yönelten de bu “aktivizm” olmuş!


Fransa Cumhurbaşkanı, bu konuda ilk ve bugünkü tartışmaları da
belirleyici çıkışını, 18 Şubat 2020 tarihinde, Alsace’ın Mulhouse şehrinde
yaptı.

5
Mulhouse, Almanya sınırına yakın, 300 bin nüfuslu ve Türklerin en yoğun
şekilde yaşadıkları bir Alsas şehridir ve Macron’un İslam politikasıyla ilgili
önemli açıklamalar yapmak için bu şehri seçmesinin özel nedenleri vardı.
Mulhouse, özellikle de konuşmanın yapıldığı Bourtzwiler mahallesi,
Fransa’da “öncelikli güvenlik sorunu” olduğu ilan edilen 47 mahalleden
biriydi. Tarihin cilvesi, üç yüz yıl kadar önce, Thomas Münzer liderliğinde
ayaklanan Protestan köylülere sığınak olan bu eski Alman şehri, 2021 yılında,
Macron’un “yeniden cumhuriyetçi fetih” iddiasıyla yürüttüğü politikanın
hedefi haline gelmişti.
Macron, Mulhouse’daki konferansına İslam’la ilgili iki radikal tavrı
eleştirerek başlamış ve hem “İslamcı ayrışma”ya, hem de “İslamofobi”ye karşı
olduğunu söylemişti. Bunlardan birincisi insanları “gettolaşma”ya götürüyor,
ikincisi ise buna karşı alınacak sosyal önlemleri baltalıyordu. Sonra da
“ayrışma” konusunda alınan önlemleri anlatıyor ve sözü -en önemli sorun
olarak gördüğü- “dış etkiler”e getirerek şunları söylüyordu: Ebeveynleri
Fransa’ya başka ülkelerden gelmiş çocukların aile dilini öğrenmeleri elbette
Fransa için “bir şanstı”; farklı dil ve kültürler, “Fransız kimliği” denilen nehri
besleyen derelerdi; fakat bu olgu “dış müdahalelere yol açacak” bir araç
haline gelmemeliydi.
Oysa Macron’a göre, Fransa’da durum bu hale gelmişti. Ülkede 80 bin
öğrenci, 9 yabancı ülkeden yollanan ve maaşları da o ülke tarafından ödenen
öğretmenler tarafından eğitiliyor, fakat hiçbir kontrole tabi olmuyorlardı. Bu
yüzden de bu duruma son vermek için bu ülkelerle görüşmelere başlanmış ve
ilk aşamada, “Türkiye dışında” hepsiyle anlaşmaya varılmıştı.
Macron’un, konuşmasında Türkiye’ye özel bir yer ayırmasının başka bir
nedeni de, Fransa’da, “külliye” şeklinde ve Türk cemaatine bütüncül bir

6
“yaşam tarzı” telkin eden camiler yapılmasıydı. Öğretmenlerde olduğu gibi
camilere de Türkiye’den imam ve vaizler atanıyordu; üstelik o sırada,
Mulhouse’da, Fransa’daki en büyük camilerden biri olacak An-Nur külliyesi
de inşaat halindeydi. Macron’un, “konuştuğum yerden birkaç km ötede”
dediği bu külliye, on dönümden fazla bir alana yayılacak ve 3000’e yakın
mümine hizmet verebilecekti. 26 milyon Euro’luk maliyetinin 14 milyonu da
Katar tarafından sağlanmıştı. (Qatar Papers, Paris, Michel Lafon, 2019).
Öğretmen ve imamlar gibi, cami inşaatı finansmanları da kontrol altına
alınmalıydı.


“İslamcı ayrışma”ya karşı alınacak önlemleri, Macron, sekiz ay kadar sonra
Les Mureaux Belediyesi’nde yaptığı konuşmada daha somut bir şekilde ortaya
koydu. (2 Ekim 2020). Konuşma yeri olarak bu kez de Cihadistlerin dört yıl
önce katlettikleri bir polis şefi ve eşinin şehri seçilmişti. Ve artık Macron,
güvenlik önlemleri kadar, Fransa’da İslam’ın “yeniden yapılanması” gereği
üzerinde de duruyordu.
Aslında Macron hep “İslam’la bir sorunu olmadığını” söylüyordu. Ona göre,
sorun, “Vahabizm, Selefizm ve Müslüman Kardeşler” gibi sapmalardan
kaynaklanıyordu. Bu köktenci akımlar Müslümanlığı “kriz” içine sokmuşlardı
ve bu kriz sadece Fransa’yı değil, tüm dünyayı ilgilendiriyordu. Üstelik İslamcı
terör “islamofobi”yi de körükleyerek sağlıklı bir entegrasyon politikasını
engelliyordu. İslam’da “yeniden yapılanma” ihtiyacı da buradan doğuyordu.
Peki, bu “yapılanma” nasıl olacaktı?
Macron, konuşmasında, bu soruya hem “hedef”, hem de bu hedefe varmak
için izlenecek politika açısından iki planda yanıt verdi.

7
Hedefte, bir “Aydınlanma İslamı” vardı. Bazıları “Fransa İslamı”ndan söz
etseler de, böyle bir adlandırma Macron’a göre doğru değildi. Kendisi,
“aydınlanmacı” bir İslam’ı savunuyor ve ülkesinin “İbn Rüşd ve İbn Haldun’un
düşüncelerinin öğretildiği, İslam uygarlığı araştırmalarında yetkin bir ülke”
olmasını istiyordu.
Hedef buydu, ama bu hedefe nasıl varılacaktı?
Fransa, dinle devletin ayrıldığı laik bir ülke olduğu için bu hedefi
gerçekleştirmek devletin işi olamazdı. Oysa Fransa’da İslam konusunda
devlete kılavuzluk edecek bir kuruluş da vardı ve “İslam Dini Fransa Konseyi”
(CFCM) adını taşıyan bu kuruluş, Fransa’daki cami ve mescit temsilcilerinin
seçtiği 41 kişilik bir yönetim kurulu tarafından yönetiliyordu. Konsey farklı
köken ve duyarlılıkları temsil eden yedi federasyondan oluşuyordu ve
bunlardan biri de “Fransa Türk Müslümanları Koordinasyon Komitesi” idi.
Yani Konsey, bu haliyle Türkiye’ye hiç de yabancı değildi; üstelik 2017-2019
yılları arasında bu kurula bir de Türk vatandaşı başkanlık yapmıştı.
Kısaca, Fransa’da “İslamın yapılanması” İslam Konseyi’nin işiydi ve Macron,
sadece, bunun cumhuriyet yasalarına ters düşmemesini sağlamakla
yükümlüydü. Bunun yolunu da “Aydınlanmacı İslam” olarak tanımlamıştı.
Peki, “Aydınlanmacı İslam”ın araçları neler olacaktı?


Macron bu konuda en önemli aracı “okul” olarak görüyor ve en büyük
engelin de Fransa’ya imam ve vaiz gönderen yabancı ülkelerden geldiğine
inanıyordu. Böylece, laik eğitimi sağlamak ve dış etkileri aşmak için, bir
yandan kontrol dışı okul ve Kuran kursları kapatılacak, öte yandan da

8
imamların uymaları gereken bir “Şartname” hazırlanacaktı. Bu “Şartname”ye
uymayan din adamlarının Fransa’da imamlık yapmaları da önlenecekti.
Okul konusunda ise, Fransa’da elli bin kadar çocuğu okuldan yoksun kılan
“evde eğitim” kesinlikle yasaklanacak ve herkes için “üç yaşından itibaren”
okula başlama zorunluluğu getirilecekti. Ayrıca kamu görevlilerinin her
inanca karşı tam bir “nötralite” içinde çalışmaları sağlanacak ve dinde
aydınlanmaya katkıda bulunacak bir “İslamoloji Enstitüsü” kurulacaktı.
Cumhurbaşkanı Macron’un, geçen Ekim ayında Les Mureax şehrinde
yaptığı açıklamalar bunlardı ve ilan ettiği program önce bir “İlkeler Bildirisi”,
sonra da bir “yasa” ile tamamlanacaktı. İşte Türkiye’yi kızdıran ve Tayyip Beyi
ağır ifadelere yönelten gelişmeler bu açıklamalarla, özellikle de Macron’un
“İslam’da kriz”den söz etmesiyle başladı.


“Fransa Müslümanlığı için İlkeler Bildirisi” (Şartname), 17 Ocak 2021’de
açıklandı. On maddeden oluşan metin, Kuran ayetlerine de göndermeler
yaparak, Macron’un savunduğu “Aydınlanma İslamı”na uygun bir anlayışı
sergiliyordu. Özgürlük, eşitlik ve kardeşlik ilişkileri; ırkçılık ve islamofobiyle
savaş; dış dayatmalara karşı çıkış vb, tüm demokratik ilkeler “Bildiri”de vardı.
Ne var ki bazı dernek ve federasyonlar Bildiri’yi imzalamadılar ve Milli Görüş
de bunlar arasındaydı.
Yine de ilkeler tamamdı; sıra onları hayata geçirecek “Yasa”ya gelmişti. Bu
konuda hazırlanmış olan tasarı da çok geçmeden Millet Meclisi’ne sunuldu ve
on beş gün süren görüşmelerden sonra, 16 Şubat 2021’de de onandı.
Tasarı yoğun tartışmalara neden olmuş, metinde çok sayıda değişiklik
önerisi kabul edilmişti.

9


Günlük dilde “Ayrılıkçılığa karşı yasa” diye anılan tasarı ilginç maddeler
içeriyor. Her şeyden önce kamu görevlilerine yöneltilmiş şiddet ve tehdit
cezaları ağırlaşıyor; hatta “kamu görevlileri ve yakınları için tehlike yaratacak
haberler yayma” gibi yeni bir suç bile yaratılmış durumda! Yakınlarda, bir
öğretmenin bir cihadist tarafından başı kesilerek öldürülmesinden
kaynaklanan bu madde üç yıla kadar hapis ve 45 bin Euro’ya kadar da para
cezası öngörüyor.
Tasarı, sağlık, ulaşım gibi özel zorunluklar dışında, “evde eğitim”i yasaklıyor
ve “Şart”a uymayan derneklerin de “kapatılacağını” ilan ediyor. Bunun
dışında, tasarıda poligami, zorla evlendirme ve “bekâret vesikası” gibi
konularda yasaklamalar da var. Millet Meclisi’nden sonra Senato’da da
görüşülerek -bazı değişikliklerle- kabul edilen tasarının, iki meclis arasındaki
uyumsuzluklar da giderildikten sonra, yakında son şeklini alması bekleniyor.


İşte son iki yıl içinde, Fransa’da, Macron’un siyasal İslam ve dış etkilerle
mücadelesi, ana hatlarıyla böyle oldu. Ne var ki birkaç milyon Müslüman
seçmeni olan bir ülkede, iç politika kaygılarının bu kavgayı yönlendirmesi
kaçınılamazdı. Kaldı ki seçimlere bir yıl kala, anketler, büyük olasılıkla
Macron’un, ikinci turda sağ ucu temsil eden Marine le Pen ile yarışacağını
gösteriyordu. Ve Marine le Pen de, babasından daha ılımlı bir çizgi izlemesine
rağmen, terör eylemlerinin azdırdığı islamofiden en çok yararlanacak aday
profili sergiliyordu. Nitekim seçim hesaplarıyla, Fransa’nın bir iç savaşa
sürüklendiğini iddia eden faşist generallerin “bildiri”sine bile sahip çıkmıştı.

10
İşte Fransa’da aşırı sağın durumu böyle ve buna karşılık Macron da,
“milliyetçilik, yurtseverliğin en büyük düşmanıdır” inancı ve “orta yol”
arayışıyla, düzenle barışık Müslümanların desteğini kazanacağını umuyor.
Üstelik bu yönde güçlü destekleri de var. Örneğin İslam Konseyi Başkanı
Muhammed Moussaoui, İslam’ın yapılanma reformlarını “acil, yararlı ve
zorunlu” buluyor ve alınan önlemlerin sadece aşırılığı değil, onu yaratan
nedenleri de yok edeceğine inanıyor. Radikal İslamcı bir geçmişi olan yazar
Kamel Daoud ise, daha da ileri giderek, “Fransa’nın İslam’ın geleceği için her
şeye sahip olduğunu” söylüyor ve “ özgürlükten yoksun İslam ülkelerinde
reform yapılamayacağını” söylüyor. (Le Monde, 8 Ekim 2020 ve 29 Ocak,
2021). Bu arada Fransa Milli Görüş Genel Sekreteri Fatih Sarıkır da, bütün bu
gelişmeleri köktenci bir anlayışla eleştirerek, “bizim ifadelerimizde İslam’ın
‘reforme edilmesi, değiştirilmesi’ gibi bir anlam asla yok; İslam dinine liberal,
seküler, Türk İslam’ı, Arap İslam’ı, Fransız İslam’ı gibi ideolojik veya milliyet
üzerinden yakıştırmaları doğru bulmuyoruz” diyordu. (İhlas Haber, 24 Kasım
2020).


İlginçtir ki Fransa’da Macronist reform politikasına en büyük itiraz Fransız
solundan geldi. Özellikle radikal sol lideri J. L. Mélenchon, Meclis’te yaptığı
konuşmada, tasarıyı, ülkede zaten mevcut yasakları (bekâret vesikası,
poligami vb) tekrarladığı için “yararsız”, özgürlüğe karşı olduğu için de
“tehlikeli” buluyor ve yasanın bu haliyle “ulusal birliğe karşı bir harekete yol
açabileceğini” iddia ediyordu. Bu eleştiri, nüanslı ifadelerle, solun farklı
kesimleri tarafından da dillendirildi. Hatta Fransa’nın “ilk kadın imamı” olan
Kahina Bahloul bile itirazcılar arasındaydı.

11
Aslında Bahloul da “Aydınlanmacı” bir İslam’dan yanaydı ve -Amin
Maalouf’un izinde- etnik ve dinci kimlikleri “öldürücü kimlikler” olarak
görüyordu. Oysa yine de “merkeziyetçi” İslam Konseyi’nin tepeden gelen
“reform”larından şikâyetçiydi. (Le Monde, 3 Nisan 2021).
İktidar sözcüleri ise bu eleştirilere şiddetle karşı çıkıyor ve muhalifleri
“İslamo- Goşizm”le (İslamcı sol sapma ile) suçluyorlar. Ve bu hararetli
tartışma ortamında Yüksek Öğrenim Bakanı Frédérique Vidal da ünlü
araştırma kurumu CNRS’i “İslamo-Goşizm”in üniversitelerdeki etkinliğini
incelemeye davet edecek kadar ölçüyü kaçırdı.


Oysa tartışmalar sürüyor ve Korona salgını ve yarattığı iktisadi sarsıntılarla
becelleşen Macron, 2022 seçimlerine bu koşullarda hazırlanıyor. Ve bu
durumda, aday oylarının ilk turda genellikle % 20’leri aşamadığı seçimlerde,
Müslüman oyları da hayati bir önem kazanıyor. İşte Macron’u kaygılandıran
ve her şeye rağmen Erdoğan’la köprüleri atmamaya sevk eden husus da bu
olmalı?
Türkiye’de ise “milliyetçi-muhafazakâr” iktidar, “aktivist” dış politikasıyla
şahlanan milliyetçiliği de arkasına alarak, Fransa’yı hedef tahtasına oturtuyor
ve bu ülkedeki İslam ve laiklik tartışmalarını izlemeye hiç gerek duymadan,
bütünüyle “İslam düşmanı” ilan ediyor! Bunu yaparken de bu suçlamanın,
Fransa’da, aslında en koyu İslam düşmanlarına yarayacağının farkında görünmüyor.

MİLLİYETÇİLİK, ANTİEMPERYALİZM VE BAĞIMSIZLIK..

(Sol Parti’nin 8 Mayıs 2021’de düzenlediği “Bağımsızlık” toplantısına sunduğum bildiri)

    Türkiye Cumhuriyeti, işgal altında bir ülkede kolonyalist ve emperyalist güçlere karşı verilen bir savaşla kuruldu. Bu savaş, adı o yıllarda açıkça konulmamış olsa da, aynı zamanda “cemaat”ten “millet”e, “şer’i” hukuktan “laik” hukuka geçiş kavgasıydı.

     Daha Kurtuluş Savaşı’nın başlangıcında ilan edilen Amasya Tamimi’nde “Milletin istiklalini yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır” denilerek “saltanat” hukuken yok sayılmıştı. Zaferden sonra emperyal güçler, hala medet umdukları İstanbul Hükümeti’ni de Lozan’a davet edince fiilen de yok edildi. Ölüm kalım kavgasının “kurtuluş” safhası bitmiş, “kuruluş” safhası başlamıştı.

     ***

     Ulusal Kurtuluş Savaşımız verilirken Rusya’da da Lenin ve yoldaşları çöken Çarlık rejiminin enkazı üzerinde sosyalist bir rejim kurma çabası içindeydiler. Düşman aynıydı; siyaset felsefeleri farklı olsa da, devrimci güçler aynı düşmana karşı savaşmışlardı.

     Rusya’da savaşa karşı çıkan ve “barış, ekmek, toprak!” sloganıyla Sovyetler iktidarını kuran Bolşevikler enternasyonalist bir anlayışın taşıyıcıları idiler. Mart 1919’da Üçüncü Enternasyonal da bu anlayışla kuruldu. Buna karşılık Anadolu’da, yarı feodal bir yapı üzerinde, ilhamını Fransız Devrimi’inden alan bir “milli devlet” kavgası verilmişti. Bunun ideolojisi de ancak “milliyetçilik” olabilirdi.

   Oysa İslamcılığın doğal felsefe sayıldığı o günlerde “milliyetçilik” bile radikal sayılarak açıkça ifade edilemiyor, yer yer hilafetçi doktrin arkasına gizleniyordu. Nitekim Millet Meclisi’nin açılışı da bir Cuma gününe rastlatılmış ve Meclis ilk toplantısını dini törenle yapmıştı.

     ***

     Aslında Batı’da çağdaş uluslar oluşurken, milliyetçilik, sol ve ilerici bir akım olarak doğmuş, fakat 1880’lerde şoven ve militarist karaktere bürünerek bir dünya savaşına yol açan çıkar kavgalarına kılıf teşkil etmiştir.  İlginçtir ki bu son gelişmeler Osmanlı Devleti’ni de etkileyecek ve Türk milliyetçiliği bu ortamda oluşacaktır. Nitekim Osmanlı son dönemine damgasını vuran İttihatçı milliyetçilik de bu anlayışın ürünü oldu.

      Böyle bir anlayışta sınıf kavgaları “ulusal kavga” olarak sunulur ve bu aldatmacada kaybeden de hep halk kitleleri olur. Nitekim Osmanlı gelişmesi de buna uygun oldu.  Büyük Savaş içinde yazdığı (1916) bir makalede, Ziya Gökalp, millet” anlayışının, “topluluğun üyeleri arasında tearüf (dostluk), başka millet üyelerine karşı da tenakür (düşmanlık)” duyguları üzerine dayandığını açıkça ifade etmişti. Böyle bir milliyetçilik, Alman emperyalizminin desteğiyle ve Alman komutanlarının yönetimi altında, imparatorluğu yeniden canlandırma hayallerini besledi ve bu da sonun başlangıcı oldu. Sarıkamış felaketi, Mısır’a “Kanal Harekatı”, Irak ve Suriye’de heder edilen halk çocukları hep bu hayalin ürünü oldular. Sonunda sadece imparatorluk değil, Anadolu da kaybedilecek hale geldi ve bu felaketin sorumluları da, yaptıklarının hesabını vermeden, bir Alman gemisiyle ülkeden kaçtılar.

     ***

     Ulusal Kurtuluş Savaşı bambaşka bir “millet” ve “milliyetçilik” anlayışı ile yürütüldü. Memleket bir “harabe” halinde idi ve M. Kemal Paşa “biz hayatını, istiklalini kurtarmak için çalışan erbabı sayız, za­vallı bir halkız!” diyordu. Savaş boyunca da emperyalist saldırganlarla halklar arasında bir ayrım yaptı ve halklar hakkında hiçbir düşmanca söz söylemedi. Eleştiri okları kolonyal ve emperyal “sistem”e çevrilmişti. Nitekim zaferden hemen sonra toplanan İktisat Kongresi’nde Osmanlı Devleti’ni Batı sermayesini koruyan bir jandarma” olarak tanımlıyor ve “bir devlet ki, diyordu, tabasına koyduğu vergiyi ecnebilere koyamaz; bir devlet ki gümrükleri için rü­sum muamelesi vesaire tanzimi hakkından men edilir; bir devlet ki ecnebiler üzerinde kaza hakkını tatbikten mahrumdur, o devlete müstakil denemez. Bu tam bir “yarı sömürge” statüsünün ifadesiydi.

          ***

         Atatürk, 14 Ağustos 1920’de,  dolaylı şekilde İttihatçıları eleştirerek, kendi milliyetçilik anlayışını şöyle açıklamıştı: “Vakıa bize milliyetperver derler, fakat biz öyle milliyetperverleriz ki, bizimle teşriki mesai eden bütün milletlere hürmet ve riayet ederiz. Onların bütün milliyetlerinin icabatını tanırız. Bizim milliyetperverliğimiz herhalde hodbinane ve mağrurane bir milliyetperverlik değildir”. Lozan’dan sonra “yurtta sulh, cihanda sulh” politikası da bu anlayış üzerine kuruldu. Atatürk, hayatının sonlarına doğru Türkiye’yi ziyaret eden (1937) Yunan Başkanı’na da, aynı anlayışla, “Ben Makedonyalıyım, diyordu, Selanik’te çocukluğumdan beri milletinizin çocuklarıyla tanıştım, dostluk ettim; daha o yaşlardan beri milletinize muhabbetim vardır”.

     ***

     Ne var ki sınıfsal olarak daha çok küçük burjuvazinin devrimci kanadına dayanan bu milliyetçilik tek parti döneminde bile tam egemenlik kuramadı. İttihatçı kadroların büyük bir kısmı “Kemalist” olmuş, fakat eski zihni saplantılardan kurtulamamıştı. “Kemalistiz!” diyorlar, fakat “İttihatçı” gibi düşünüyorlardı. Böylece, Mustafa Kemal’in bugün daha çok “yurtseverlik” olarak anabileceğimiz “milliyetperver”liği ile İttihatçı milliyetçilik, aynı ad altında birleşti ve “Kemalizm” adı altında “sağ” ve “sol” kanatları olan bir “milliyetçilik” ortaya çıktı. Zaten zaferden hemen sonra İstanbul ticaret burjuvazisi harekete geçmiş ve daha Lozan bile imzalanmadan toplanan Türkiye İktisat Kongresi’ne damgasını vurmuştu.

     ***

     Gerçekten de M. Kemal Paşa’nın bu Kongre’yi açış nutkuyla, Kongre’de alınan kararlar arasında açık bir çelişki vardır. Üstelik farklı sınıfsal temellerden kaynaklanan bu çelişki tüm tek parti dönemine de damgasını vurdu. Kurtuluş savaşını birlikte yöneten asker-sivil aydınlar ile Anadolu eşrafı arasındaki birlik bozulmuş, uluslararası kapitalizmin konjonktürel  dalgalanmaları da bu ayrışmada belirleyici hale gelmişti. Liberalizmin egemen olduğu yıllarda İş Bankası ve çevresi ağır basıyor, izleyen buhran yıllarında ise Sovyet Rusya yardımıyla “plancı” bir uygulama başlıyordu.

     ***

     Oysa buhran yıllarında bile egemen sınıflar kontrolü tamamen kaybetmedi. Ne var ki kendi solunu budayan ve Marksist sosyalistleri karşı-devrimci yobazlarla aynı kefeye koyarak susturan “Sağ Kemalizm” yapayalnız kalmıştı. Harekete “Türk nasyonalizmi”, “hareket ve tezat mantığı” ve “planlı ekonomi” gibi ilkelerle yeni bir atılım kazandırmaya çalışan Kadro dergisine bile tahammül edemedi ve dergi, İş Bankası çevrelerinden gelen baskılarla yayınına son verdi. Bu koşullar içinde de ileri yönde atılan her adım ters tepmeye, toprak ağalarını da yanına alan ticaret burjuvazisi tarafından püskürtülmeye başladı.

     Bu kavgasının son halkalarını da Köy Enstitüleri ile Toprak reformu girişimleri teşkil etti ve her iki atılım da ilk darbeleri bizzat onu başlatanlar tarafından yediler. Arkadan gelen savaş ekonomisi, Milli Korunma Kanunu, karaborsa ve yokluk çığlıkları da bardağı taşıran damlalar oldular.  “Şeflik” sistemi son barutunu da harcamış, artık biçimsel işlevini bile kaybetmişti. İsmet Paşa’nın son bir umutla rejime “demokratik” bir kılıf giydirme çabaları da durumu kurtaramadı, ticaret burjuvazisi-toprak ağaları koalisyonu iktidara yürüdü. Başı da Kurtuluş Savaşı’nın İttihatçı “Galip Hocası” ve Cumhuriyet’in İş Bankası kurucusu Celal Bayar çekiyordu.

     Demokrat Parti’nin temsil ettiği sınıfsal koalisyon, kendisi bir darbeyle iktidardan uzaklaştırılmış olsa da, izleyen yıllarda çok daha palazlanarak  siyasal hayata damgasını vuracaktı. Aynı sınıfların farklı parti isimleriyle iktidara gidip geldiği bu oyuna, görevi solu ezmek ve İMF reçetelerini uygulamakla sınırlı kalan darbeci “ara rejimler” de dahil oldu.

    ***

    Aslında Türk siyasal yaşamına her dönemde uluslararası kapitalizm ve sermaye akımları damgasını vurdu. Sadece 1960’larda ABD’nin kirli emperyal savaşları, gençlerin başkaldırısıyla tetiklenen kitlesel işçi hareketlerine yol açmış, dünyada devrimci rüzgârlar estirmişti. Bu yıllarda Türkiye’de de antiemperyalist hareketin canlandığını ve sosyalistlerle (TİP, Demokratik Devrimciler vb) Sol Kemalistler (Yön Dergisi, CHP’nin sol kanadı vb) arasında -pek de uzun sürmeyen-  bir dayanışmanın kurulduğunu görüyoruz.

     Sonra?

     Sonra bu dönem 1971 darbesiyle son buldu ve onu da 12 Eylül faşizmi izledi. Artık uluslararası sermaye ve sözcüleri bu topraklarda daha da pervasızca at koşturma olanağına kavuşmuştu.

       ***

    Yine de bu dönemi daha gerçekçi bir şekilde anlamak için küresel kapitalizm, milliyetçilik ve emperyalizm arasındaki ilişkileri tarihi maddecilik optiğinde değerlendirmemiz gerekiyor.

    Emperyalizm, sermayedar sınıfların kendi ülkelerinde elde edemeyecekleri kârları yabancı ülkelerde sağlamak için sermaye ihraç etmeleridir. Bunun en verimli yolu da yüksek faizlerle borçlar vermek ve “portföy yatırımları” yapmaktır. Kapitalistler için en riskli, fakat sermaye çeken ülkeler açısından en olumlu sermaye ihracı ise “doğrudan yatırım”lardır. Marx, Kapital’de, sanayi yatırımlarını  “bir ara yol, zorunlu bir ıstırap” olarak niteliyor ve “bu nedenle kapitalist üretim biçimine geçmiş bütün milletler, zaman zaman, üretim sürecinden geçmeden, parayla para yapmak tutkusuna kapılırlar” diyordu.

     Aslında geçen yüzyılın başlarında ortaya atılan “emperyalizm” kuramları da bu saptamaya dayanmıştır. Kuşkusuz sermaye ihracı o dönemde alt yapı yatırımlarına büyük ölçüde ihtiyaç duyan kapitalist metropoller için bir kayıptı. Ne var ki onlar stratejik çıkarlarını düşünüyorlardı ve -Lenin’in dediği gibi- sermaye ihracı “çıkış ülkelerinde gelişmeyi bir dereceye kadar yavaşlatsa da, kapitalizmin dünyada derinlik ve yaygınlık kazanmasını sağlıyordu”. Bu demektir ki kapitalist üretim biçimi, başından itibaren periferide ilkel üretim biçimlerini tasfiye ederek “ilerlemeci” bir misyon da yükleniyor ve bu arada da çıkar alanını sürekli olarak genişletiyordu.           

     ***

     Bizde egemen tarih görüşünün “batılılaşma”, “modernleşme”, “çağdaşlaşma” gibi başlıklar altında sunduğu gelişmeler, aslında toplumun iç dinamiğinden çok, uluslararası sermayenin yüksek kâr arayışlarından  kaynaklanmıştır. Adına ne denirse densin, Osmanlı Devleti’nde gerçekten de bir “ilerleme” vardı; fakat bu “ilerleme”nin neye mal olduğu ve yurt içinde nasıl bir sınıflaşmaya yol açtığı çoğu kez gözden kaçırılıyordu. Bu ortamda filizlenen “milliyetçilik” akımı da öncelikle sınıf çelişkilerini gizleyici bir işlev üstlenmişti.

     ***

     Milliyetçilik bir analiz aracı değildir; egemen sınıfların kontrolünde kolektif bir dayanışma duygusunun seferberliğidir. Sınıflar arasında uçurumların olduğu toplumlarda bu tarz “dayanışma”lar da sadece egemen sınıfların lehine işler. Bu yüzden koyu milliyetçi politikalar hep ultra-liberal uygulamalarla bir arada yürütülür.

     Nitekim bizde de öyle oldu. Siyaset kuramcıları Türkçü Ziya Gökalp olan İttihatçıların, maliye bakanlarının da ultra-liberal Cavit Bey olması bir rastlantı değildi ve daha sonraki gelişmeler de bu şemaya uygun oldu. Böylece CHP içinde finans desteğiyle güç kazanan Celal Bayar, bu güçle daha sonra CHP iktidarına son veriyor; siyasete TOBB Başkanı olarak adım atan Necmettin Erbakan daha 1960’larda milliyetçiliğe bir de İslamcı boyut katıyor; silahlı çatışmaların yaygınlaştığı günlerde Demirel, “bana milliyetçiler adam öldürüyor dedirtemezsiniz” diyor; siyasal kariyerini İMF reçetesine ve 12 Eylül cuntasına borçlu olan Özal da kambiyo rejimimizi “Fransa, İtalya ve Yunanistan’dan daha serbest hale” getirmekle övünüyordu. AKP dönemine böyle girdik.

      ***

       Yirmi yıla yaklaşan bu uzun dönemde AKP politikası sadece Özal liberalizmiyle yetinmedi, giderek buna bir de İhvancı boyut ve dış politika aktivizmi ekledi.  Tutarsızlıklar içinde uygulanan ve sadece sermaye bağımlılığında tutarlı olan AKP politikası üzerinde durmayacağım; bu politika her alanda (ekonomi, hukuk, etik) iflas etmiş bulunuyor ve bu durum artık secim anketlerinde de karşılığını buluyor. Ne var ki geride kalacak “miras” gelecek iktidarlara yük olacağa benziyor ve asıl tehlike de buradan doğuyor. Öyle ki, eğer ana muhalefet, sınıfsal analizi bir yana bırakarak AKP ile “milliyetçilik” yarışına girer ve “bağımsızlık” adına AKP’nin dış maceralarını da hararetle desteklemeye devam ederse, geleceğe umutla bakılamaz! Bu tutumuyla  ülkenin uluslararası plandaki yalnızlığına da bir almaşık oluşturamaz.

     Aslında kapitalizm çoktandır küresel bir sisteme dönüştü ve -olumlu, olumsuz yönleriyle- bağımsızlıkları sınırladı. Bu yüz elli yıllık süreç içinde de Osmanlı sarrafları çoktan banker; bezirgânları  büyük tüccar ve fabrikatör; mültezimleri de müteahhit haline geldiler. Artık demokrasi kavgaları da küreselleşti ve bu hiç de yeni bir şey değil. Burjuva enternasyonali çağında yaşıyoruz ve buna karşı en geniş cephe de ancak enternasyonal açılımlı, yurtsever ve laik bir halk cephesi olabilir. Uluslararası sermaye de, bu aşamada, ancak böyle bir politikayla kontrol altına alınabilir ve  oligarşik çıkarlar yerine, halk çıkarlarına hizmete yöneltilebilir.

VESAYET KAVGALARI VE KORKU TOPLUMU

7 Şubat 2021

Son haftalarda yaşanan “Bildiri” fırtınasının altında ne gibi dürtüler yatıyor? Montrö kaygıları mı? Darbe tehditleri mi? Yoksa emekli amiral “zevzekliği” mi?

Bence hiçbiri! Sanırım gerçek nedenleri daha derinlerde, tarihin tozlu sayfalarında aramamız gerekiyor. En azından ben öyle düşündüm; “suçlu” arayışına tarih aynasında katılayım dedim ve yeniçeri isyanlarına kadar uzandım.  Arama kılavuzum da “ayaklanma”, “darbe” ve “komplo” korkuları oldu ve ortaya aşağıdaki öykü çıktı.

***

Osmanlı toplumu gaza ve fetihlerle kurulmuş, fakat fetih devri bittikten sonra bir yönüyle “korku” toplumuna dönüşmüştü. Artık sadece “kullar” değil, yöneticiler de korku içindeydi ve genç bir sultanın katli de (1622) bu korkulara tuz biber ekti. Artık saltanata en büyük tehdit Yeniçeri Ocağı’ndan geliyordu ve bu tehlikeyi önlemek için de orduyu bölücü tahriklerde sakınca yoktu. O kadar ki, bir vezir, Genç Osman’ın katlini izleyen yıllarda, “Yeniçerilerle sipahiler birbirleriyle öldüresiye boğuşmadıkça bize emniyet yoktur” diyebilmiş ve bir adamını da sipahi kılığına sokarak ona bir yeniçeri öldürtmüştü! (Naima Tarihi).

 Oysa ayaklanmalar bitmedi ve Saray’da “yeniçeri kırımı” fikri de bu koşullarda filizlendi.

***

Söylentilerin II. Osman’a atfettiği “kırım” niyeti, genç sultanın katlinden iki yüzyıl sonra II. Mahmut tarafından gerçekleştirildi. Eski bir yeniçeri ağası, 1826 yılında, yeniçerileri ayaklanmaya kışkırtmış, tuzağa düşüp isyana kalkışanlar da topa tutularak katledilmişti. Kumpas başarılı olmuştu ve “zafer”in övgüsünü yapan vakanüvis Mehmed Esad Efendi de, “Üssi Zafer”inde kırımı hazırlayan cuntanın nasıl yüksek mevkilerle ve parayla ödüllendirildiğini anlattı.

***

Osmanlı Devleti’nde Batı Avrupa’dakine benzer bir demokrasi kavgası olmamıştır; çünkü toplumda buna zemin oluşturacak sınıfsal doku yoktu. Batı’da özgürlük savaşı sosyal sınıfları temsil eden kuruluşlarla yürütüldü ve hegemonya kuran burjuvaziler tarafından da son şeklini aldı. Bugün de batılı demokrasiler, “burjuva demokrasisi” sınırlarını aşmış değiller.

     Aslında Osmanlı toplumunda da bu potansiyeli taşıyan kurumlar vardı ve bunların başında da Yeniçeri Ocağı geliyordu. Çeşitli gözlemcilerin -bu arada Voltaire’in- bu kurumu Fransa’da 1789 Devrimini başlatan Genel Meclis’e (Etats-Généraux) benzetmesi boşuna değildir.  Daha sonra da Namık Kemal, Hürriyet’te, her yeniçeri ocağının “bir silahlı meclis-i şurayı ümmet hükmünde” olduğunu yazacaktır. (14 Eylül 1868).

     Gerçekten de çoğu esnaflık yapan yeniçeriler bir “burjuvazi” potansiyeli taşıyor, Bektaşi geleneğiyle de hoşgörü ve inanç özgürlüğünü temsil ediyordu. Tüm “kazan kaldırmaları” da, özünde, zulüm, pahalılık ve yoksulluğa karşı oldu. “Lale Devri”nin halkı ezen ısrafına isyan eden Patrona Halil de, Nizam-ı Cedid’in “İrad-ı Cedid” yağmasına başkaldıran Kabakçı Mustafa da halk çocuklarıydı ve halktan büyük destek gördüler. Oysa dalkavuk Osmanlı vakanüvisleri bunları fitneci ve yağmacı sürüler olarak sunuyordu. Üstelik bunu yaparken halkı isyana sevk eden nedenleri açıklamakta da bir sakınca görmüyorlardı. Örneğin Cevdet Paşa, bir yandan isyancıları aşağılarken, öte yandan da  Nizam-ı Cedid için konulan İrad-ı Cedid hakkında şunları yazmıştı: “(İrad vergisi) sanki bu adamların (yöneticilerin) keseleri için konmuştu; yalnız kendileri de değil, uşakları, hademeleri bile sefihane yaşıyorlardı. Servet, sefahat yoluna dökülünce hayat pahalılaştı, geçim güçleşti, şikâyet sesleri yükseldi”. Bu sözleri yüz yıl kadar sonra da  “popüler tarihçi” Reşat Ekrem Koçu alıntılıyor, fakat o da ayaklananları “şehir eşkıyası, hezele ve hayta güruhu” diye nitelemekten kendini alamıyordu.

    Oysa Patrona da, Kabakçı da başlangıçta tüm nimetleri reddetmiş, sadece halkın çıkarlarını düşünmüşlerdi. Yeni bir düzen vizyonları yoktu; fakat zulüm ile haksızlığın ne olduğunu çok iyi biliyorlardı. Bilmedikleri şey, muktedirlerin “böl ve yönet” oyunlarıydı ve sonunda da bu oyunlara yenilerek katledildiler.

     ***

     Kuşkusuz yeniçeri ocağı kuruluş hedefinden uzaklaşmış, kötü yönetimler orduyu da bozmuştu. Ne var ki onu yozlaşmakla suçlayan oligarklar, aslında çok daha vahim bir yozlaşma içindeydi. Bu koşullarda bir devir sona eriyor, ülkenin sermaye birikimi ve “uluslaşma” ufku daralıyordu. Nitekim kırımdan yedi yıl sonra (1833),  Sultan Mahmut, valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa karşısında acze düşerek Rus Çarı’ndan yardım dilenecek, sonra da, Reşit Paşa, İngiltere ile, Lord Palmerston’u bile şaşırtan ödünlerle, bir Ticaret Anlaşması (1838) imzalayacaktır.

    ***

    Peki, Yeniçeriler ve onlarla beraber Bektaşiler yok edildiler de, devlette sultan ve yöneticilerin “korku”ları ortadan kalktı mı? 

   Elbette kalkmadı!

   Çünkü “korku”ya yol açan keyfi yönetim ortadan kalkmamıştı; zulüm ortadan kalkmamıştı; rüşvet ortadan kalkmamıştı! Bütün bu nedenlerle korku da kalkmadı. Sadece “korkulan şey” değişmişti. Artık askerî ayaklanmalardan değil, “darbe” ve “suikast”lardan korkuluyordu.

    Aslında korkmakta da haklıydılar. “Can ve mal güvenliği”ni  ilan eden Ferman (1839), Gülhane’de okunalı henüz yirmi yıl olmuştu ki bir avuç  “fedai” gizli bir örgüt kuruyor ve Saray’ı basarak sultanı devirme hazırlıklarına başlıyordu. Bir ihbar üzerine yakalanıp Kuleli’ye tıkıldılar (1859); fakat asıl amaçları da bir türlü anlaşılamadı. “Kuleli Olayı”nı izleyen yıllarda da “Yeni Osmanlı” gençler, bir “gizli örgüt” kuruyor (1865) ve aralarına bazı güçlü paşaları da katarak Sultan’a bir “muhtıra” vermeyi kararlaştırıyordu. Onların amacı belliydi. “Meşrutiyet” istiyorlardı ve buna direniş halinde de “muhtıra”yı zorla kabul ettireceklerdi. Hatta M. C. Kuntay’a göre, örgüt lideri Mehmed Efendi, “Ali Paşa’yı öldürtmek için fedailer” bile bulmuştu. (Namık Kemal, 1944, s. 246).  Yıllar sonra da içlerinden en ateşlisi, Ali Suavi, yanına aldığı fedailerle Saray’ı basacak (1878) ve -hayatına mal olan koşullarda- müstebit Sultan Abdülhamit’i tahttan indirmeye çalışacaktı. 

Kavga böylesine sertti ve kendi içinde de birbirinden korkar hale gelen yönetici zümrede bir takım “hizip” ve “cunta”lar oluşmaya başladı. Sultan Aziz bu koşullarda bir saray darbesiyle tahttan indirildi ve birkaç gün sonra da yatağında ölü olarak bulundu. İş bununla da bitmemiş, birkaç gün sonra da darbeci lider Serasker Hüseyin Avni Paşa, bir suikastla hayata veda etmişti.

 ***

 İnfaz ya da intihar, Abdülaziz’in ölümü Osmanlı tarihinde yeni bir “korku” dönemi başlattı ve Sultan Hamit “istibdat”ını bu korku üzerine kurdu. Dahası, oluşturduğu “hafiye ordusu”yla bu korkuyu kolektif bir hastalığa dönüştürdü. Müstebit Sultan’ın korku ve evhamının en büyük kurbanı da bu ülkeye ilk anayasayı getiren Mithat Paşa olacaktı.

Abdülhamit istibdadı otuz üç yıl sürdü. Korku giderek artıyor, fakat zulme direniş de devam ediyordu. Artık “Prens”ler bile yurt dışına kaçmaya başlamıştı. Ve sonunda günü geldi, müstebit Sultan’a, “Mülk”ünü korumak için hizmetine aldığı Alman subayların öğrencileri “dur!” dediler. Dağa çıkan Enver’lerin, Niyazi’lerin “meşrutiyet!” çığlığı, Saray’da “muhtıra” sayılmış ve gereği yapılmıştı.

***

Ne var ki “Hürriyetin İlanı” da (1908) uzun süreli olamadı ve bu mutlu parantez yine zorbalıklar içinde sona erdi: Babıâli baskını, sopalı seçimler, kurşunlanan gazeteciler ve arkadan da Alman generallerin komutasında sömürge ordularıyla savaş! Altı yüzyıllık Osmanlı çınarı işte böyle yüz kızartıcı koşullar içinde tarihe karıştı.

Sonra? Sonra yeniden savaş! Ve bu kez yabancı subaylar komutasında değil, “Kuvayı Milliye” müfrezeleriyle “kurtuluş” ve “yeniden kuruluş” savaşı! Ülke böyle kurtuldu; laik cumhuriyet böyle kuruldu.

***

Peki, bu “yeniden kuruluş”, “demokratik” yöntemlerle mi oldu?

Hayır, öyle olmadı. Tarihte hiçbir devrim seçimle ve oy hesabıyla yapılmamıştır; bizde de öyle olmadı. Savaş, Meclis denetimi altında Mustafa Kemal Paşa’nın vizyoner önderliği ile yürütülmüş, fakat sıra kokuşmuş saltanatın kaldırılmasına gelince hacı hoca takımı Meclis komisyonunda şer’i spekülasyonlara dalmıştı. İşte Mustafa Kemal Paşa tam da bu koşullarda, bir sıranın üstüne çıkıyor ve “Hakimiyet ve saltanat, diyordu, hiç kimse tarafından hiç kimseye, ilim icabıdır diye; müzakere ile münakaşa ile verilmez. Hâkimiyet, saltanat, kuvvetle, kudretle ve zorla alınır”.

Mesaj alınmıştı; Cumhuriyet de bu espriyle ilan edildi; başka türlü de olamazdı.

Tek parti rejimi, elbette ki “demokratik” bir rejim değildi ve Kemalist dönemde eleştirilecek birçok şey de vardı. Zaten eleştirildiler de. Oysa terazinin öbür kefesi çok daha ağır basıyordu ve bu sayede Türkiye, bir iki nesil içinde İslam dünyasına örnek gösterilen bir düzeye ulaştı. Bunu sağlayan en cesur hamlelerden biri de, daha 1860’larda Osmanlılarda tartışma konusu olan “Kod Sivil” (Medeni Kanun) oldu. 1927’de reel toplumun ilerisinde olan bu yasa, din-mezhep ve kadın-erkek eşitliğine dayanan bir “ulus” inşasına hem temel, hem de dürtü teşkil edecekti.

***

Evet, tek partili dönem “demokrat” olamadı; o koşullar yoktu; ama çok partili hayatla birlikte bu ülkeye “demokrasi” geldi mi?  Hayır o da olmadı; üstelik “çok partili hayat”a geçiş koşulları da çok geçmeden “darbeci” ve “vesayetçi” geleneklerin yeniden canlanmasına yol açtı.

Türkiye’de “demokrasi” bir halk hareketiyle değil, dış dürtülerle ve Milli Şef’in dört eski CHP vekili ile yaptığı pazarlıkla kuruldu. Nasıl AKP, kurulurken “takiyye” ile suçlandıysa, o yıllarda da Demokrat Parti “muvazaa” (danışıklı döğüş) ile suçlanıyordu. Böyle başlayan bir “demokrasi” de kısa sürede Osmanlı hizipçiliğine sürüklenmeye mahkûmdu. Ne yazık ki öyle de oldu ve arkadan da darbeler geldi. 27 Mayıs’a giden günlerde dillerde en çok dolaşan sözlerden biri Menderes’in “Ben bu orduyu yedek subaylarla da yönetirim!” sözleriydi. Orduda “cunta”lar oluşuyor, “darbe” ve “komplo” korkularının egemen olduğu “Osmanlı” geleneği tekrar canlanıyordu.

Askerlerle sivil yöneticiler arasında “tehlikeli ilişkiler”in oluştuğu bu oyunun en mahir oyuncusu Süleyman Demirel oldu. Mizahi espriden de yoksun olmayan Süleyman Bey, bu becerisinin “sırrını” bir gazeteciye 679 rakamıyla açıklamış ve  “6 kez gittim; 7 kez geldim; 9. Cumhurbaşkanı oldum!” demişti. Mühendisler devri açılmıştı; Süleyman Bey’i de siyasi kariyerini 12 Eylül darbesi üzerine kuran Turgut Özal izledi. Ne var ki darbe ve komplo geleneği hortlamıştı; o da “veto”lardan, suikast girişimlerinden masun kalmadı ve sonunda da, “Anayasa bir kez delinmekle bir şey olmaz!” diyen bu ultra-liberal başkan, arkasında “öldü mü, öldürüldü mü?” tartışmaları bırakarak hayata veda etti.

***

AKP, bu ortamda, “gömlek değiştirdik” iddiasıyla iktidara geldiği zaman tüm koşullar lehineydi. Ortada istikrara kavuşmuş bir ekonomi vardı ve “küreselleşen” sermaye, kalkınmakta olan ülkelere doğru akıyordu. İçerde de istikrarsız koalisyonlardan bıkmış usanmış “banker”ler, “holdingler” ve “müteahhit”ler artık başbaşa konuşacakları bir “tek adam iktidarı” özlemi içindeydiler. Bu misyonu Tayyip Bey pekâlâ yüklenebilirdi. İslamcılar arkasındaydı; Gülenciler arkasındaydı; liberaller arkasındaydı; AB arkasındaydı. Bu koşullarda Demirel’in de, Özal’ın da yapamadığını yapabilir, “vesayet”e son verebilirdi. “Böl ve yönet” politikası bu koşullarda tekrar yürürlüğe girdi; “dalga dalga” davalar bu hırsla açılmaya başladı; kin ve nefret tohumları bu ortamda etrafa saçıldı.

Peki, sonra ne oldu?

Olanları herkes biliyor; nefret nefreti körükledi, eski hastalıklar nüksetti ve “vesayet bitti” derken, bu ülke, tarihinin en kanlı darbe girişimine tanık oldu.

***

On bir yıl önce, Ergenekon davaları ve tutuklamalar hızla sürerken, bir söyleşide “vesayet”le ilgili soruya şu yanıtı vermiştim: “Çelişkilerle dolu bir dönemden geçiyoruz. Bir yandan neredeyse herkes ‘artık bitti; bir devir kapandı; bu ülkede bir daha darbe olmaz’; diyor, fakat öte yandan da üç yıldan beri devamlı olarak darbeler konuşuluyor (…) Bakınız daha bir ay önce bir referandum yaşadık. Başbakan on binlere hitap ederken, sık sık, yanında hep bir ‘beyaz gömlek’ taşıdığını, ölümden korkmadığını söylüyordu. Demokratik kuralları garanti altında bir rejimin başbakanı hiç böyle konuşur mu? Başbakanımız birilerinden mi korkuyor, yoksa birilerini korkutmak mı istiyor?”. (Minerva, Eylül, 2010). İşte emekli amirallerin “bildirisi” tartışılırken o günleri anımsadım ve yoksa on yıl öncesine mi döndük, değişen fazla bir şey yok mu? diye düşündüm.

     İlginçtir, “Bildiri Krizi”nde, Erdoğan, bir yandan TSK’ya “genelkurmay başkanından erine” kadar, “sevgi, saygı ve şükranlarını” sunar ve (Meclis gurubunda) uzun uzun alkışlanırken, öte yandan da -tuhaf bir şekilde- “askerin muvazzafı, emeklisi olmaz” diyor ve  “bildirici” amiralleri suçluyordu. Güzel de, eğer gerçekten “askerin muvazzafı, emeklisi olmaz” ise, emekli amirallere yapılan zulmün (gözaltılar, evlere baskın, elektronik kelepçe vb) tüm TSK ‘da ne gibi duygulara yol açacağı da hesaplanmış mıydı?

Aslında doğru olan, ordunun ne övgü ne de yergi konusu olması, dahası siyaset meydanında hiç konuşulmamasıdır. Bu da ancak hukukun ve adaletin hâkim olduğu bir düzende mümkün olabilir ve her türlü “vesayet”ten kurtulmanın yolu da budur. Bu gerçekleşmedikçe siyasi hayatımız “korkma ve korkutma” oyunlarına sahne olmaya devam edecek ve kaybeden de tüm Türkiye olacaktır.

   

MEDRESE, ÜNİVERSİTE ve DEMOKRASİ KAVGASI

7 Şubat 2021

     Fransızlar, tarihlerinin 1789 Devrimi’nden önceki dönemini “Eski Rejim” olarak adlandırırlar. Çağdaş Fransa, o tarihte, Bastille’in zaptı ile başlayan bir “yeniden yapılanma” sürecine girmişti. Bizde ise çağdaş Türkiye’nin temelleri 1923 yılında atıldı ve yarı-sömürge konumundaki Osmanlı Devleti o yıldan itibaren -o ad konulmasa da- “Eski Rejim” sayılmaya başladı. 

     Ne var ki tarih düz bir çizgi üzerinde ilerlemiyor ve devrimleri sık sık karşı-devrimler izliyor. Böylece, Fransa tarihinde Thermidor’lar, Brumaire’ler yaşandı. Bizde ise deamokratik gelişme sık sık darbelerle kesintiye uğradı ve varılan noktada da mevcut iktidar Cumhuriyet’in 100. yıldönümünü “Eski Rejim”i canlandırma çabaları içinde kutlamaya hazırlanıyor. 

     Fransa, 19. yüzyılda yirmi yılını III. Bonapart diktası altında geçirmişti; bizler ise 21. yüzyılda III. Abdülhamid rejimini önlemeye çalışıyoruz. Yeni Anayasa ile adeta “Saltanat” yetkileriyle donatılan Cumhurbaşkanı bunu da yetersiz buluyor, kavramları tersine çeviriyor ve artık kendisini “devrimci”, 1923-1950 yıllarını da uzatmalı bir “eski rejim” dönemi sayıyor.

     Sayıyor ve karalıyor. Daha geçenlerde, Tübitak ve Tüba bilim ödülü töreninde, AKP’nin öğretim alanındaki başarılarını “ilim ve irfan medeniyetine sahip çıkma”sıyla açıklıyor ve “daha önceki dönemlerde kısır ideolojik bakış açılarıyla kurulan tüm bariyerleri kaldırdık” diyordu. Yeni dönemde ise binlerce bilim insanının sorgusuz sualsiz üniversiteden uzaklaştırıldığı, mahkemelere sevk edildiği, hatta -12 Eylül cuntasının bile yapmadığı şekilde- başka yerde çalışmaları da engellendiği unutulmuştu. Bu yüzden çaresiz kalan, intihara sürüklenenler bile olmuştu.

     “Yeni Rejim”in yüksek öğretim anlayışı buydu ve bu anlayışla Başkan Erdoğan medreseleri de övebiliyordu. İmam-Hatiplilere yaptığı bir konuşmada “Açık konuşuyorum” diyordu, “Osmanlının son dönemlerinde ülkenin en önemli ilim ve irfan kaynakları olan medreselerin yozlaşması büyük sıkıntıya yol açmıştır. Cumhuriyetle birlikte bunların toptan kaldırılması ise daha büyük bir kayba ve boşluğa neden olmuştur” (10 Mayıs 2016). “Yozlaşmış”, hatta Abdülhamid döneminde -Ş. Mardin’in ifadesiyle- “asker kaçakları için bir sığınak” haline gelmiş medreselerin bile bugün övgü konusu olması gerçekten ibret vericiydi. (Türkiye’de Din ve Siyaset, 2004, s. 50). 

     ***

     Her toplumsal kurum tarihi bir gelişmenin ürünüdür ve nitelikleri de toplumsal evrim ve devrimler sarmalında şekillenir. Bu bağlamda “üniversite” de Ortaçağ’da doğdu ve din adamları yetiştiren, ilim ve ilahiyatı tekelinde tutan bir kurum olarak şekillendi. Bu “Karanlık Çağ”da özgür akıl kutsal dogmaların esiri olmuş, Eski Yunan düşünürleri bile bu anlayışla okunmaya başlanmıştı. Hıristiyan üniversiteleri de, İslam medreseleri de bu zihniyetle Aristo’yu “Muallim-i Evvel” ilan etti ve düşüncelerini dondurarak klişeleştirdiler. Ve bu “sentez”i zorlayan, felsefeyi savunan, özgür akıl lehinde tezler geliştiren İbn Rüşd gibi düşünürler de sonunda lanetlendi, mahkûm edildi, sürgüne yollandı. Kelam ve fıkıh, özgür düşünceye geçit vermiyordu.

     ***

     F. Engels “ilahiyat, zamanla ya özgür bair felsefeye dönüşür ya da kör bir inanç haline gelir” demişti (1844). Düşünce planında Batı’yla İslam dünyası arasındaki farkın anahtarı tam da bu sözcüklerde yatmaktadır. Bunu ilk anlayanların ve bu yönde köklü bir dönüşüme yol açan düşünürlerin başında da Descartes geliyordu. 

     Descartes (1596-1650) Cizvit okullarında okumuş ve inancına da sadık kalmış bir düşünürdü. Yine de “Metafizik Meditasyonlar”ında ilahiyatçılara sesleniyor ve onlara “aklınızı kullanın” diyordu. Ona göre ilahi gücü kavramanın en sağlıklı aracı ancak özgür akıl ve kuşkucu düşünce olabilirdi. Ne var ki Sorbon’lu ilahiyatçılar onu dinlemediler ve Kilise de kendisini aforoz etti. 

     Yine de sonunda kazanan Descartes oldu. Akılcılık, Sorbon’da olmasa bile özgür akademilerde, “salon”larda, sivil toplum kuruluşlarında giderek ağır basıyordu ve Aydınlanma yüzyılı da bu tohumların yeşermesiyle hayat buldu. Descartes’dan yüz yıl kadar sonra, Diderot, ilahiyat sultasından kurtulamamış Sorbon’u eleştiriyor ve ilk modern üniversitenin planını yapıyordu.  Yeni üniversite, “bir ulusun bütün çocuklarına fark gözetmeden kapılarını açan” ve “evrensel bilimi kucaklayan” bir kurum olacaktı.

     ***

     Diderot, “yeni üniversite”nin Fransa’da, mutlak monarşi altında kurulabileceği konusunda iyimser değildi ve bu yüzden de planını “aydınlanmacı” eğilimler sezdiği II. Katerina’ya yollamıştı. Yanıldığı nokta da bu oldu. Aslında bir kültür devrimi yaşayan ve yüksek öğrenimde akılcılığa elverişli koşullar yaratan ülke Rusya değil, Almanya’ydı. Ve bu ülkede üniversite kavgasının başını da Immanuel Kant çekiyordu.

       Kant (1724-1804), bir üniversite mensubuydu ve kavgasını da üniversite bünyesinde yürütüyordu. Ona göre üniversiteyi kökten değiştirmek, bunun için de önce bu kurumlarda ilahiyat yerine özgür felsefeyi egemen kılmak lazımdı. Bu bir “Fakülteler kavgası” idi ve bu başlık altında bir de kitap yazdı (1798). Felsefede “üstün bir emir makamı” olmadığı için, felsefe fakültesi, ilahiyatçıların sultaasından kurtarılmalı ve “sadece akıl tarafından konulmuş yasalara uyacak biçimde” yapılanmalıydı. Ana fikir buydu. Bu fikir 19. yüzyılın ilk yıllarında tüm filozoflar tarafından tartışıldı ve son noktayı da Wilhelm von Humboldt koydu. 

    Bir dil bilgini ve siyaset adamı olan Humboldt, kapitalizmin hızla geliştiği bir toplumda yaşıyordu ve bu gelişmeye Fransız devriminin siyasal ilkeleri ile Alman romantizmi ve felsefesi kavramlarıyla bakıyordu. Alman romantizmi kendisini Eski Yunan’a, Alman felsefesi de Kantçı rasyonalizme ve idealizme götürüyordu. Sermaye birikimi ve burjuva hegemonyasının önüne geçilemezdi; ne var ki “ideal üniversite” yine de maddi üretimin, verimlilik ve kâr dürtülerinin esiri olmamalıydı. “Humboldt Üniversitesi” 1809 yılında, Almanya’da, bu anlayış üzerine kuruldu ve ilk “modern üniversite” olarak da diğer Batı üniversitelerine örnek oldu. Sınıflı toplumlarda uğruna savaşılması ve aşılması gereken bir ideal teşkil ediyordu.

     ***

     Berlin’de Humboldt Üniversitesi kurulurken Osmanlı Devleti’nde II. Mahmut hükümdardı. Denilebilir ki bu sultanın saltanat yılları (1808-1839) Osmanlı tarihinde en köklü dönüşümün yaşandığı yıllar oldular. Bir yandan “Tercüme Odası” kurularak, Arapça, “bilim dili” olma tekelini kaybediyor; dahası, batılı ülkelere öğrenci gönderilmeye başlanıyor, fakat öte yandan da, devlet, Yeniçeri ordusunu -ıslah edeceğine- katlediyor ve “Nizam-ı Cedid” batılı uzmanların ve subayların eğitimine emanet ediliyordu. Böylece girilen dönemde Tanzimat paşalarının başarıları da “Doğu Sorunu” adı verilen oyunda sergiledikleri ustalığa endekslendi. Osmanlı Devleti’nde yüksek öğrenimde “medrese”den “darülfünun”a geçme çabaları bu koşullarda başladı. 

       ***

      Bu konuda ilk girişim 1845’de oldu. Bir “Maarif Meclisi” kurulmuş ve Mustafa Reşit Paşa’nın telkiniyle bir de “Darülfünun tasarısı” hazırlanmıştı. Yeni kuruluş için İtalyan mimar G. Fossati’ye bir de bina ısmarlandı. Ne var ki bağnaz ulema Müslüman gençlerin gayrimüslimlerle bir arada okumasına karşı çıkıyor, üstelik binanın Ayasofya Camisi civarında açılmasını da şiddetle kınıyordu. Bu yüzden işler uzadı, araya Kırım Savaşı ve mali sıkıntılar girdi ve ancak 1869’da 49 maddesi bir “Darülfünun” kurulmasına ayrılmış bir “Maarifi Umumiye Nizamnamesi” hazırlanmasıyla yeni bir adım atılabildi. 

     Yeni kuruluşa bin kadar öğrenci başvurmuş, programa iddialı dersler konmuş, bina da hazır hale gelmişti. Yine de açılış biraz gecikerek 1870 Ramazanı’nın ertesine sarktı. Medreseli öğrencilerin çoğu cami dışındaki zamanlarını “cerre giderek”, yani yurdun dört bir yanında vaazlar vererek geçiriyorlardı. Hayatlarını böyle kazanıyorlardı; dönmelerini beklemek lazımdı.

     Zamanın Maarif Nazırı Safvet Paşa’nın “Medrese-i İlmiye” dediği yeni kuruluş o sırada İstanbul’da bulunan İslam reformisti Cemaleddin Afgani’nin bir konferansıyla açıldı. Oysa bu, muhafazakâr ulemayı hoşnutsuz kılan bir olaydı. Üstelik, Mürşit, konferansında peygamberliği “sanat” gibi sunmuş, ulemayı büsbütün öfkelendirmişti. Nitekim muhalefet giderek arttı ve bu ikinci girişim de kısa süreli oldu. “Darülfünun” üç yıl sonra, 1873’te kapatılıyor, fakat Osmanlı üniversitesinin öyküsü bununla da bitmiyordu.

      Aslında Medrese-i İlmiye kapatılırken Galatasaray Sultanisi bünyesinde yeni bir girişim başlamış, yeni okula müdür tayin edilen Sava Paşa’nın deyimiyle “fidanlığa yeni bir tohum” ekilmişti. Üstelik artık dersler de herkese açık konferanslar (!) olmaktan çıkarılarak düzenli hale geliyor ve  Darülfünün’a hukuk, fen, edebiyat alanında yeni birimler ilave ediliyordu. 

     Ne var ki üç yıl sonra tahta çıkan Abdülhamid’in bunlara ihtiyacı yoktu. Kendisi, ülkeyi, daha sonra en ateşli muhalefet yuvaları haline gelecek olan Harabiye, Tıbabiye ve Mülkiye kadrolarıyla yönetebilirdi. Böylece 1881 yılında Darülfünun-u Sultani’nin derslerine son verildi. 

     Yine de, yirmi yıl kadar sonra, kısmen artan muhalefeti yatıştırmak amacıyla, kısmen de Said Paşa’nın telkini ve “imaj politikası” baskısıyla yeni bir tecrübe başlayacak, bu kez de “Darülfünun-u Şahane” sessiz sedasız devreye girecekti.  Bu son girişim, İkinci Meşrutiyet atmosferinde az çok yenilenmiş bir zihniyetle, 1933 reformuna kadar varlığını sürdürecektir. 

     Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlıdan ikiliklerle dolu, felsefecilerle kelamcıların, hukukcularla fıkıhcıların bir arada yaşadığı bir miras devraladı. İstanbul Üniversitesi Cumhuriyet’in onuncu yılında, 1 Ağustos 1933’te açılırken, Milli Eğitim Bakanı Reşit Galip şunları söylüyordu: “Bugün kuruluşu başlayan İstanbul Üniversitesi’nin dünkü İstanbul Darülfünunu ile hiçbir münasebeti yoktur. Üniversite yeni bir müessesedir. Ananesi kendi ile başlayacaktır!”.

     ***

     Şimdi bu tarihi parantezi kapatalım ve günümüze gelelim. Gerçekten de bu son günlerde, Üniversite sorunu Boğaziçi Üniversitesi’nde yaşananlar vesilesiyle gündeme oturmuşken, 88 yıl önce söylenmiş bu sözleri nasıl yorumlayabiliriz? Üniversitemiz gerçekten de kendi ananelerini yaratabildi mi? Bugün hangi sorunlarla karşı karşıya bulunuyor? 

     Aslında tarihi ve toplumsal bir kurum olan üniversiteler üç farklı kategoriden oluşurlar: öğretim üyeleri, öğrenciler ve idari görevliler. Bu haliyle toplumun bir parçasını teşkil ederler ve temel sorunları itibariyle de sosyal kavgaların bir parçası olurlar. Böylece kuruma hâkim yönetim ve insan/toplum bilimleri anlayışı, genellikle egemen sınıfların parası, baskısı ve zorlaması ile biçimlendirilmeye çalışılır. Buna direnenler ise iktidarın baskısı, yaptırımı ve zulmüyle karşılaşırlar.  

        Üniversite bir bilim yuvasıdır; fakat yine de üniversite bünyesinde en hayati unsuru öğrenci kitlesi teşkil eder.  Nihayet bilim üniversite dışında, araştırma kurumlarında, özel laboratuarlarda da yapılabilir; ama öğrencisiz bir üniversite tasavvur edilemez. 

     Üniversite sadece öğrencilerin dersleri izleyerek bilgi edindikleri, kişiliklerini geliştirdikleri bir kurum değildir. Aynı zamanda gençlerin bir arada yaşadığı, dostluklar kurduğu, ortak idealler geliştirdiği bir ortamdır. Bu nedenle sınıf çıkarlarını aşan,  baskı ve zulme en çok direnenler de onlar ve onlarla aynı ruhu taşıyan hocaları olur. Zaten diktatörlerin, zalimlerin sık sık hedefi olmaları da bu yüzdendir. Hep provokatörlerin, hırslı hocalarının, teröristlerin aleti olmakla suçlanır, takibata uğrarlar; fakat özgür akla, bilime ve ilerleme fikrine öncülük yapanlar ve bu nedenle geleceğe de damgasını vuracak olanlar yine bu gençler arasından çıkar. Zamanla içlerinden bir çoğu da “gençlik idealleri”ni terk ederek paranın, şöhretin ve kudretin cazibesine kapılsa bile!

     Tarih üniversitelerde devrimci atılım örnekleriyle doludur. 19. yüzyıl devrimleri en canlı simgesini ressam Delacroix’nun ünlü tablosundaki öğrencide bulmuştu. Bizde de ilk kez Meşruti bir anayasa ilan edilirken medrese öğrencileri Abdülhamid’i değil Mithat Paşa’yı destekledi ve gösteriler yaptılar. Aynı şekilde 20. yüzyılda Mayıs-68 kıvılcımları da üniversite kampuslarında  atıldı ve yepyeni idealler dünyayı sarstı.

     Peki, sonra?

     Sonra devrimci atılımları karşı-devrimci darbeler izledi ve hiçbir yerde de özgür, adil ve müreffeh bir toplum düzeni kurulamadı. Tam tersine, insanlık, iklim değişikliği, nükleer silahlar, pandemi ve yoksulluk belaları karşısında çaresiz kalmış rejimlere mahkûm edildi. Bu durumda, hala özgürlük savaşçılarını ve üniversite gençliğini suçlayan ve susturmaya çalışanların, en azından geçmişteki karşı devrim girişimlerinin bugün nasıl anıldığını hatırlamaları gerekmez mi? 

     Söyler misiniz, bugün, yakın tarihte zulme uğramış, zindanlarda çürütülmüş, darağaçlarına yollanmış devrimci demokratlar mı saygıyla anılıp yüceltiliyor, yoksa onları “anarşist”, “terörist”, “hain” gibi yaftalarla ezen gerici cuntalar ve hükümetler mi?

NEOLİBERALİZM, ÇILGIN TRUMP ve FAŞİST KOMPLO

     17 Ocak 2021

Ayaklanma? Darbe? Faşizm? 6 Ocak 2021’de, Amerika’da Kongre binasına yapılan saldırı hala tartışılıyor ve belli ki daha uzun süre de tartışılacak!

     Gerçekten de 6 Ocak’ta Washington’da neler yaşandı?

     Aslında ilk işaretler 19 Aralık 2020’de gelmişti. O gün, Trump, yandaşlarına bir tweet atmış ve “6 Ocak’ta Washington’da büyük bir protesto yapılacak; orada ol; vahşi olacak!” demişti. Anlaşılan, seçim yenilgisini bir türlü hazmedemeyen narsist Başkan, Beyaz Sarayı terk etmemek için her şeye kararlıydı.  Nitekim binlerce kişi çağrısına uydu ve  “orada” oldular! Gerisi de geldi. 

     ABD kamuoyunda “MAGA kalabalığı” (Make America Great Again Mob) olarak adlandırılan güruhun saldırısı, çıldırmış bir başkanın kışkırtmasıyla başlamıştı. Şimdi de herkes yaşanan “vahşet”in toplumsal nedenlerini ve olası sonuçlarını konuşuyor. Oysa ortalık hâlâ yatışmadı ve en büyük korku da 20 Ocak devir töreninin daha da vahim bir kalkışmaya yol açma olasılığı? 6 Ocak skandalını Cumhuriyetci çoğunluk da kınamış olsa bile, alarm zilleri çalmaya devam ediyor. YouGov anketine göre parti seçmenlerinin yarısına yakını da (% 43’ü) işgali onaylamıştı!

     ***

     Aslında yaşadığımız dünyada, Amerika, Amerika’dan çok fazla şeyler ifade ediyor ve Washington’da olanlar da hepimizi yakından ilgilendiriyor. Böylece 6 Ocak’taki saldırı karşımıza bir çeşit  “üç bilinmeyenli bir denklem” çıkardı. Bilinmeyen ve yanıt aranan sorular da, sırasıyla, şunlar: 

     1) 2021 yılında uluslararası kapitalizm nasıl bir tablo sergiliyor? Yoksa emperyalizmin dönüşüme uğradığı,  yeni bir aşamaya geçtiği sarsıntıları mı yaşıyoruz? Yoksa “neoliberal” dönem kapanıyor da, “neoemperyal” çağ mı başlıyor? 

     2) Eğer öyleyse, bu dönüşümde ABD nasıl bir yer işgal ediyor? Yoksa Uzakdoğu’daki gelişmeler, giderek bu ülkeyi “emperyal zincirin zayıf halkası” konumuna mı sürüklüyor? 

     3) ABD’de “Trumpizm” neyi ifade ediyor? Bu mitoman başkanın, bunca skandaldan sonra hala arkasında milyonlarca Amerikalıyı toplamasının sosyal karşılığı ne olabilir? 

     İşte ilk emperyalizm analizlerinden yüz yıl kadar sonra, günümüz sorunlarına -ve zihinleri kurcalayan “ne yapmalı?” sorusuna- yanıt aramaya yol açabilecek bazı sorular! İzleyen satırlarda -aynı sırayla- bu yanıtlara ipucu teşkil edebilecek bazı bilgiler vermeye çalışacağım.

     ***

     2019 Kasım’ında ünlü iktisatçı Joseph E. Stiglitz dikkat çekici bir yazı yazdı. “Neoliberalizmin sonu ve tarihin doğuşu” başlığını taşıyan bu yazı, bir bakıma Fukuyama’nın otuz yıl önce “liberalizmin zaferi”ni ve “tarihin sonu”nu ilan eden eserine yanıt teşkil ediyordu. (Global Thought; 4 Kasım 2019). Columbia’lı profesöre göre, “neoliberalizm, kırk yıl boyunca demokrasiyi tahrip etmiş” ve tüm uluslara refah, ilerleme ve özgürlük vadeden bu sistem çöküş sürecine girmişti. Neoliberal uygulamanın ortaya koyduğu tablo, Karl Popper ve yandaşlarının yıllarca avukatlığını yaptığı “açık toplum”a hiç benzemiyordu. Aksine, nüfusunun büyük çoğunluğu “demagoglar ve otokratik liderler” tarafından yönetilen bir dünyada yaşıyorduk ve bu dünyada -sosyal himaye, vergi ve ücret politikaları, finans düzeni vb- tüm uygulamalar tek bir ilkeye bağlanmıştı: Kapitalist rekabet! Zengin ülkelerde bile sıradan vatandaşlara “istediğiniz politikalar uygulanamaz; çünkü bu durumda ülke rekabetçi olmaktan çıkar; çok iş kaybı olur ve siz de ızdırap çekersiniz!” deniyordu. Bu yüzden de geleceğe, seçkinlere ve ekonomi bilimine güven kalmamıştı. Özellikle makro-iktisat analizleri “2008’dekine benzer krizleri dışlayan modellerin uygulandığı” her yerde tüm itibarını kaybetmişti. Şimdi de “bu büyük düşkırıklığından doğan siyasal sonuçları” yaşıyorduk. Belli bir tarih sona eriyor, yeni bir tarih başlıyordu. Stiglitz’e göre bu yeni dönemde “Aydınlanmayı yeniden canlandırmak ve onun özgürlük, bilime saygı ve demokrasi değerlerine tekrar bağlanmak zorunda” idik. 

     ***

     2020 arifesinde Stiglitz’in temel düşünceleri bunlardı ve bu tezleri Nobel ödüllü bir iktisatçıdan duymak ilk bakışta şaşırtıcı görünebilir. Oysa bu düşünceler yaygındır ve günümüzde -pandemik salgınla da katlanarak- karamsarlık ve manevi çöküntüye yol açıyorlar. 

     Aslında neoliberalizm büyük sermayeyi sınırlayan kuralları kaldırmış, uluslararası planda sermaye akışını hızlandırmıştı. Böylece yatırım fonları emeğin ucuz, çalışma koşullarının elverişli olduğu ülkelere doğru akmaya başladılar ve bundan da en çok -başta Çin- Uzak Doğu ülkeleri yararlandılar. Üstelik sadece fonlar akmıyor, bir takım fabrikalar da sökülerek bu ülkelere taşınıyordu. Batı’da “sanayisizleşme” yaratan bu süreç, kalkınmakta olan ülkeler arasında da “yükselen pazarlar” ayrışmasına yol açtı.

     Oysa aynı yıllarda ABD’de kapitalizm de kabuk değiştiriyor, J. Haskel ve S. Westlake’nin “Kapitalsiz Kapitalizm” (Princeton Uni. Press; 2017) adını verdikleri bir yapılanmaya yol açıyordu.  Bu kapitalizmde maddi yatırımların yerini hızla yazılım, marka, tasarım, Ar-Ge vb gibi alanlara yapılan “gayri-maddi” (intangible) yatırımlar alıyordu. Örneğin Microsft’ta maddi sermaye, şirketin piyasa değerinin ancak % 1’i kadardı. Üretimde fizikî emeğin yeri giderek azalıyordu; örneğin toplam borsa değeri 5 trilyon doları aşan beş dev şirketin (GAFAM: Google, Apple, Facebook, Amazon, Microsoft) çalıştırdıkları işçi sayısı ancak 1,2 milyon kadardı. Bu gelişme gelir dağılımındaki eşitsizliği de hızla artırıyor, sınıf çelişkilerini keskinleştiriyordu. 

     Aynı süreç uluslararası planda da giderek yeni bir kutuplaşmaya yol açtı: Çin Halk Cumhuriyeti,  imalatta “dünya atölyesi” haline gelirken, “soyut sermaye” de ABD’de yeni bir işsizler ordusu yaratıyordu. Üstelik Çin, büyük ölçüde “montajcı” bir imalatla yetinmiyor, ileri teknolojide de öne geçme hesapları yapıyordu. 2015’te ilan ettiği «Made in China 2025» planına göre, dijital teknolojide on yıl içinde iç pazarın % 80’nini, dünya pazarının da % 40’ını ele geçirmeyi hedeflemişti. (Le Monde, 7 Ocak 2020). 2021 yılına gelindiğinde, artık küresel elektronik ürün ihracatının yarısına yakını Çin tarafından yapılıyordu.

     Gerçi bu ürünlerde Çin’in katma değer payı azdı ve % 22’yi aşmıyordu. Yine de bu ülke dev pazarı ve üretimde kullandığı “vahşi kapitalizm” yöntemleriyle ABD üstünlüğünü tehdit eder hale gelmişti. Steven Bognar ve Julia Richard’ın Çinlilerle işbirliği içinde gerçekleştirdikleri  dokümanter filimde (American Factory; 2019) görüldüğü gibi, bir Çinli milyarderin ABD Ohio’da kurduğu cam fabrikası (Fuyao Glass America), sendika düşmanlığı, düşük ücretler, fazla mesai ve tatil kısıntıları ile -2021’de  % 8 büyümesi ve 2028’de de ABD’nin GSYH’sını geçmesi beklenen- “Çin mucizesi”nin anahtarını da veriyordu. Bu yüzden, dünya bu “mucize” karşısında büyülenirken, madalyonun öteki tarafı da unutulmamalıydı.

     ***

      “Madalyonun öteki tarafı” en çok Amerika’da hissedildi ve halk tabakalarında iki türlü düşmanlığa yol açtı: Beyaz emekçilerin işlerini çalan “renkli” göçmenler ve buna uygun bir politika izleyen neoliberal “seçkinler”! 2012 seçimlerinde Cumhuriyetçi aday Mitt Romney liberal bir kampanya yürütmüş, bu yüzden de parti yandaşlarından bir kısmı seçim sandığına gitmemişti. Oysa -tarihin cilvesi- dört yıl sonra buna isyan etmek büyük bir iş adamına düşecekti. Gerçekten de 2016 yılında, ABD politikasında dünyayı da sarsacak bir dönüşüm yaşadı.

     Donald Trump’ın adaylığı başlangıçta kendi partisinde bile ciddiye alınmamış, kaygı ve ironi dolu yorumlara yol açmıştı. İlginçtir, bugün yapılan faşizm tartışmaları da aslında 2016’da başladı. Bakınız o tarihte, henüz seçim bile yapılmamışken, muhafazakâr yazar Robert Kagan, “Amerika’ya faşizm nasıl gelir?” başlığı altında, neler yazıyordu: “Faşizm Amerika’ya çizmelerle, özel selamlarla gelmeyecek; bir televizyon madrabazı, bir sahte milyarder ve ders kitaplarına geçecek bir ego-manyakın halktaki nefret ve güvensizlik duygularını kışkırtmasıyla ve kör parti yandaşlığı, dava yokluğu ya da sadece basit bir korku gibi nedenlerle koca bir ulusal partiyi peşine takmasıyla gelecek”. (WPost, 18 Mayıs 2016).

     Bu kaygılar Trump’ın başkan seçilmesiyle daha da şiddetlendi. Demagog iş adamı Beyaz Saray’a oturalı henüz dört ay bile olmamıştı ki Yale, Harvard ve New York üniversitelerinden 27 psikiyatr bir araya geliyor ve ruh sağlığı olmayan bir başkanın “tehlikelerine” dikkati çekiyorlardı. Düzenledikleri konferansta (20 Nisan 2017), Amerikan Psikoloji Derneği’nin özel bir muayene yapılmadan kamu yöneticileri hakkında tanı konmasını yasaklamasına rağmen (Goldwater Rule), bu yasağı çiğniyor ve Hitler iktidara gelirken Alman aydınlarının ve psikiyatri derneğinin sessizliğini ibretle hatırlatıyorlardı. Bununla da kalmadılar, Trump tehlikesi hakkında bir de kitap yayınladılar. (The Dangerous Case of Donald Trump; Macmillan, 2017). Haklıydılar; dikkat çektikleri “tehlike” dört yıl sonra Capitol Hill’in işgaliyle çok daha vahim bir şekilde ortaya çıkacaktı.

      ***

      Aslında her faşizmin bir “çılgın”a ihtiyacı vardır ve Amerika’da da bu işlev -kısmen fıtrat ve yetişme tarzı, kısmen de rol icabı- Donald Trump’a düştü. Ne var ki bu milyarder iş adamı reel dünyadan hiç de kopuk değildi ve iş kaybına uğramış “derin Amerika”daki iki düşmanlığı çok iyi yakalamıştı. Küreselleşme Amerika’nın aleyhine işliyordu ve içerde göçmen işçiler, dışarda da Çin, Amerika’nın en büyük düşmanlarıydı. Politikasını da bu düşmanlığa dayandırdı. Bir yandan Meksika sınırına büyük bir duvar ördürüyor, öte yandan da Çin’le ticaretteki dengesizliğe son vermeye çalışıyordu. Çin, “MAGA”ya karşı en büyük tehlikeydi; gümrük savaşı teknoloji savaşıyla beraber yürütülmeliydi. Bu korkuyla 5-G’de tehlikeli atılımlar yapan Çin elektronik devi Huawei’ye yasaklar kondu; hatta bir ara şirketin mali direktörü de tutuklandı.

      Ne var ki Trump yasaklarla yetinemezdi. İçerde de şirketleri teşvik ediyor, büyümelerine yardımcı olmaya çalışıyordu. Buna karşılık üretimi dışarı taşıyanlara da şiddetle karşıydı. Kongre’ye ilk seslenişinde bunu söylemiş, tweet’lerinde buna uymayanları tehdit etmişti. Aynı konuşmada aralarında Lockheed, General Motors, Fiat-Chrysler, İntel gibi devler bulunan on şirketi yatırıma teşvik etmiş, bu yönde de büyük bir vergi indirimi yapmıştı.  Onlar da gerçekten milyarlarca dolarlık yatırım yaptılar. Ne var ki durum değişmiyor, üç yıl sonra da bunların toplam istihdamı eski düzeyi (Reuters araştırmasına göre 2 milyon işçi) geçmiyordu. Trump yönetiminin övündüğü borsa rekorları ise, hisselerin yarısının nüfusun % 1’inin elinde olduğu düşünülürse, kandırdığı “mağdur”larla alay etme gibiydi. 

     Mali durum da farklı değildi. Obama’dan devir alınan 300 milyar dolarlık bütçe açığı bir trilyon dolara çıkmış, üstelik aradaki fark da, vaat edilen altyapı yatırmlarından değil, zenginlere yapılan vergi indirimlerinden doğmuştu. Kısaca çılgın Başkan, 2020 seçimlerine ekonomik planda başarıyla değil, kötü bir karneyle girdi ve.. kaybetti.

     ***

     Aslında 2020 seçimlerinde şaşırtıcı olan seçimi Trump’ın kaybetmesi değil, 74 milyon kadar oy almasıydı. O tam bir faşistti ve “bu terim hafiflikle kullanılmamalı” diyen iktisatçı Paul Krugman (Nobel 2008) , Kongre baskını üzerine Trump’ın “milliyetçi-ırkçı hedeflerine ulaşmak için şiddet kullanan gerçek bir faşist” olduğunu yazdı. (NY Times, 7 Ocak 2021).  

     Ne var ki neoliberal uygulamalarla bir çok ülkede yoksul kitleler çaresiz kalmış ve demagog politikacıların peşine takılmıştı. En tehlikeli senaryo da Washington’da sahneye kondu. 6 Ocak’ta Kongre’yi basanlar aslında “Trumpist galeri”nin küçük bir modelini teşkil ediyordu. QAnon komplocuları, “Proud Boys” temsilcileri, acayip kılıklı provokatörler, ‘molotof kokteyl’li suikastçılar, herkes oradaydı. Hatta emlakçı bir milyoner, randevuya yetişebilmek için, Teksas’ta özel bir uçak kiralamıştı. Şimdi ise tüm ABD 20 Ocak’ta yapılacak Başkanlık töreni vesilesiyle daha da vahim bir senaryonun sahnelenmesinden korkuyor ve bunu önlemek için de 20 binden fazla ulusal muhafız görevlendirildi. Bu da bir “ABD mucizesi!” ve dünyayı kontrol eden ABD emperyalizmi, yurt dışında bulunan askerlerinden çok daha fazlasını (NY Times’e göre üç katını) seferber ederek, artık kendi Meclis’ini korumaya hazırlanıyor!

        ***

      Bazı Amerikalı yorumculara göre Trump, 6 Ocak’ta demokratları da sokağa dökerek iç çatışma çıkarmak ve bunu bahane ederek sıkıyönetim ilan etmek istemişti. Bu bir darbe girişimiydi. Oysa olaylar kontrolünden çıktı ve Trump rezil oldu. Öyle ya da böyle, şimdi kendisi de korku içinde ve “çok sevdiği” yandaşlarını yatıştırmaya çalışıyor. Artık tweet de atamıyor ve siyasal hayatını tamamen söndürecek ikinci bir azil girişimiyle karşı karşıya bulunuyor! 

     Yine de anlaşıldı ki, Trump bitse bile, “Trumpizm” bir süre daha yaşayacak ve zaten bugünlerde de, başta Ted Cruz, birçok senatör bu “74 milyon”luk mirasa konmaya çalışıyor. Oysa karşılarında bir türlü kandıramadıkları ve özlemleri de Joe Biden’dan çok, Bernie Sanders tarafından dillendirilen bir mazlumlar ordusu var. Bu da demektir ki neoliberalizm çöker ve yeni bir tarih sayfası açılırken, Trumpist büyücü çırakları kirli oyunlarında bunların beklenti ve direnişlerini de hesaba katmak zorunda kalacaklar!

EMPERYALİZM, KÜRESELLEŞME ve ABD SEÇİMLERİ

15 Kasım 2020

On altı yıl önce, Amerika’da yine bir başkanlık seçimi sırasında, bir Japon gazeteci bu ülkenin küresel planda belirleyici rolüne işaret ederek, “neden bu seçimde herkes oy kullanmıyor?” diye sormuştu. Mademki bu seçimi tüm dünya vatandaşları, “nefesleri kesilmiş halde” izliyorlardı, o halde en azından internet aracılığıyla bir “seçim oyunu” (“mock election”) oynanabilirdi! (İHT, 25 Mart 2004).

ABD’deki bu son seçimlerin dünyada daha da büyük bir heyecanla izlendiğini görünce Japon gazetecinin bu esprisini hatırladım. Üstelik bu kez yarışma, bazı özgül koşulların da katkısıyla, daha uzun sürdü ve şimdi de aynı heyecanla “uzatmaları” izliyoruz.

Kuşkusuz dünya ve küresel dengeler hızla değişiyor; Amerika bile artık yirmi yıl öncesinin Amerikası değil; değişmeyen tek şey ise sermaye hegemonyası! Oysa o da yeni stratejik arayışlar peşinde ve bu arayışlara da, son dört yıl boyunca, “Trump modeli” (Trumpizm) damgasını vurdu. 

İşte ABD’de son seçimler bu koşullarda yapıldı ve kazanan da belli oldu. Oysa Trump bir türlü yenilgiyi kabul etmiyor; “seçimi ben kazandım!” diyor ve tüm dünya da bu garabeti şaşkınlıkla izliyor. Şimdi soru şu: Trumpizm, geçici bir fırtına olarak mı kalacak, yoksa dünya düzeninde daha da şiddetli sarsıntıların öncü işareti mi olacak?

Sanırım bu konuda doğrulara ulaşabilmek için sorgulanması gereken nesnel kategori, kapitalist üretim biçiminin günümüzdeki işleyiş biçimi, yani çağdaş emperyalizm olmalıdır. Son ABD seçimleri de gerçek anlamını ancak bu zemin üzerinde kazanabilir.

***

Emperyalizm aslında bağımsız bir kavram değildir; kapitalist üretim biçiminin 19. yüzyıl sonlarında aldığı şekle verilen addır. Daha önce siyasal bir akımı, kralların “imparatorluk” tutkusunu ifade eden bu terim, 20. yüzyıl başlarında yeni bir anlam kazanmış ve bugün hala canlılığını koruyan tartışmalara yol açmıştı. 

O sırada kuramcıların üzerinde anlaştıkları nokta şuydu: İleri kapitalist ülkeler, artık rekabetçi dönemi geride bırakmış, tekellerin oluştuğu ve gelişmemiş ülkelere sermaye ihraç eden metropoller haline gelmişlerdi. Anlaşmazlık ise şu noktadaydı: Bu gelişmenin sonuçları ne olabilirdi? 

Şu oldu: Tekelleşmenin ve kolonyal rekabetin barışçı yollarla çözülebileceğini savunan Kautsky ve II. Enternasyonal haksız, Lenin haklı çıktı ve sonunda da dünya savaşı patladı. Sonra da genel kriz, Nazizm, Büyük Savaş, soğuk savaş vb derken bugünlere geldik. Geldik ama yüz yıl önceki sorunlar da -üstelik daha da büyümüş olarak- hala karşımızda duruyor ve çözümlerini bekliyor.

***

Aslında kapitalist üretim biçimi tarihte ilerlemeci bir rol oynamış, daha önceki kölelik düzenini tasfiye etmişti. Feodal serflerin yerini alan emekçiler yer yer daha da acımasız bir sömürü nesnesi olsalar da, artık modern bir sınıf olarak örgütlenme ve direnme olanaklarına sahip oluyorlardı. Kaldı ki, kapitalizm, başlangıçta sadece metropollerde oynadığı rolü giderek tüm dünyada yayıyor ve sınıf kavgasına küresel ufuklar açıyordu. 

Marx ve Engels daha Manifesto’da (1848) bu nokta üzerinde durmuş, kapitalist üretim biçiminin “ulusal sınırları aşarak, insanları küresel bağlarla birbirine bağlayacağını” ve kültürel planda da “tek yanlılık ve dar kafalılık”ları yok edeceğini söylemişlerdi. Peki, kapitalizm, emperyalizm aşamasında da bu misyonu sürdürüyor muydu? 

O dönemde açıkça altı çizilmese de, tüm emperyalizm kuramcılarına göre, sürdürüyordu. Hatta Rosa Luxembourg, tezini, sermayenin ancak kapitalizm öncesi üretim ilişkileriyle çevrili olduğu koşullarda ve bu ilişkileri çözerek yenilenip büyüyeceği esasına dayandırmıştı. (R.L; Sermaye Birikimi, 1913).

Bu konuda Lenin de farklı düşünmüyordu. Ona göre de en ileri ülkelerde oluşan “sermaye fazlalığı”, “küresel kapitalizmin çarkına kapılmış” ülkelere gidiyor ve orada kendi sınırları içinde mümkün olmayan kârlar sağlıyordu. Oysa aynı zamanda gittikleri yerlerde de kapitalist üretim ilişkilerini geliştiriyorlardı. Lenin’e göre, bu sermaye ihracı “çıkış ülkelerinde gelişmeyi bir dereceye kadar yavaşlatsa bile, kapitalizmin dünyada derinlik ve yaygınlık kazanmasını sağlıyordu”. 

O dönemde bu ihraç, “esas olarak kredi ve devlet borçlandırması şekillerini alıyor, sanayi işletmelerine yatırım yapılmıyordu”. Bugünkü dille, portföy yatırımları doğrudan yatırımlara nispetle ağır basıyor ve finans-kapital tefeci kârlar sağlıyordu. (Lenin; Emperyalizm, 1917).

Yine de Lenin ve Rosa Luxemburg, Doğu’da pazar ekonomisinin bu yollarla finanse edilen demiryolu politikası sayesinde nasıl geliştiğini kuvvetle vurgulamışlardır. Luxemburg’un rakamlarla anlattığı gibi, Osmanlı tarihinde “batılılaşma”, “modernleşme” gibi başlıklar altında incelenen döneme, aslında, 1850-1890 yılları arasında İngiltere, 1890’dan sonra da Almanya sermayesi ile finanse edilen demiryolu politikası damgasını vurmuştu. 

***

Bugün ilk emperyalizm tartışmalarının yapıldığı dönemden yüz yılı aşkın zaman geçmiş bulunuyor ve bu arada yıkıcı savaşlar, iktisadi krizler yaşandı. Oysa emperyalizm olgusu ortadan kalkmadı; aksine, rafine yöntemler kullanarak çok daha yaygın ve yoğun şekillere büründü. Bugün insanlık 1900’lerden çok farklı bir kapitalizm profili ile karşı karşıya ve o yıllardaki uluslararası sermaye akımlarıyla ilgili veriler, bugünkü rakamların yanında gülünç görünüyor.

Kuşkusuz bu gelişmenin çeşitli nedenleri vardır. Oysa iki etken bu konuda en belirleyici rolü oynadı gibi görünüyor. Bunlardan birincisi, kökeni 1960’lara uzanan, fakat son kırk yıl içinde küresel bir iletişim ağı oluşturan teknolojik devrim; ikincisi de, otuz yıl önce, Sovyet sisteminin çözülmesi oldu. Bilgisayar çağı, finansı ve ticareti kamçılıyarak uluslararası sermayeye yepyeni ufuklar açıyor; Thatcher ve Chicago Okulu iktisatçıları kılavuzluğunda gerçekleşen Perestroika da uluslararası ekonomiye beklenmedik bir pazar sağlıyordu. Böylece Rusya da kapitalist zincire eklenmiş ve “küreselleşme” tamamlanmış oldu. 

Londra’da çıkan liberal The Economist dergisi 2006 başlarında (21 Ocak) bilançoyu şöyle çıkardı: “Çin, Hindistan ve eski Sovyetler Birliği’nin pazar ekonomisine katılmaları, küresel emek gücünü iki katına çıkardı. Emek gücünü bollaştırıp, sermayeyi ona nispetle kıtlaştıran bu durum, sermaye girdilerine kıyasla ücretler üzerinde bir baskı oluşturdu. Böylece zenginlerin kârları ulusal gelirde rekor düzeylere ulaşırken, emekçilerin payları azaldı”. Oysa bu, “öykünün sadece bir kısmı” idi. Öbür kısmı olarak da, dergi, 2005 yılında, kalkınmakta olan ülkelerin toplam üretiminin (satın alma gücü paritesi ile) dünya üretiminin yarısını -hafifçe de olsa- geçtiğine işaret ediyordu. Yani uluslararası sermaye bu kısa dönemde hem nalına hem mıhına vurmuş, bir yandan tekelleşmeyi artırırken, öte yandan da kapitalizmi tüm dünyaya yaymıştı. 

Tekelleşme ve sermaye ihracı ile ortaya çıkan kutuplaşmanın bir tarafında Çin’in, öbür tarafında da ABD’nin yer aldığı bugünlere böyle geldik. Bu demektir ki kapitalizmin özüyle ilgili olan bu gelişme ne Thatcher ile Reagan’ın saldırgan liberalizmi ile başladı, ne de Trump’ın faşist korumacılığı ile biteceğe benziyor.

***

Gerçekten de Çin, bugünkü “dünya atölyesi” konumuna doğrudan dış sermaye yatırımları sayesinde geldi. Öyle ki, 1984-89 yılları arasında ülkeye yılda ortalama 2,2 milyar dolar yabancı sermaye girerken, Sovyet sisteminin de çöküşüyle bu süreç hızlanıyor, 1992-2000 arası 30,8 ve 2000-2013 arasında da 170 milyar dolara çıkıyordu. Ne var ki Çin yönetimi, yarı-kolonyal geçmişinden ve Mao’cu öğretiden alınan derslerle bunları kontrol altına almış ve reel sektöre yönlendirmesini bilmişti. İşte Çin Başkanı Xİ Jinping de, 2017 Davos toplantısına bu anlayışla katılıyor ve Trump’ın korumacı eğilimine karşı küreselleşmeyi övüyordu. (Le Monde Diplomatique; Aralık 2017).

***

Aslında “küreselleşme” çağında sermaye ihracı da küreselleşmiş ve her ülke, kendi olanakları ölçüsünde, bu emperyalist uygulamaya katkıda bulunmaya başlamıştı. Türkiye de bu akımın dışında kalmadı. Cumhurbaşkanı Yardımcısı Fuat Oktay’ın bir açıklamasına göre (28 Ocak 2019), Türk sermayedarlar da bu alanda üstlerine düşeni yapmışlar ve yabancı ülkelere toplam 38 milyar dolar yatırmışlardı. Aynı sermaye içerde de gerekli hallerde bunları koruyacak dronları vb üretiyordu. 

Çağdaş emperyalizmin bir yeniliği de sermaye ihracına yeni usullerin eklenmesi oldu. Artık bazı metropollerde bir takım fabrikalar sökülüyor ve emeğin daha ucuz, vergilerin daha düşük, çalışma koşullarının daha elverişli olduğu ülkelere taşınıyordu. Bu tarz yer değiştirme (delocalisation) uygulamaları da uluslararası planda kutuplaşmayı keskinleştiren ek bir faktör oldu. 

***

Günümüzde bu kutuplaşmanın bir tarafında Çin ve devlet kapitalizmi varsa, öbür tarafında da ABD ve çağdaş tekelleşme abideleri olan GAFAM (Google, Amazon, Facebook, Apple, Microsoft) beşlisi bulunuyor. Geçtiğimiz Ağustos ayında bu beşliden, Facebook dışındaki üçünün borsa değeri bir triyon, Apple’inki de 2 trilyon doları geçti. Üstelik 1 trilyonluk değere 42 yılda ulaşan Apple’e, 2 trilyona ulaşmak için 21 ay yetmişti. (NY Times, 19 Ağustos 2020). 

GAFAM beşlisinin toplam değeri de 5,6 trilyon doları bulmuştu. Oysa değerleri Türkiye milli gelirinin sekiz katı olan bu şirketler, toplam olarak 1,2 milyon kişi çalıştırıyor, vergi vermiyor ve giderek banka hizmetlerini de üstlenmeye başlıyorlardı. Dijital çalışma yöntemleri sayesinde, Covid 19 pandemisinden en kârlı çıkan da onlar oldular.

Ne var ki maddi üretimi periferiye naklederek işsizliği artıran, hatta algıları da kontrol altına alıp yönlendiren bu yeni emperyalizm, “gözetleme kapitalizmi” yöntemleriyle sonunda tüm rejimleri de sarstı. (Shoshana Zuboff; The Age of Surveillance Capitalism, 2019). Son yıllarda “sağ”lı “sol”lu söylemlerle iktidara gelen, fakat hepsi de aynı oyunu oynayan “popülist” rejimler aslında bu kutuplaşmanın ürünü oldular. Ve son ABD seçimleri de, traji-komik Trumpizm uygulamasıyla, bu gelişmedeki en tehlikeli halkayı gözler önüne serdi.

***

170 yıl önce, Marx, Yeni Renanya Gazetesi’nde (Şubat, 1850) “Gelecekte Pasifik Okyanusu Antik çağda Akdeniz’in, günümüzde de Atlantik Okyanusu’nun oynadığı rolü, yani Dünya ticaretinin büyük suyolu olma rolünü oynayacak ve Atlantik Okyanusu da, bugünkü Akdeniz gibi, bir iç deniz durumuna düşecek!” diye yazmıştı. İşte çağdaş “küreselleşme”nin yol açtığı kutuplaşmada ABD ile Çin Halk Cumhuriyeti’ni karşı karşıya getiren süreç de bu oldu. 

Bu süreçte geleneksel imalat dalları, sayısız emekçiye ve dev bir pazara sahip Çin’e kayarken, ABD de sayıca az ve kalifiye emekçi kadrolarıyla “high-tech” sanayi tekelleri kuruyordu. Oysa demokratik rejimlerde bunun bir de bedeli vardı. Fabrikaları kapanan ya da sökülerek başka ülkelere taşınan bölgeler elbette bir tepkide bulunacaklardı.

Aslında ABD siyasal rejimi bir çeşit “denge ve fren” sistemine dayanır. Bunu da anayasa ve neredeyse onun kadar önemli olan seçim sistemi sağlar. Öyle ki, Anayasa, başkanı büyük yetkilerle donatırken, seçim sistemi de Senato’ya adeta onu kısıtlayıcı bir rol vermiştir. Başkan, en önemli tayinleri ancak senatonun onayıyla yapabilmektedir. 

Ne var ki, senato, oluşma şekliyle, bu rolü daha çok kırsal Amerika lehine oynuyor. Çünkü her eyalet, nüfusuna bakılmadan – ister Wyoming gibi 580 bin, ister Kaliforniya gibi 40 milyon nüfuslu olsun- Senato’da iki üyeyle temsil edilmektedir. Bu da Paul Krugman’ın “Senato Amerikası” dediği kırsal kesime, dolayısıyla Cumhuriyetçilere büyük bir avantaj sağlıyor. İşte “Trumpizm” denilen garabeti yaratan da bu anti-demokratik mevzuat oldu. Üstelik, bir önceki seçimde olduğu gibi, rakibinden üç milyon daha az oy alan bir adayın başkan seçilmesi de bu ülkede kimseyi rahatsız etmiyor. İşte, çağın ironisi, milyarder bir iş adamı, ırkçı ve demagojik bir söylemle geneksel muhafazakârların yanına küreselleşme kurbanı “beyaz yakalıları” da ekledi ve hanesine yetmiş milyon oyu kaydetmeyi becerdi. Bu bir başarıydı. 

Ne var ki bu başarı yetmedi ve narsist başkanın iktidardan kovulmasını önleyemedi. Şimdi “hukuk”a başvuruyor ve kendi tayin ettiği hâkimlerden medet umuyor. 

Kuşkusuz yüz kızartıcı çabalar da faydasız kalacak ve Beyaz Saray’daki tiyatro yakında sona erecek. Oysa kavga yine de bitmeyecek; çünkü yetmiş milyonluk faşizan potansiyel yerinde duruyor ve tehlike de devam ediyor. Üstelik tehlike, çok büyük kısmı alt ve orta sınıflardan oluşan bu 70 milyonluk kitlenin gerçek temsilcilerini bulmasına kadar da devam edecek! 

Unutmayalım ki toplumsal gelişme çelişkilerle ilerliyor ve tutucu kanatta Donald Trump’ı yaratan kutuplaşma, ona karşı demokrat kanatta da, adaylık yarışında başa güreşen Bernie Sanders’i çıkardı. Bunlardan birincisi, artık Amerikan halkının da aleyhine işlemeye başlayan “küreselleşme”ye karşı milliyetçi ve saldırgan bir korumacılığa sığınırken; ikincisi, barış, eşitlik ve özgürlüğe dayanan bir sosyalizmi savunuyor. 

TARİHİN AYNASINDA TÜRKLER ve AZERİLER..

11 Ekim 2020

“Türk-Yunan savaşı” başlamadan bitti ve çözüm arayışı diplomasi alanına taşındı. Oysa bu kez Azeri-Ermeni savaşı başladı ve gündemin başköşesine oturdu. Egemen söyleme göre Azerbaycan’la “İki devlet, bir millet” halindeydik ve Tayyip Bey “Azerbaycanlı kardeşlerimize tüm imkânlarımızla ve tüm kalbimizle destek vermeyi sürdüreceğiz” diyordu. Mücadele “Karabağ işgalden kurtulana kadar” sürecekti. Aliyev de durumdan memnundu. O da Bakü’ye giden dışişleri heyetimize hislerini şu sözlerle duyurdu: “Her şey çok güzel gidiyor; inşallah Karabağ’a Azerbaycan bayrağını kardaşım Tayyip Bey’le birlikte dikeceğiz!”.

Mesaj alındı ve anlaşıldı: Geçtiğimiz günlerde TV kanallarında Doğu Akdeniz krizini uzun uzun yorumlayan ağızlar, artık bundan böyle haftalarca da Karabağ savaşını yorumlayacaklar. Tabii genellikle de Saray’dan gelen “La sesi”yle uyumlu olarak!

Peki, Türk-Azeri ilişkileri konusunda tarihin sesi neler söylüyor? Halklara ne gibi dersler veriyor; hangi yönleri gösteriyor? Suriye ve Libya savaşlarında taraf olunduktan sonra, Kafkas savaşına da taraf olmanın olası sonuçları yeterince düşünüldü mü? 

***

Aslında tarihte “millet”ler uzun ve zahmetli süreçler içinde doğdular ve bu süreçlerin mimarları da otarşik tarım ekonomilerini tasfiye eden “devrimci burjuvazi”ler oldu. Aynı sürecin araçları ise ulusal bir para birimi yaratan merkez bankaları, ortak bir dille kolektif bellek oluşturan okullar, Roma hukukundan ya da seküler törelerden esinlenmiş hukuk “kod”ları ve her erkeğin vatan hizmeti yaptığı ordular oldu. “Tasada ve kıvançta ortak” denilen, fakat “tasa” daha çok halka yüklenirken, “kıvanç”ı varsılların paylaştığı “modern millet”ler böyle doğdu.

19. yüzyıl bu evrimin yol açtığı kanlı iç ve dış savaşlarla doludur. Bu dönüşümde çağın gereksinimlerine yanıt veremeyen eski imparatorluklar çöküyor ya da yarı-sömürge haline geliyor, onların yerini de kapitalist metropoller çevresinde oluşan sömürge imparatorlukları alıyordu. Bu tabloda, merkez (Osmanlı) bankası Avrupalı sermayedarlar tarafından kurulan; bir kısım vergileri yabancılar (Düyun İdaresi) tarafından toplanan ve kendi hukukunu ülkesindeki yabancılara ve onların koruduğu yerli gayrimüslimlere uygulayamayan (Kapitülasyonlar) Osmanlı İmparatorluğu da tipik bir yarı-sömürge haline geldi. 

     ***

     İlginçtir ki bu topraklarda modern anlamda “millet olma” (uluslaşma) çabalarına, kendisini “millet-i hâkime” olarak gören halka karşı, “millet-i mahkûme” sayılan Rum, Ermeni ve Balkan halkları giriştiler. Bu hareketleri bölücülük sayan, buna karşılık tutarlı bir entegrasyon politikası geliştiremeyen, üstelik Türk milliyetçiliğini de bir bölücülük kaynağı olarak gören İmparatorluk artık tam bir “hasta adam” konumundaydı. “İttihad-ı anasır”, “imtizac-ı akvam” gibi başlıklar altında bir “çağdaş ulus” programı üzerinde tartışan Yeni Osmanlılar ise muktedirlerin hışmına uğradılar. 

Gerçekte II. Abdülhamid dönemi Osmanlı “yarı-sömürgeleşme” sürecinin son halkasını ve tipik bir örneğini teşkil etti. İmparatorlukta, “Mülk Devlet” anlayışı ulusallığı dışlıyordu. Müstebit sultan devlet işlerinde en güvendiği kullarını gayrimüslimler, özellikle de Ermeniler arasından seçti. Hazine-i Hassa’sını (servetinin yönetimini) önce paşa, sonra da nazır yaptığı Agop Efendi’ye emanet etmişti ve dışişleri nezaretinde hukuk işlerini otuz yıl boyunca Noradunkyan Efendi yürüttü. Kısaca Ermeniler, Ermeni; Rumlar, Rum; Yahudiler de Yahudi olarak sahnedeydiler; buna karşılık savaş ve vergilerin yükünü taşıyan ve Türkçe konuşan Müslümanların adı yoktu. Bu koşullarda Osmanlı Devleti modern bir millet oluşturamadan tarihe karıştı. 

Orta Asya ve Kafkas Türkleri ise tarihte çok farklı bir çizgi izlediler.

***

Bugünkü Azebaycan toprakları, Anadolu toprakları gibi, 11. yüzyıldaki göçlerle Türkleşmeye başlamış, daha sonra da Selçuklu İmparatorluğu’nun bir parçası olmuştu. Osmanlı Devleti kurulup büyüdükten sonra da İran, Rusya ve Osmanlılar arasında çatışma alanı haline geldi. Daha çok İran etkisi altında kalan ve Safevi Hanedanı zamanında Şii’leşen Azeri halkı, 18. yüzyıl sonlarına kadar özerk hanlıklar bünyesinde varlığını korudu. 

Büyük Rus saldırıları 18. yüzyıl sonlarında başladı ve Azeri toprakları 1826-28 Rus-İran savaşı ve Türkmençay Anlaşması ile Rusya ve İran arasında paylaşıldı. Elli yıl kadar sonra da, İstanbul’da “Ulu Hakan” tahta yerleşmeye çalışırken, Ruslar bu kez Hokand Hanlığı’nı işgal ediyor ve Buhara hanlıklarına son veriyorlardı. Böylece Taşkent, Buhara, Semerkant, Bişkek, Fergana, Kaşgar vb gibi simgesel şehirler Rusya hegemonyasına geçiyor ve Orta Asya Türkleri “mazlum milletler” arasında yer alıyordu. 

Bu durumda kahramanları ve tarihi referansları da Çarlık zulmüne direnen savaşçılar arasından çıkacaktı. Daha birkaç yıl önce Kırgız sinemasının (Sadık Şer-Niyaz, 2014) destanlaştırdığı “dağlar kraliçesi” Kurmancan Datka belki de bunların en ünlüsüydü. Oysa bununla da kalmadılar; aralarından, başta Sultan Galiyev olmak üzere, anti-kolonyalist ve antiemperyalist kuramcılar da çıkardılar. Başkırt kökenli, Kazan’da eğitim görmüş bu aydın sonra da Bakü’ye göçerek Müslüman sömürgelerin bütünüyle “proleter halklar” oluşturduğunu savunan tezler geliştirmişti. II. Meşrutiyet yıllarında Çarlık zulmünden kaçarak Türkiye’ye yerleşen Kazan ve Kırım Türkleri de “hâkim millet” saplantısına karşı “mazlum millet” bakış açısıyla Kurtuluş Savaşı felsefesine katkıda bulundular. Bunlardan Yusuf Akçura, Türkçülüğü yaşamın her alanına yaymaya çalışan Ziya Gökalp’in tezlerine karşı sınıfsal analizi ve seküler yaklaşımı ile en etkilisi oldu.

***

Osmanlı yönetici zümresi 19. yüzyılda Orta Asya’daki kolonyal gelişmelere tamamen kayıtsız kalmıştı. 1867 Temmuz’unda Rus Çarı II. Alexandre, Alman asıllı General Kaufmann’ı fütühat için “Türkistan Genel Valiliği”yle görevlendirirken Sultan Abdülaziz Avrupa gezisindeydi ve Elysée ve Buckingham saraylarında sömürgeci batıya şirin görünmeye çalışıyordu. Amacı onların desteğiyle kendi imparatorluğundaki “hâkim millet” statüsünü korumaktı. 

Oysa o sırada batılı metropoller Rus Çarlığı’nın yayılma siyasetini yakından ve kaygıyla izliyorlardı. Onlar için “Doğu tehlikesi” artık Osmanlı’dan değil, Rusya’dan geliyordu ve bu tabloda Osmanlı’ya düşen rol de Çar’ın emellerine set çekmek, ya da Namık Kemal’in ifadesiyle, “Rusya’ya karşı dikilmiş bir bostan korkuluğu” olmaktı. (Hürriyet, 20 Temmuz 1868). Bu stratejinin adına da “Doğu Sorunu” dediler. Ne var ki “Doğu Sorunu” bir dünya savaşı faciasıyla sonuçlanacak ve Osmanlı Devleti de bu facianın enkazı altında kalacaktı. 

Artık yeni bir dönem başlıyor ve bu dönemde de -tarihin ironisi- Osmanlı Türkleriyle Kafkas Türkleri yine farklı kamplarda yer alıyorlardı.

        ***

       Dönüm noktası Ekim 1917 Devrimi oldu. Lenin, İstanbul’u Çarlık Rusyasına veren gizli anlaşmayı “eşkiyalık anlaşması” diye yırtıp atmış, Bolşevikler Rusya’da yeni bir toplum inşasına başlamıştı. 

Anadolu’da ise bu görev Mustafa Kemal Paşa ve Kuvayı Milliye müfrezelerine düştü. Tarihi koşullar, farklı ilke ve sınıflara dayanan bu iki hareketi “nesnel müttefikler” haline getirmişti. Anadolu Türkleri ilk kez modern bir millet olma kavgası veriyor ve bu kavga da “mazlum halklar” adına yürütülüyordu. “Biz hayatını, istiklalini kurtarmak için çalışan emekçileriz; zavallı bir halkız!” diyordu Kemal Paşa. 

     Ne var ki emperyalist kamp da boş durmuyordu. Onlar için hayati sorun sosyalizmin yayılmasını önlemek ve bunun için de Sovyet Rusya’yı izole etmekti. Ferit Paşa Hükümeti’ne Sevr’i empoze eden Lloyd George ve Lord Curzon, bu amaçla Kafkasya’da da Ermeni, Gürcü ve Azeri cumhuriyetlerini de kurduruyordu. Bu bağımlı devletler Kafkasya’da sosyalizme set oluşturacak, devrime her türlü yardımı önleyecekti. Emperyal Devletler Paris Barış Konferansı’nda bölgeye ordu göndermeyi de tartışmış, fakat sadece silah ve askeri malzeme yardımında anlaşabilmişti. Azerbaycan Hükümeti de Lenin’in gerici General Denikin’e karşı ortak hareket önerisini reddetti ve Hazar Denizi’nde İngilitere’yle işbirliği kararı aldı. Bu da onlar için sonun başlangıcı olacaktı.

     ***

     Kafkas barajını yarma ve Sovyet Rusya ile temas kurma azmi, Kemalist stratejinin de temelini oluşturdu. Mustafa Kemal Paşa, 5 Şubat 1920’de silah arkadaşlarına gönderdiği mesajda, emperyalizmin Sovyet devrimini kuşatma planının tehlikelerini anlatıyor ve bu planın başarısı halinde Anadolu Türklerinin, “sömürge askeri olarak”, hem Kafkas halklarını “itaatinde tutmak”, hem de “Bolşevik istilasının durdurulmasını sağlamak” için kan dökeceklerini söylüyordu. 

Neyse ki korkulan olmadı ve Azerbaycan Parlamentosu 27 Nisan 1920’deki tarihi toplantısında “hâkimiyeti çarpışmadan Bolşeviklere verme” kararı alıyor ve Azeri tarihinde yeni bir sayfa açılıyordu. (C. Hasanlı; Azerbaycan Tarihi 1918-1920; 1998, s.409). Ankara Hükümeti Sakarya zaferinden sonra, Kars Anlaşması ile, Kafkas Sovyet cumhuriyetlerini tanıyacak ve Doğu sınırlarını güven altına alacaktır.

***

Çarlık Rusyası sosyalist devrimcilere çeşitli halklardan oluşan, uçsuz bucaksız bir coğrafya devretmişti. Rusların nüfusun % 43’ünü oluşturduğu bu 160 milyonluk “halklar hapishanesi”nde Orta Asya ve Kafkas Türkleri de nüfusun üçte biri kadardı ve bunlar genellikle “doğulu zihniyet” yaftasıyla küçümsenmekte idiler. Lenin’in durumu anlamak için bölgeye gönderdiği müfettiş Safarof da tüm Bolşevik partilere Rus militan ve teknisyenlerin hâkim olduğunu saptamıştı. Bu yüzden 73 yıl süren Sovyet yönetiminde, teoride kabul edilen “halkların kendi kaderlerini tayin hakkı” pratikte bir türlü uygulanamadı ve 1989’da, Gorbaçov, Birlik’te ayrışmaya yol açacak Glasnost’u ilan ederken de Azerilerle Ermeniler arasında Dağlık Karabağ için ilk çatışmalar başladı. 

Azerbaycan bağımsızlığı, 1991’de, etnik kavgalar ortamında doğdu.

***

Sovyetler Birliği döneminde Türkiye Azerbaycan arasındaki ilişkiler Ankara-Moskova hattına bağımlı ve çok kısıtlı kalmıştı. II. Dünya Savaşı’ndan sonra Soğuk Savaş yıllarında ise bu ilişkiler tam bir güvensizliğe ve husumete dönüştü. Bu koşullarda Birliğin dağılması ve “Türkî Cumhuriyetler”in kurulması da Türkiye’de sevinç uyandırıyor ve umutla karşılanıyordu. Sanki Türklerin tarihi yurtlarında devir teslim işlemi yapılacak, “Büyük Rus” hegemonyasının yerini Osmanlı-Türk “hâkim millet” hegemonyası alacaktı. 

Oysa hayaller çabuk çöktü. Kuşkusuz ilişkiler eskiyle kıyaslanmayacak kadar yoğunlaşmış, karşılıklı sevgi artmıştı. Ne var ki “Türkî Cumhuriyetler”de artık ikinci dili Rusça olan ve evrensel kültüre daha çok bu dille açılan elit zümreler oluşmuştu. Demokratik gelenekten yoksun bu coğrafyada oligarşik yapıları ve bir çeşit “hanedan iktidarları”nı bu seçkinler oluşturdular. Sovyet Rusya’da bir işçi ailesinde dünyaya gelen ve önce KGB ajanı olduktan sonra Parti’de Politbüro üyeliğine kadar yükselen Haydar Aliyev de bu seçkinlerin güvenini kazanarak cumhurbaşkanı olmuştu. Onun tecrübeli yönetiminden sonra, yerini 2003’te oğlu İlham Aliyev alırken, Erdoğan da ara seçiminde milletvekili seçiliyor ve Azerbaycan’ın 1995 Anayasası ile kurduğu “Başkanlık” (pratikte otokratik) rejimine doğru uzun yürüyüşüne başlıyordu. Bu durumda, on yedi yıl sonra, bugün, benzer iktidar yapısı ve anlayışıyla aralarında sıkı bir dostluk kurmuş olmalarında da şaşırtıcı bir taraf yoktu.

***

Oysa bu on yedi yıl hiç de koyu bir dostluk içinde geçmemişti. Erdoğan ilk dostlarını hep Arap liderleri arasından seçmiş, önce Suriye’de Esad sonra da Mısır’da Mursi en yakın “kardeşleri” olmuştu. Azerilerle ise zaman zaman kaygı verici gerginlikler yaşanıyordu. Örneğin 2009 Ekim’inde, AKP iktidarının Ermenistan’la imzaladığı prtokolleri protesto eden Azeriler Bakü’de Türk bayraklarını indirmiş, Türkçü Devlet Bahçeli de “Ermenistan’ı kazanmak uğruna Azerbaycan’ı kaybetmeyi göze alan AKP zihniyeti”ni kıyasıya eleştirmişti. Oysa daha uzun vadede ortak iktidar yapıları, ortak çıkarlar ve etnik yakınlıklar ağır basacak ve sonunda da Türkiye, Azeri-Ermeni çatışmasında açıkça taraf olan tek ülke haline gelecekti. 

Kuşku yok ki bugün Kafkasya’da iki komşunun savaşında Ermenistan işgalci ve haksız konumda bulunuyor ve manevi destek de elbette Azeriler yönünde olmalıdır. Ancak bu yönde aktif bir katılım anlamına gelecek ifadelerden de kaçınılmalıdır. Türk-Ermeni ilişkilerinin arka planı da hatırlanırsa, aktif desteğin son kertede Azerilere ne sağlayacağını düşünmek de gerekmez mi? 

Aslında nüfusu Ermenistan’ın üç katı, savunma bütçesi tüm Ermeni bütçesinden çok büyük ve ordusu da Rusya, İsrail ve Türkiye’den satın alınan silahlarla donanmış bulunan Azerbaycan, gasp edilmiş topraklarını geri almak için verdiği mücadelede mutlaka kendi koşullarına ve olanaklarına en uygun yolu bulmalıdır. Ve bu kavgada haklı davasına en büyük katkı da -mevcut koşullarda hayli iyimser görünse de- ancak bölgede adil bir barışa, özgürlüğe ve halkların çıkarına uygun ve haksever Ermenilerin de katıldığı ortak bir dayanışmayla gerçekleşebilir.

BİR DEMOKRASİ ÖYKÜSÜ

9 Ağustos 2020

1955 yılı sonbaharıydı. Kasım’ın 29’unda siyasal hayatımızda hiç görülmemiş bir olay yaşandı. İktidar partisinin Meclis gurubunda, keyfi yönetim ve yolsuzluk iddialarını ciddiye alan vekiller ayaklanmış, hükümeti istifaya davet ediyorlardı. Oysa Demokrat Parti daha bir yıl önce, rekor bir oyla (% 57,6) seçimleri kazanmış, halk güvenini tazelemişti. Şimdi ise, Menderes, öfkeli vekillerini yatıştırmaya çalışıyor, onlara “siz isterseniz hilafeti bile getirirsiniz!” diye yalvarıyordu.

      O günlerde bu sözler herkesi üzdü; fakat fazla ciddiye de alınmadı. Nihayet Çankaya’da Atatürk’ün son başbakanı, başbakanlık koltuğunda da şeriatcılıkla hiç ilgisi olmayan eski bir CHP milletvekili oturuyordu. Oysa aradan 65 yıl geçti; artık çok değişmiş bir Türkiye’de, çok farklı koşullarda yaşıyoruz, ama yine “Hilafet” konuşuyoruz. Üstelik bu kez iktidar koltuğunda da çok geniş yetkilerle donanmış, başında takke Kuran okuyan, gençleri camilere akın etmeye davet eden bir Başkan oturuyor. Ve tuhaf bir şekilde de bu Başkan kendisini Erbakan ya da Özal’ın değil, Menderes’in ve Demokrat Parti’nin manevi mirasçısı sayıyor!

       Peki, bu nasıl oluyor? Ne yapmalıyız? Olayı ciddiye alıp üzülmeli, önlemler mi aramalıyız? Yoksa eskiden olduğu gibi “hilafet” söylencelerini bu kez de ciddiye almayarak gülüp geçmeli miyiz?      

     Aslında ne o, ne bu! Eğer ortada gerçekten ciddi bir tehlike varsa, bu hiç de “hilafetin ilanı” gibi temelsiz tutkulardan doğmuyor! Esasları bin yıl önce saptanmış olan “Hilafet kuramı” çoktan tarih oldu ve -El Kaide, Daeş vb gibi vahşet orduları dışında- 21. yüzyılda artık hiçbir İslam ülkesi böyle bir iddiada bulunmuyor. Aksine, “hilafet” adına yapılan “tartışmalar” asıl tehlikeyi gizler gibi görünüyor! 

  Aslında Erdoğan’ı Menderes’e çağdışı bir “hilafet özlemi”nden çok,  “saltanat tutkusu” bağlıyor. Unutmayalım ki Osmanlı geleneğinde de “Hilafet ve Saltanat” ikileminde ağır basan “saltanat”tı  ve Osmanlı hükümdarları hep han, sultan, hünkâr, padişah gibi sıfatlarla anıldılar. Bu bakımdan “cumhuriyet” adı altında “saltanat” sürmek mümkündü ve yeryüzünde böyle “cumhuriyet”ler de vardı!

          Oysa ne kadar popülist bir söylemle gizlenirse gizlensin, böyle bir devlet anlayışı, uzun vadede halkın çoğunluğuna sevimli gelemez. Nitekim ne Menderes, ne de Erdoğan başlangıçtaki popülaritelerini koruyabildiler. Zaten birincisi topraksız köylülere toprak dağıtmayı amaçlayan bir kanuna muhalefetle iktidara yürümüş, ikincinin “halkçılığı” da bir “zekât” anlayışını aşamamıştı. Bu nedenle her iki lider de bir süre sonra çıplak gerçeklerle karşılaştılar. 1954’te oy rekoru kıran Menderes, daha ertesi yıl kendi içinden büyük bir direnişle karşılaşıyor ve üç yıl sonra da oyları seçmenlerin yarıdan azına düşüyordu. 

      Oysa Menderes 29 Kasım 1955’teki direnişi doğru okuyabilseydi siyasal rejimimiz çok farklı bir yönde gelişebilirdi. Ama yapamadı; kişisel yapısı buna engel oldu ve “ben odunu aday göstersem milletvekili seçtiririm!” anlayışıyla muhalefeti ezdi ve kutuplaşmayı körükledi: Sonuç da çok hazin oldu. Böylece açılan çığırda darbeler darbeleri izliyor ve sonunda da Türk Silahlı Kuvvetleri siyasal sistemin bir parçası haline geliyordu. 

       ***

     İlginçtir ki Erdoğan da, Menderes gibi, iktidar olduktan beş yıl sonra büyük bir dirençle karşılaşacaktı. Oysa direniş bu kez parti içinden değil, sokaklardan geliyor ve İstanbul, İzmir ve Ankara’da sokaklara dökülen milyonlar “tehlikenin farkındayız!” diye haykırıyordu. İktidar sarsılmıştı ve bu durumda bir seçim yapmak zorundaydı. Ya geri bir adım atacak, laik cumhuriyeti tehlikede görenleri rahatlatacak, ya da sertleşecek ve otoritesini daha da artırmaya çalışacaktı. 

     Erdoğan ve arkadaşları bu ikinci yolu seçtiler; çünkü darbeler döneminin kapandığına, halkın artık “ara rejim” istemediğine ve hiçbir darbe girişiminin de sokak mitingleriyle, sloganlarla başlamayacağına inanıyorlardı. Böylece özünde laik ve demokratik olan bir direnişi, kendi değerlerini paylaşmayan, fakat gösteri yapan milyonları da “postalcı” diye karalayan bir aydın kesimini arkalarına alarak püskürttüler. Böylece giderek bir karşı-devrim niteliği kazanan bu operasyon, hesaplı ve planlı bir şekilde, birkaç aşamada gerçekleşme sürecine girdi. 

    Erdoğan, adeta Mustafa Kemal Paşa’nın devrimci stratejisini taklit eder gibiydi; ama onu tamamen ters yönde uyguluyordu. Nasıl Atatürk devrimci girişimi “safhalara ayırmış” ve hedefe “kademe kademe” ilerlemişse, Erdoğan ve yakınları da karşı-devrimi safhalara ayırıyor ve her safhada başka bir grubun desteğiyle hedefe ulaşmaya çalışıyordu. Böylece çeşitli “açılımcı” kesimler (“ileri demokrat”lar, Kürt açılımcıları, Gülenciler ve geniş bir çıkarcı grubu) “kademe kademe” bu harekete yardımcı oldular. 2010 Anayasa referandumu bu koşullarda oylandı; TSK, sahte belgeler ve toplu davalarla bu ortamda budandı ve bir genelkurmay başkanı da yine bu ruh hali içinde “terörist” suçlamasıyla tutuklandı.

     ***

     Ne var ki gerçekler de birer birer ortaya çıkıyor ve eski destekçiler “kandırıldık” diyerek sırayla gemiyi terke başlıyordu. Ve sonunda da iyice kutuplaşmış,  devlet ve siyaset anlayışı birbirine zıt iki kampa bölünmüş bir Türkiye resmi ortaya çıktı. Oysa bu arada iktidara tepkiler de sertleşiyor ve Erdoğan’ın manevra marjları daralıyordu. 

     2013 yılı, bu koşullarda bir dönüm noktası oldu. 

      27 Mayıs’ta İstanbul’da başlayan Gezi direnişi, dalga dalga tüm ülkeye yayılmış, milyonlarca insan hak ve hukuk özlemiyle sokaklara dökülmüştü. Aslında bu iktidar partisi için de bir toparlanma ve demokratik uzlaşma vesilesi olabilirdi.  Oysa olmadı; nefret duyguları ağır bastı ve demokrasi tarihimizin bu parlak sayfası biber gazlarıyla, coplarla, tomalarla bastırıldı. 

        Yine de huzur tesis edilememişti. Yıl sonuna doğru, bu kez de parti içi bir kavga iktidarı temellerinden sarsıyordu. Gülenciler harekete geçmiş ve emniyet ve yargıya -bambaşka amaçlarla- yerleştirilmiş adamları vasıtasıyla, okullarına el koymak isteyen iktidara ciddi bir ihtarda bulunmuştu.  Bazı bakan evlerinde milyonlarca dolar gizlenmişti; ortada son derece kuşkulu bir durum vardı; buna rağmen olay bir “darbe girişimi” ve paralar da “delil” sayıldı ve dosya kapatıldı. Oysa soruşturmalar devam ederken başbakan olan A. Davutoğlu bile “fezleke”yi ciddiye almış ve ilgili bakanlara Yüce Divan’a giderek aklanmalarını önermişti. İşte AKP 2015 seçimlerine bu koşullarda, kolu kanadı kırık olarak girdi ve.. kaybetti!

       ***

     7 Haziran 2015 seçimlerinde -hala “girdiği her seçimi kazanan” denilen- AKP, aslında oyların % 40,8’i ile 258 milletvekili çıkararak Meclis çoğunluğunu ve iktidarı kaybetmişti. Bu durumda muhalefeti teşkil eden CHP, MHP ve HDP geçici bir koalisyon kurarak anayasal sistemi işler hale getirebilir ve demokratik koşullarda yeni bir seçime gidilebilirdi. Oysa olmadı; MHP’nin, Meclis’e kendisi kadar vekil yollamış olan HDP’ye olan nefreti buna engeldi. Böylece koalisyon kurulamadı; işler sürüncemede kaldı; iktisadi hayat felce uğradı ve sonunda da -AKP’ye çok uygun koşullarda- yeni bir seçime gidildi. Beş ay sonra yapılan seçimlerde AKP iktidarı Meclis’te rahat bir çoğunluk sağlıyor, fakat -kaderin cilvesi- HDP de, bu kez MHP’den de fazla vekillik kazanıyordu.

     ***

     1 Kasım 2015 seçimleri AKP iktidarını rahatlatmış, fakat ülkeye huzur gelmemişti. Aksine, bürokraside bazı kilit noktaları ele geçirmiş Gülencilerin gücü kırılamamış, partiyle beraber devleti de sarsacak hale gelmişti. Üstelik “ılımlı ve uyumlu” İslam anlayışlarıyla ABD ve CİA’nın desteği de arkalarındaydı. 15 Temmuz 2016 darbe girişimi bu gelişmelerin sonucu oldu.

     ***

      2016 darbe girişimi, darbeler tarihimizde, alışılmış şemalara uymuyor ve gizemini de hala bir ölçüde koruyor. Aslında böylesine kanlı bir girişimin zamanında haber alınarak önlenememesi, iktidar için de büyük başarısızlık olduğu halde, ülkede FETÖ hakkında bir konsensus oluştu ve bir gün öncesine kadar ülkede şeriatçılığından korkulan kuruluş, bir anda din ve devlet düşmanı, CİA’nın oyuncağı bir terör örgütü sayılmaya başladı. Oysa bütün veriler gösteriyor ki, köşeye sıkışan Gülenciler korkuyla Kemalistlere sığınmaya çalışmış, bu yönde bir de laik ve  Atatürkçü bildiri hazırlamışlardı. Niyetleri başlarına da Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar’ı geçirmekti. Böylece, Akar’ın kuvvet komutanlarını da yanına almasıyla, ortaya “Silahlı Kuvvetler Birliği” kontrolünde klasik bir şema çıkacak, darbe de başarıya ulaşacaktı. Kaldı ki bu olasılık karşısında CNN-Türk bile, Erdoğan’la teması sağlamadan önce, darbecilerin bildirilerini yayınlamayı ihtiyata uygun görmüştü. Kısaca 15 Temmuz darbesini, Erdoğan’ın çağrısıyla sokaklara dökülen halktan ziyade, Hulusi Akar ve ordunun üst kademeleri önledi.  Nitekim darbeden iki yıl sonra bile, Hürriyet’de (21 Aralık 2018),  Ahmet Hakan, “(Hulusi Akar) ‘gel, başımıza geç’ teklifine ‘Evet’ diyebilirdi. Alçak darbe girişimine öncülük edebilirdi. 27 Mayıs’ın Cemal Gürsel’i gibi ülkenin bir numaralı muktediri olabilirdi” diye yazabiliyordu.

     ***

     Darbe önlenmişti; çok da iyi olmuştu; fakat ülkeye ne huzur ne de adalet gelmişti. OHAL koşullarında toplu davalar ve tutuklamalar “ara rejimleri” anımsatan bir hızla devam ediyor ve iktidarla CHP “Fetöcülük”  suçlamalarında birbiriyle yarışıyordu. 16 Nisan 2017’de Başkanlık Anayasası bu koşullarda oylandı ve Türkiye, demokrasi tarihinin en köklü değişikliğini  küçük bir çoğunlukla (% 51,4) ile yaptı. Bir yıl sonra yapılan seçimlerde de Erdoğan yine küçük bir çoğunlukla başkan seçiliyor, fakat partisi, büyük bir oy kaybıyla yine Meclis çoğunluğunu kaybediyordu. 

      ***

     Ne var ki AKP’nin artık korkusu yoktu; MHP yine arkalarındaydı. Ama şu vardı: Ülkücülerin amacı, herhalde geçmişte en ağır suçlamaları yaptıkları bir partiye “kuyruk olmak” olamazdı. Buna karşılık onu “rehin” alabilecek güçte de değillerdi ve bu durumda “hayati” gördükleri bazı noktalarda işbirliğiyle yetindiler. Kaldı ki, her fırsatta “anti-emperyalizm” deseler de, AKP’nin, dışarda uluslararası sermayeye, içerde de karmaşık bir esnaf-KOBİ-müteahhit koalisyonuna dayanan iktisat politikasına itirazları yoktu. İşte “Cumhur İttifakı” bu koşullarda doğdu. 

      Aslında hedefine “kademe kademe” ilerleyen Erdoğan, tüm müttefiklerini silkeleyip, kendine düşman ettikten sonra, son kertede Ülkücülere sarılmış, fakat biraz da onların esiri olmuştu. Artık Türkiye’yi tek başına Erdoğan değil, garip ve adı konmamış bir koalisyon yönetiyordu. Üstelik uluslararası planda Türkçü-İslamcı girişimler için elverişli bir konjonktür de vardı.

     ***

     Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra uluslararası planda ortaya 19. yüzyılı anımsatan bir tablo çıkmıştı. İki kutuplu dünyanın yerini, 19. yüzyılın “Düvel-i Muazzama”sını andıran “beş büyükler” almış ve NATO da “komünizm tehlikesi” ortadan kalktığı için gevşek ve hedefi belirsiz  bir örgüt haline gelmişti. Erdoğan, Ülkücüleri de büyüleyen “Dünya ‘Beş’ten büyüktür!” sloganını bu koşullarda geliştirdi. Ve bununla da kalmadı, tüm ittifak bağlarından azade bir dış politika izlemeye başladı. Bu bağlamda en büyük şansı da Putin’le Trump arasındaki tatlı-sert rekabet ilişkisi oldu. Böylece, içerde kahramanlık destanlarına konu teşkil eden “Fırat Kalkanı”, “Zeytin Dalı” ve Libya operasyonlar hep bunlardan biri ya da ötekinin yeşil ışığıyla gerçekleştirildi ve “dur!” denilen yerde de duruldu.  

      ***

     Ne var ki Türkiye’nin olanakları bu aktivizmi besleyemiyor, hak ve hukuk tanımayan uygulamalar da rejim krizini daha ileri bir noktaya taşıyordu. Bu koşullarda yargı bağımsızlığı “Aşilin topuğu” haline geldi.

     Aslında Parlamenter rejimlerde mecliste çoğunluk elde eden iktidar partileri, yürütme erkinin yanı sıra, yasama erkini de kontrol altına alabilirler. Ne var ki  “yargı bağımsızlığı” demokrasilerin “olmazsa olmazı”dır ve onun yokluğunda tüm özgürlükler de yok olur. Oysa bu son dönemde artık  yeni anayasa da yeterli görülmüyor, yargı bağımsızlığı fütursuzlukla ayaklar altına alınıyordu. Bir sanık (Osman Kavala) hakkında mahkemenin verdiği beraat kararının, Devlet Başkanı tarafından “bir manevra” sayılarak, ilgilinin alelacele yeniden tutuklanması açık bir anayasa ihlali ve tam bir hukuk skandalıydı.

     Bütün bu uygulamalar yurt dışında da yakından izlendi ve sonunda da Türkiye’yi -kendileri de itibarsız birkaç ülke dışında- dostu ve itibarı olmayan, bir ülke bir haline getirdi. Üstelik 2008 krizini aşmak için batılı merkez bankalarının yarattığı yapay para bolluğuyla bugünlere gelen ülkelerde artık bu yollar da tıkanmaya başladı. Ayrıca hesapta olmayan bir pandemi darbesiyle, kırılgan ekonomiler daha da kırılgan hale geldi. İç politikada ise, AKP’nin birlikte yeni hamleler deneyebileceği potansiyel dostlar artık kalmadı ve durum acı çıplaklığıyla anketlere yansımaya başladı. 1 Kasım 2015 seçimlerinde, oyların % 61’4’ünü alan AKP-MHP ittifakı 24 Haziran 2018 seçimlerinde % 53,7 ile yetinmiş, son anketlere göre de % 50’nin hayli altına inmişti. Devlet Bey’in daha dün “FETÖ’cü” diye karaladığı Akşener’e bugün “evine dön!” çağrıları da, herhalde barajın altında görünen bir hareketin çaresizliğinden kaynaklanıyordu. Kısaca Cumhur İttifakı gidici; tünelin ucu göründü ve Beştepe’nin belki son umut olarak yaktığı Ayasofya kandili de bekleneni vermedi. Yine de ortam her türlü provokasyona elverişli ve bu geçiş döneminde aydınlatma ve öncülük yapma görevi de tüm sorumluluğuyla  devrimci demokratlara düşüyor!