
KOÇU, REŞAD EKREM: Osmanlı Padişahları; İstanbul, Doğan Kitapçılık, 2003 (ilk baskı 1960).
Koçu (1905-1975) İÜ Tarih bölümünden mezun. Uzun yıllar tarih öğretmenliği ve çeşitli gazetelerde gazetecilik yapıyor. 1925’te Cumhuriyet gazetesinin “memleket haberleri” servisinin şefi oluyor. Sonra Darülfünun’da Ahmet Refik Altınay’ın asistanlık yapıyor ve 1933 reformunda kurumdan onunla beraber ayrılıyor. Altınay’ın izinde popüler tarihçiliğin en önemli isimlerinden…
— Yeniçeriler; İstanbul, Doğan Kitap, 2019 (4. Baskı).
Yazarın en ilginç eserlerinden biri. Vakayinamelere ve diğer belge ve eserlere dayanarak yeniçeriliğin kuruluşu, gelişimi, ayaklanmalar ve yok edilmesi hakkında geniş bilgiler veriyor. Genellikle haklarında egemen görüşleri yansıtıyor. Buna rağmen eserde bunlara ters nitelikte bilgi ve hükümler de var.
Bektaşilikle ilişkileri olumlu şekilde veriliyor. “Hakikat olan, aşk ve sadakat yolunda mertliği pek iyi bilen Bektaşi babalarının” ilk devirde devşirme çocuklara “İslam dinini en pratik yoldan telkin ettiklerini” söylüyor. (s. 100-101). Yandaşları kendilerine “Zümre-i Bektaşiyan” ya da “Taife-i Bektaşiyan”; düşmanları ise “Güruh-u Bektaşiyan” diyordu. Ağalarına ise “Rical-i Bektaşiyan” ya da “Ağayan-ı Bektaşiyan” deniyor. “Bektaşilik Yeniçeri Ocağı’na din taassubu sokmamıştı. Namlı ocak ağaları arasında koyu sofular pek azdır” (s. 101). Ayaklanmalardaki “Şeriat isteriz!” sözleri daha çok dini siyasete alet eden ağaların eseriydi. II. Mahmut bunlarla beraber Bektaşileri de kırdı.
Koçu, yeniçeri ayaklanmalarını Ocak bozulmadan öncekiler ve sonrakiler diye ikiye ayırıyor. Bu ikincileri de bu kez Devşirme Kanunu’nun kalktığı 17. yüzyıl sonlarına kadar vuku bulan “devşirme ayaklanmaları” ile 1826’da ortadan kaldırılıncaya kadar yaptıkları “halkın esnaf tabakası ile ayak takımından yeniçerilerin” ayaklanmaları şeklinde yine ikiye ayırıyor. (s. 155). İlk “ihtilal” de (“Buçuktepe ayaklanması”) 1444 Varna zaferinden sonra II. Murat’ın tahtı 14 yaşındaki oğlu II. Mehmet’e bırakmasını izleyen aylarda, Edirne’de patlak vermişti. Yazar buna neden olarak genç sultanın “yeni parasının gümüş ayarının azıcık düşük” olmasını gösteriyor ve bu durum askerlerin “piyasadaki alış kudretini etkilemez” iken, yine de “esnafla alışverişte zararımız olmuştur” diye ayaklandıklarını söylüyor. (s. 157). Bu arada yeni paranın kesilmesine nezaret eden Şehabettin Paşa’nın konağı da yağma ediliyor!
Genç Osman’ın katli -daha çok Naima tarihine dayanılarak- ayrıntılı bir şekilde anlatılıyor. Genç sultan (II. Osman) “17, 18 yaşlarında, yüzü henüz tüysüz, sarı saçlı mavi gözlü bir dilber çocuk, genç irisi taze yiğittir, ama toydur, tecrübesizdir, zalim ve gaddardır” diye tanımlanıyor. (s. 174). Yeniçerilerin sultana düşmanlığı, Lehistan’a, Hotin Seferi’ne (1621) çıkılırken, Genç Osman’ın yeniçerileri -kaçak var mı diye- iki kez önünden geçirerek yoklama yapmasıyla başlamıştı. Orduda böyle bir adet yoktu ve yeniçeri subayları bundan çok alınmışlardı. Hotin kalesinin kuşatılması başarısızlıkla sona erince, bu gurur kırıcı olay da nedenler arasında gösterildi. Naima da “Yeniçeri Ocağı idaresindeki bu ilk büyük yeniçeri ihtilalini kendi aleyhine tahrik eyleyen de, düşmanlarından ziyade yeniçerileri hiç anlamamış olan Sultan Osman oldu” diye yazmış. (s. 175). Padişahın “mağrur ve gafil yakınları” ise Hotin’de yeniçerilerin hiçbir şeye yaramadıkları ortaya çıktı, diyorlardı. Bostancıbaşı, bir nedenle düşman olduğu Yeniçeri Ağası Yusuf Ağa’yı Sultan’a kötüleyip duruyordu. Ayrıca Sultan’ı tebdili kıyafet İstanbul’da gezdiriyor, meyhanelere götürüyor ve orada işret eden beş on yeniçeri yakalanıyordu: “(…) gazaba gelen Sultan meyhanelerde kendi eliyle yakaladığı yeniçerinin iri taşlar bağlatarak kayıklara koydu; Sarayburnu açıklarından diri diri denize attırarak boğdurttu”. (s. 175).
Daha sonra da –bir sürü yorum ve dedikoduya yol açacak olan- padişahın “Hacca gitme” arzusu ortaya çıkıyor. Daha önce hiçbir sultan -Mısır’a kadar gitmiş Yavuz Selim, 13 kez sefere çıkmış Kanuni de dahil- Hacca gitmemişti. Sultanı hacca gitmeye ikna eden Kızlarağası Süleyman Ağa ile Hoca Ömer Efendi idi. Sadrazam Dilaver Paşa buna karşı idiyse de bunların nüfuzuna karlı koyamadı Yeniçeriler de toptan karşı idiler. Tereddüt eden ve rüyasında Muhammed’in kendisini tokatladığını gören sultanı bu kez de büyük mutasavvıf Üsküdarlı Şeyh Aziz Mahmud Hüdai acı bir dille yola getirmiş! Yeniçeriler ise, padişahlar nizam-ı alem için haccı terk etmiş iken, Osman’ın hacca gitmeye karar vermesini “mücerret kendilerinden nefret” duygusuna bağlamışlar. (s. 176). Hac niyetine Sultan’ın otağı ve tuğları da Üsküdar’a geçirilince Kapıkulu Sipahileri ile Yeniçeri subayları ortak karar alarak, 18 Mayıs 1622 günü hareketi başlatmışlar. Önce silahsız olarak -“bir miting havası içinde”- Et Meydanı’nda toplanmışlar. Yüksek mevkileri icabı ihtiyatlı davranan küçük bir gurup dışında tüm ulema da hareketi destekliyormuş. Halkın orta kesiminden ve ayak takımından büyük bir destek varmış! Ayaklananlar, Şeyhülislam Esad Efendi’den, “Sultan’ı kandırarak Hac’ca göndermeye ikna edenlerin katli vaciptir”, şeklinde bir fetva almayı bile başardılar (s. 177). O sırada eğer II. Osman “Hac’dan vazgeçtim!” deseymiş, belki de her şey sona erecekmiş? Fakat bunun yapılmaması gerginliği artırıyordu. Olaylara katılmayan ve dışarıdan seyreden yeniçeri ağaları ve kapıkulu sipahisi zabitleri bir ara meydana inerek olayları yatıştırmaya çalıştılar, fakat taşlanarak kovuldular. Meydandaki kalabalık, sözcüleri aracılığıyla seslerini duyurabilmek için, önce Hoca Ömer Efendi’nin konağına gittiler, fakat o Saray’a kaçmıştı; konak yağma edildi ve bu kez kalabalık Sadrazam Dilaver Paşa’nın Saray’ının yolunu tuttu. Silahsızdılar, fakat orada ok yağmuruyla karşılaştılar ve aralarından sekiz on kişi öldü. Artı kan dökülmüş, ihtilal başlamıştı. İhtilalciler önce öfkeyle silah deposu gibi olan Sipahiler Çarşısı’na gitti, fakat esnafın yalvarması üzerine dükkânları yağmalamaktan vazgeçtiler. Bu sırada durumdan haberdar durumdan haberdar olan Sultan ulemayı toplamış ve ayaklanmanın nedenini sormuştu. Aldığı yanıt üzerine hacdan vazgeçtiğini, fakat Kızlarağası ve Hoca Efendi’yi asilere asla teslim etmeyeceğini söyledi, Oysa asiler altı kişinin başını istiyordu. Bunlar arasında parayı tağşiş eden defterdar Baki Paşa ve ulufeleri zamanında dağıtmayan Sadrazam Kaymakamı Ahmet Paşa da vardı. Diğerleri de Sadrazam, Kızlarağası, Sekbanbaşı ve Hoca Ömer Efendi! Asıl kıyam ertesi gün başladı ve bu bir “lidersiz” ayaklanma idi. “Yeniçeri çorbacılar ve neferler, sipahiler arasından çıkan meydan hatipleri” kalabalığın isteklerine tercüman oldular. Yazarın Naima’dan naklen anlattıklarına göre birkaç kişinin fedasıyla sona erebilirdi; fakat Sultan, ulemanın ısrarına rağmen, “ben bu adamları vermem!” diye ısrar ediyordu. “Siz onlara ehemmiyet vermeyin, başsız askerdir, çabuk dağılırlar” diye düşünüyordu. Asilerin yolladıkları ulemayı da yanında alıkoymuştu. Bunun üzerine asiler Saray’a yürüdüler. Ve -bostancıların ihanet ederek açık bıraktıkları kapılardan- kolayca içeri daldılar. Yeniçeri ve sipahilerin yanı sıra, silahsız, çıplak ayaklı büyük de bir halk kalabalığı var. Askerlerin “şehirliler aramızdan çıksın!” ihtarına “biz askerden ayrılmayız!” uğultusu ile yanıt veriyorlar.
Aynı şekilde Babü’s-saade kapısı da açık bırakıldığı için oraya da ulaşıyorlar. Önce karşılarında gördükleri Dilaver Paşa ve Kızlarağası Süleyman Ağa’yı karşılarında görünce, saldırıp parçalıyorlar. O sırada diğerleri kaçmış. Sonra eski Sultan Mustafa’yı hapsedildiği yere –perişan bir vaziyette ve her şeyden habersiz- bularak getiriyor ve ulemadan tehditle fetva alarak sultan ilan ediyorlar. Ve o zamana kadar olayları dışarıdan izleyen yeniçeri ağalarını “biz ağalarımızdan memnunuz!” diyerek isyana katılmaya davet ediyorlar. Onlar da geliyor ve bu katılım ihtilalde dönüm noktası oluyor. Oysa Sultan Osman hala ayaklanmanın bastırılacağı kanısında ve planlar yapıyor. Bade harab’ül Basra! 20 Mayıs 1622 Cuma günü (İhtilalin üçüncü günü) Ağakapısı’na giren yeniçeriler ve onlara katılan sipahiler genç Sultan’ı Harem’de yakalıyor ve –yazarın Naima’ya dayanarak anlattığı- korkunç sahneler başlıyor. Genç Osman yalvararak, ağlayarak af diliyor, fakat nafile. İri yarı ve güçlü olduğu için cellatlarına büyük bir direnç gösteriyor; bir ikisini yaralıyor, fakat sonunda feci bir şekilde öldürülüyor. Reşad Koçu onu katledenleri -ve genel olarak ihtilalcileri- en ağır sıfatlarla aşağıladıktan sonra, şunu da söylüyor: “Genç Osman’ı hiçbir seven yoktu” (s. 199). Yine de ismi bilinmeyen bir halk şairinin yazdığı “mersiye yollu destanı” da ekliyor.
(Peçevi Tarihi’nde de ayaklanma benzer şekilde anlatılmaktadır. İbrahim Peçevi’ye göre, Sultan, askeri seferin başarısızlığından yeniçerileri sorumlu tutuyordu ve “bu yeis içinde iken hacca gitmeye karar verdi ve hazırlıklara başladı”, ama Sultan’ın “Hoca Ömer Efendi’nin ve Darüssaade ağası Süleyman ağanın teşvik ve tavsiyesi ile Mısır’da Kahire’yi saltanat merkezi yapmak niyetinde olduğu (…) ve bir taraftan da “Yeniçerileri kaldıracağı” söyleniyordu. “İşte bunlar fitne ve fesatların sebepleri oluyordu”. Bunlara Sultan kulak asmadı ve etrafını saran “din bilginleri, şeyhler ve seyitlere” de “ bu eşkiyayı kışkırtmak ve ayağa kaldırmak sizin başınızın altındadır, onlara edeceğimi size ederim!” demişti. Yeniçeriler bu koşullarda At Meydanı’nda toplanmaya başladılar. Halk da onlara karıştı. Şehzade (Sultan) Mustafa Yeniçeri odalarına götürülürken Peçevi de pencereden seyretmiş: “Öyle bir kalabalık vardı ki gûya kıyamet kopmuş mahşerde dirilmişlerdi. O geniş öyle dolmuştu ki havadan atılacak bir iğnenin dahi yere düşmesi ihtimali yoktu”. Peçevi, daha sonra da korkunç kırım sahnelerini anlatıyor. PEÇEVİ TARİHİ; bugünkü dilde yayına hazırlayan Murat Uraz; İstanbul, Neşriyat Yurdu, 1968, s. 462-467).
Peki ihtilalciler Genç Osman yerine daha önce deli olduğu için tahttan indirilmiş bir sultanı getiriyorlar? Anlaşılan yeniçeriler kendi subaylarını da dinlemedikleri bir anarşik durumu isteklerine daha uygun bulmuşlardı? Deli Mustafa’nın bu ikinci saltanatı tam bir anarşi içinde “bir sene dört ay” kadar sürdü ve 1632 yılında, “kanlı bir müstebit olarak devlet idaresini eline alacak olan” IV. Murat’ın tahta çıkmasına kadar sürdü (s. 200). Bu on yıl içinde İstanbul Yeniçeri-Sipahi kılıcı altında yaşadı.
Sultan Osman’ın katli her şeye rağmen halkta acıma duyguları yaratmıştı. Nitekim ölümünden sonra sadrazam olan ve sultanın katili olarak görülen Kara Davut Paşa o mevkide ancak 24 gün kalabildi. Sonra Mere Hüseyin Paşa ve arkasından Derviş Paşa da tutunamadılar.
IV. Murat 21 yaşına gelince Halife Hasan’ı yeniçeri ağası tayin etmişti ve ondan son derece memnundu. O kadar ki kendisine tapusuyla beraber “Bebek Bahçesi”ni (gerisindeki korularla beraber bugünkü Bebek Koyu) ihsan etmişti. Ayrıca şehirde de içindeki kıymetli eşyalarla birlikte bir konak verilmişti.
IV. Murat devrinde de, 1632 yılında, Sultan yirmi yaşındayken uzun süren bir ayaklanma oldu. Ancak Koçu’nun anlatısına göre bu bir halk ayaklanması olmaktan çok, devlet ricali arasındaki rekabet ve iktidar kavgası ile beslenen “Ağalar” hareketi idi. Sultan’ın Yeniçeri Ağası yaptığı Hasan Halife’ye çok büyük bir yakınlık göstermesi gözü sadrazamlıkta olan Recep Paşa’yı komploculuğa yöneltmişti. Ulufe dağıtımı için İstanbul civarında Trakya’dan Edirne’ye, Anadolu yakasında da Kocaeli’nden Bursa, Bolu ve Balıkesir’e kadar uzanan bölgede asayişi teminle yükümlü sipahi ve yeniçerler İstanbul’a doluşmuştu. Topal Recep Paşa’nın bunlar arasında çok zorba dostu vardı ve tezvirat için en uygun zamandı. Hem sadrazam Hafız Ahmet Paşa’yi, hem de Hasan Halife’yi yok etmek için fırsat doğmuştu. Bağlı oldukları ve yücelttikleri Husrev Paşa’nın azlini bahane ederek ayaklandı ve 17 kişinin başını istediler. IV. Murat, Genç Osman olayından dersini çıkarmıştı; başta dürüst ve kendisine bağlı Sadrazam Hafız Ahmet Paşa olmak üzere kimseyi vermek istemiyor, fakat önlemlerini de alıyordu. Asilerin isteği ile ve onların sorularına yanıt vermek üzere “ayak divanı” yaptığı anlarda bile onlardan mesafeli duruyor, korunmasını sağlıyordu. Ayrıca bu kez Babü’s-sade kapıları da sıkı sıkıya kapalıydı. Fakat Recep Paşa da muazzam bir entrikacıydı; hep sultana yakın görünüyor, onun elini eteğini öpüyor, fakat bir yandan da onun en yakınlarını birer birer yok ediyordu. Bunda başarılı da oldu. Çıkarılan tezvirat arasında “Hünkâr şehzadeleri de boğdurmuş” uydurması da vardı. Dört şehzadenin (Bayezid, Süleyman, Kasım, İbrahim) çıkarılıp gösterilmesi de asileri teskin etmedi. Sadrazam Hafız Ahmet Paşa, Hasan Halife, Defterdar Mustafa Paşa ve Musahip Musa Çelebi sırayla öldürüldüler. Koçu bu feci ölüm sahnelerini, daha çok Naima’ya dayanarak roman diliyle, ayrıntılı bir şekilde anlatıyor. Ne var ki asiler hedeflerine ulaşıp, IV. Murat’ı tahttan indiremediler. Genç ve sert Sultan sonunda asıl hainin kim olduğunu anladı ve Hasan Halife’nin yerine yeniçeri ağası olan Köse Mehmed Ağa’nın durumun vahametini görmesi ve sultana sadakati sayesinde Recep Paşa da ele geçirildi ve idam edildi. Koçu bu uzun ayaklanmadan sonra İstanbul’un “bir müddet yeniçeri ve sipahi zorbalarının elinde kaldığını” yazıyor ve bu dönemde “kaldırım uşakları eclaf (ayak takımı) da birer sokak ağası oldular” diyor. (s. 229).
Koçu, daha sonra 1648 ayaklanmasını anlatıyor. “Bu yeni ihtilalin hususiyeti, diyor, ilk defa olarak Yeniçeri Ocağı’nın büyük ağaları (Ağakapısı erkânı, yeniçeri ağası ve katar ağaları) tarafından hazırlanmış ve idare edilmiş olmasıdır”. Alt kademe ve neferler burada sadece ağaların aleti oldular ve bu ihtilalde “tarih kaynaklarımızdaki tabiriyle ‘kul’un ‘isteriz!..’ lafı işitilmedi. (s. 240). Başı çekenlerin adları: Koca Bektaş Ağa, Koca Muslihiddin Ağa, Kara Murad Ağa, Kara Çavuş Mustafa Ağa, Çelebi Mustafa Ağa. Arka planda kalan “bir numaralı lider” ise, “ilk defa olarak bir kadın, Sultan İbrahim’in öz anası, can düşmanı ve sonra da katillerinden biri olan Kösem Mahpeyker Sultan” idi. (s. 240).
“Kösem’in hem saltanata hem servete sonsuz hırsı vardı. Rüşvet aldı, ticaret işleriyle uğraştı, hanlar yaptırdı, simsarlar besledi, padişahın yaranı da valide sultanın tuttuğu yolu takip ettiler, astronomik rakamlarla hesaplanır servetlere sahip oldular. Halk da kahredici müstebidin pençesinde yıllarca inledi” (s. 241). Bu kadın, oğlu IV. Murad’ı, kendisini “sihir ve füsunuyla bende edecek” bir Haseki Sultan’ın esiri olarak görmemek için onu “o küçük yaşında güzel güzel erkek çocuklarla düşüp kalkmaya sevk etti”, yani oğlancılığa alıştırdı!! (s. 241).
Sultan İbrahim tahta bir “kurtarıcı” gibi çıkmıştı; halk ona “baba” diyordu. O da halkçı şekilde davranmaya başladı. O sırada eski “yaran” dağıtılmıştı. Bu kez Kösem çevresi yeni sultanın “deli” olduğunu iddia etmeye, onu “hunhar bir sefih” olarak damgalamaya başladı. Koçu’ya göre bu tamamen asılsızdı.
Yeni Padişah İbrahim, Koçu’ya göre deli değildi; sinirli (“sinir hastası”) olup, annesi Kösem Sultan’ın (“Valide-i muazzama”) saltanatına son vermek istiyordu ve ilk iş olarak da onu Saray’dan Florya’daki Miri İskender Çelebi Bahçesi’ne sürmüştü. Kişisel idarede kararlıydı ve Venediklilerin Girit’e saldırmaları üzerine Girit Savaşını başlatan da o olmuştu. Kendisine komplolar hazırlayacak hizbin (Kösem-Ağalar anlaşması) kurulması da böyle başladı. Plana göre Sultan İbrahim’i tahttan indirip, yerine yedi yaşındaki şehzade Mehmet’i getirecekler ve ülkeyi beraberce yöneteceklerdi. İbrahim de durumun farkına varmış ve ağaları yok etmenin yollarını aramaya başlamıştı. Önce onları Sadrazam’ın oğlunun düğününe çağırıp, tuzağa düşürerek yok etmeyi düşündüler. Ne var ki, ağalar, içerden birinin komployu haber vermesiyle düğünü hemen terk ettiler. İhtilal kararı böyle alındı ve ulemayı da Fatih Camiine toplayarak yanlarına aldılar. Sipahilerin işe bulaşmamasını istemelerine rağmen, ulemanın isteğiyle onlar da katılma kararı aldı. Ulema önderleri “bu cumhur işidir, onlar da bulunsun!” demişlerdi (s. 244). İlk hedef olarak Sadrazam Ahmet Paşa’nın başı istenecekti. Yeni Sadrazam adayları da, Koçu’nun “gaddar, hilekâr ve ahlaksız bir ihtiyar” dediği Sofu Mehmet Paşa idi. Tehlikeyi gören Sultan İbrahim de buna razı olmuştu. Ahmet Paşa kaçarak Behzat adlı birinin evine sığınmış, fakat ibrenin yeniçerilerden yana döndüğünü gören Behzat Efendi, onu ihbar etti ve yakalanmasını sağladı. Koçu’ya göre “pek aydın bir sima, katip kişi” olan Ahmet Paşa cellat tarafından boğuldu ve cesedi çırılçıplak soyularak Atmeydanı’nda bir çınar altına atıldı. Ertesi sabah Atmeydanı yine “insan deryası” olmuş, herkes oraya dolmuştu. Bu arada ulemanın hiç sevmediği Rumeli Kadıaskeri Muslihiddin Efendi de onların tahrikiyle parçalandı. İhtilalin kanlı aşaması başlamış oluyordu. A. Refik Altınay’ın “Ağalar Saltanatı” dediği dönemdi bu. Sultan önce tahttan indirildi, yerine, planlandığı gibi, yedi yaşındaki Şehzade Mehmet (IV) geçirildi ve tahttan indirilmesinden on gün sonra, Şeyhülislam Abdürrahim Efendi’nin fetvasıyla, İbrahim de idam edildi. İdam o kadar feci olmuştu ki, yazar, katillerden başka orada bulunmak zorunda olan herkesin “kan ağladığını” ve “müthiş cellat Kara Ali’nin bile meşum işini Sadrazam Sofu Mehmet Paşa’nın tekmeleri ve sopası altında zorla gördüğünü” not ediyor. (s. 255).
Halk bütün bu olup bitenleri hoş karşılamamıştı. Bu tepkiyi Şeyhülislam Abdürrahim Efendi’nin tehdit ve baskıyla olaya ortak ettiği ulema mensupları temsil ettiler. Bunlar, ocak ağaları ve şakşakçıları yeni iktidara karşı sipahileri tahrik etmeye başladılar. (s. 254). Tüm mansıplar yeni cuntanın elinde alınıp satılmaya başlamıştı; hazine tam takırdı; hoşnutsuzluk artıyordu. Yeniçerilerle kapıkulu sipahileri arasındaki kanlı çatışma bu koşullarda yaşandı ve tarihe “At Meydanı Vakası” diye geçen kanlı çatışma sonunda sipahiler de ezildiler ve Sultanahmet Meydanı cesetlerle doldu. “Yeniçeriler tam galebeyi çaldıktan sonra sipahi ölülerini soymaya başladılar. Kara Murad Ağa, sanki Girit cenginde Venediklilerle dövüşüyormuş gibi, baş getirene bahşişler veriyordu” (s. 258). Bu vahşete Muslihiddin Ağa son veriyor.
Ağalara saltanatı 1651 yılında son buldu ve “1687 senesine kadar otuz altı yıl, padişahlarına kullukta itaat üzere oldular” (s. 272). Bu 36 yıl içinde en önemli dönem de, Köprülü Mehmet Paşa’nın “kısa fakat çok kanlı diktatörlüğü ve oğlu Sadrazam Fazıl Ahmet Paşa’nın uzun ve pek haşmetli devri” oldu (s. 272). Bu dönemde sınırlar, Lehistan’dan Podolya, Venedik’ten de Girit alınarak, Kanuni devrindekini dahi aştı. Arkadan da, 1683’te, Viyana kapılarında ağır bir hezimet geldi.
Bizde Avcı Mehmet adı verilen Sultan IV. Mehmet, Koçu’ya göre “Osmanoğulları arasında padişahlığın dilediği gibi tadını tatmış tek sima olmuştur. Devlet işlerini önce baba, sonra oğul Köprülülere emanet etmiş, sadece kadınlarını düşünmüş ve bir mecnun gibi av peşinde dolaşmıştır. Zamanında Osmanlı Sarayı “Şarkkâri lüks ve sefahatin meşheri olmuştur”. (s. 272). Ne var ki Viyana bozgunundan sonra durum değişti. Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın Belgrad’da idamından sonra iktidar yine ehliyetsizlerin eline geçmiş ve ülkede güven kalmamıştı. Yeni zorbalar ortaya çıktı ve İstanbul’da dalga dalga ayaklanmalar oldu. Budin’in kaybından sonra özellikle Serdar ve Sadrazam Süleyman Paşa hedef tahtasına konulmuştu. Ulufelerini alamadıkları için defterdar da düşman sayılıyordu. Yeniçeriler ve sipahiler bu kez zorbalarını (altı kişi) kendileri tayin ettiler. İsyan Eylül 1687’de Varadin menzilinde başlamıştı; Kasım ayında da, Süleyman Paşa ve defterdarın katlinden sonra, Sultan tahtından indirilerek yerine kardeşi III. Süleyman getirildi. Yedi yaşında kafese tıkılmış, tam kırk yıl gün yüzü görmemişti. Onun döneminde “devlet eşkıyaya teslim oldu”. Fakat zorbalık ve yağmacılık giderek İstanbul halkını o kadar bezdirdi ki, sonunda esnaf da ayaklandı. Dükkânı yağmalanan ve kendini kaybeden bir esnaf “bir kepenk sırığının ucuna bir beyaz çevre” bağlamış ve “bu eşkıyadan intikam almak isteyen ve ümmet-i Muhammed’den olan bu sancak altına gelsin!” diye bir nara atmış ve kısa sürede binlerce insan orada toplanmıştı. Saray-ı Hümayun’un yolu tutuldu ve saraya varıldığında on bin kişi olmuşlardı. İlerleyen saatlerde bu sayı yirmi bine çıktı. Bu arada Sultan’a da cesaret gelmiş, Sadrazam Siyavuş Paşa’yı azlederek (gerçek) Sancak-ı Şerif’i çıkarmıştı. Sadrazam mührünü alan Şeyhülislam Feyzullah Efendi de, onu asilerin dilediği kimseye vermek üzere Ağakapısı’na gelmiş ve ağaların elinde tutsak olmuştu. Bu arada Saray’da da yeni bir hükümet kurulmuş, Nişancı İsmail Paşa sadrazam olmuş, Feyzullah Efendi de şeyhülislamlıktan azledilmişti. Ağakapısı’ndaki ağalardan bazıları da Sancak altına gitme kararı aldılar. Sonunda isyan bastırıldı ve büyük bir intikam dönemi başladı. Zorbabaşılar yakalanmış ve katledilmişti. Bunlardan başka “bir hafta on gün içinde idam edilen yeniçeri ve sipahilerin sayısı dört yüzü buldu; bu yeniçeri ihtilali de böylece kapandı” (s. 288). Yazar “bir ibret levhası” olarak da şunu ekliyor: 8 Mart 1688 gecesi Balıkpazarı kapısı dışında bir yangın çıkmış ve sur içine yayılmıştı. Yeniçeriler “Sancak-ı Şerif’i çıkarıp kulu kırmak hoş mu idi? Ko yansın şehirli keferesi!” diyerek aldırış etmediler. Ve yangında 1500 ev ve 500 dükkan “yeniçeri ihaneti yüzünden yandı” denir!? (s. 288).
Yazar daha sonra da “1703 Edirne Vakası”nı anlatıyor.
III. Sultan Süleyman (ilki Yıldırım Beyazıt’ın oğlu Emir Süleyman) 1691’de, yerine geçen kardeşi Sultan II. Ahmet de 1695’te öldü ve tahta II. Mustafa geçti. IV. Mehmet’in oğlu olan II. babası gibi av ve eğlence düşkünüydü ve devler ricali ile birlikte Edirne’ye yerleşmişti. Sultan tamamen hocası Feyzullah Efendi’nin etkisi altındaydı ve İstanbul bir kaymakam paşanın eline bırakılmıştı. Feyzullah Hoca yakınlarını devletin en üst kademelerine yerleştirmişti ve o da –İstanbul kadısı gibi- Feyzullah’ın damadıydı. İmparatorluğun ilk taksimi olan Karlofça Anlaşması da bunlar zamanında imzalandı. Bu anlaşmaya göre Temeşvar hariç tüm Macaristan, Avusturya’ya; Podolya Lehistan’a; Rusya Azak kalesi ve havalisini; Venedik de Mora’yı almışlardı. İzleyen yıllarda İstanbul’da büyük bir umutsuzluk ve huzursuzluk vardı. On altı yıl önceki 1687 yılında yapılan saray ve konak yağmaları askerler arasında kahramanlık menkıbeleri olarak anlatılıyordu. Yeni bir ihtilal kıvılcımını da bu koşullarda, yine Feyzullah Efendi sayesinde sadrazam olan Rami Mehmet Paşa yaktı. Bu Paşa sadık bendelerinden İbrahim Ağa’yı cebecibaşı yaptı ve İstanbul’a yolladı. Ağa da orada Gürcistan seferine memur edilmiş 200 kadar cebeci ile Ayasofya civarındaki bir kışlada gizli bir toplantı yaptı. Bunlar ertesi sabah da kışlalarını terk ederek “ulufemizi isteriz!” haykırışları ile ayaklanmayı başlattılar. Başlangıçta isteklerini sulh içinde elde etmek için Kaymakam Paşa’nın sarayına gitmiş ve maruzatlarını bildirmişlerdi. Ne var ki hakaretle karşılandılar ve açılan ateşle de bir cebeci öldü. Öfke artmış, hareket böylece kanlı bir şekle bürünmüştü. Kaymakam Abdullah Paşa’nın sarayı basılarak yağma edildi ve hapishaneler açılıp tüm mahkûmlar da serbest bırakıldı. Feyzullah Efendi’den nefret eden tüm ulema da isyancılardan yanaydı. Son anda Sultan’ın Edirne’den gönderdiği askerler de isyancılara katıldılar. Bu koşullarda ayaklanma da zafer ile sonuçlandı ve İstanbul’daki devlet ricali birer birer yakalanarak öldürüldüler. Feyzullah Efendi de sığınmış olduğu Varna’dan Edirne’ye getirildi; hakkında idam kararı çıktı ve bitpazarında feci bir şekilde katledildi. R. E. Koçu, bütün bu olayları yine vakanüvis gözüyle ve ayaklananları vahşi hayvanlar gibi sunarak naklediyor.
1703 ihtilaliyle –kendisi de bir ihtilalle gidecek olan- III. Ahmet tahta geçmiş, yeni bir dönem başlamıştı..
Koçu, Nizam-ı Cedid’in kuruluşuna giden gelişmeleri daha çok Cevdet Paşa tarihine dayanarak anlatıyor.
18. yüzyıl sonlarında yeniçerilerin hemen hepsi Türktü, “içlerinde devşirme nesli hemen yok olmuş gibidir” (s. 328). Askeri güçleri de artık sıfırdı. İstanbul’dan parlak bir ordu alayı ile çıkan yeniçerilerin dörtte üçü ilk konak yeri olan Davutpaşa ordugâhından daha o akşam kaçarak şehre, işlerinin başına dönüyorlardı. Odabaşı da yüz kişiden kaçak yetmiş beşini mevcut gösterip, çorbacıya da bir pay ayırdıktan sonra kalanı cebine atıyordu. III. Selim 1793’te, bu koşullarda Levent Çiftliği’nde modern bir birlik (“talimli bir piyade askeri”) kurma kararı aldı. Başlangıçta yeniçerilikle ilgisi olmayan birkaç yüz kişi topladı ve kısa sürede iyi sonuçlar alındı. Bunların talimini büyük bir memnuniyetle izleyen Sultan, yeniçerilerde alınacak erlerle birliğin mevcudunu 12 bine çıkarmak istedi. Ne var ki, Cevdet paşa’nın deyimiyle, “(…) Yeniçeriler, Osmanlı Devleti memleketlerine kanser illeti gibi yayılmış, dal budak sarmıştı, şehir ve kasabalarda sabit, hiçbir şeyle çıkmaz leke gibi duruyorlardı; ocakları söndürülmezse, onların vücudu dururken başka bir asker ocağının kurulması imkânsızdı” (s. 329).
Yeniçeriler, kendilerinden yeni birlik için istenen on bin askere kayıtsız kaldılar. “Yok bu talim bize gelmez! Gâvur işidir!” demeye başladılar. Selimiye Kışlası’nın kurulmaya başlaması ile de kazan kaldırmağa karar verdiler. Buna “davul zurna ile gelen 1807 ihtilali” diyor Koçu.
Yazarın Kabakçı ayaklanması ile –aşağıda özetlediğim- ayrı bir kitabı olduğu için bu bahsi geçerek Vakayı Hayriye’ye geliyorum. Yazar bu kadar önemli bir olaya 364 sayfalık eserinde sadece on sayfa ayırmış ve olayı daha çok resmi görüş çerçevesinde yorumlamış. Bununla beraber, yeniçerileri karalamasına rağmen şunları da söylüyor: “(…) maalesef bu kalkınma yine o yaygın cehlin eseri o kirli ellere düştü; bir yandan bir güzel işin temeli atıldı, öbür yandan Nizam-ı Cedidciler hiç sıkılmadan, hiç utanıp arlanmadan çaldılar. Milletin katlandığı ağır vergilerin büyük kısmı üç beş devletlinin sefihane şatafatına harcandı” (s. 342).
II. Mahmut her şeye rağmen modern talimli bir ordu kararı verirken devlet ileri gelenleriyle konuşmuş, bunlardan sadece eski yeniçeri ağası Hüseyin Ağa, işe isyana öncülük edecek birkaç yüz kişinin yok edilmesi ile başlanmasını önermişti. Sultan bunu hakka ve adalete uygun bulmadı ve yeniçeri ağası Celaleddin Ağa vasıtasıyla ocak erkânından ve erler üzerinde nüfuz sahibi ocaklılardan yeni talimi kabul edeceklerine dair söz aldı. Sonra da 25 Mayıs 1826’da, Şeyhülislam konağında tüm devlet erkânının, ulemanın ve yeniçeri ileri gelenlerinin katıldığı bir toplantıda, “yeni silahlarla ve usullerle harp taliminin vacip olduğu” yolunda fetva verildi. Bu konuda düzenlenen hücceti toplantıya katılan herkes imzaladı, hatta bazı zabitler “kanımızla mühürleriz” diyerek isimlerini yazdılar (s. 352). Fakat ağalardan bir kısmı da Kapalıçarşı’da Kerpiç Hanı’nda bir odada toplanmış ihtilal kararı almışlardı. Bunu söyleyerek, Koçu, Cevdet Paşa’nın kanserin toptan yok edilmesi fikrine katılıyor! 25 Mayıs toplantısından sonra ne olduğunu hiç anlatmadan hemen 14-15 Haziran ayaklanmasına geçiyor!
R. E. Koçu, bu ayaklanmaya “dikkati çekecek kadar kasıtlı Bektaşilerin de adı karıştırılmıştır” diyerek Cevdet Paşa’yı (d. 1822) alıntılıyor. Müverrih Paşa’ya göre Etmeydanı’ndaki ayaklanmada bir kısım Bektaşi babaları “teberler ellerinde, zorbaları tahrik ve teşci” etmişler! (s. 355). Yine Paşa’ya göre Üsküdarlı bir meczup, Üsküdar mahkemesine giderek kadı naibine “Hacı Bektaş Veli’nin bugün öldüğünü” söylemiş ve bu kehanet de zafer işareti kabul edilmiş! (s. 355). Sadrazam Mehmet Selim Paşa ve Sultan Topkapı Sarayı’na gelerek herkesi Sancak-ı Şerif altında toplanmaya davet ediyorlar. İstanbul’da mevcut 3 500’den fazla medrese talebesi de kafileler halinde gelerek Sultan’ın kuvvetlerine katılıyorlar. Sultanahmet camii’nde bir harp meclisi kuruluyor ve başına Ağa Hüseyin Paşa ile Mehmet İzzet Paşa geçiyor. Bunlar “kendi sekbanları, topçu, kumbaracı, lağımcı ve kalyoncularla” Atmeydanı’ndan Etmeydanı’na doğru hareket ediyorlar. Arkalarından da medrese öğrencileri ve halktan katılanlar yürüyor. En önde de topçu süvari yüzbaşısı Karacehennem İbrahim Ağa iki top çektiriyor.
Bu heybetli manzarayı gören yeniçerilerden çoğu savaşmadan kaçıyor. Aksaray’da Etmeydanı’nda ve Yeni Odalar’da “zorbalıkta en azgın olanlarla bir takım baldırı çıplak amele, ırgat yeniçeri taslakçısı” kalıyor (s. 357). Sonra Yeni Ortalar denilen büyük kışla sarılıyor, kapısı top atışlarıyla kırılıyor ve kırım başlıyor. Sonra da Yeniçeri Ocağı ve onunla birlikte Bektaşi tekkeleri lağvediliyor..
Yazar Koçu’ya göre bu iş orada bitmeliydi. Ocak ortadan kalktıktan sonra savaşa katılmayıp kaçmış olanların zaten yapabilecekleri bir şey yoktu. Bunlar zaten bir umumi af bekliyorlardı. Oysa II. Mahmut bütün yeniçerileri ölüme mahkum etti, onlardan hala İstanbul’da olanlar da kaçıp canlarını kurtarma derdine düştüler. Çoğu Belgrad ormanlarına sığındı ve orada katledildiler. Yazar burada Miss Julia Pardoe’nin tanıklığına başvuruyor. II. Mahmut yeniçerilerin saklandıkları bütün ormanların yakılmasını emretmiş ve kaçanların vurulması için de etrafa nişancılar yerleştirmiş! (s. 359).
Yazar eserinin son sayfasında bu konuda hükümler veriyor. Ona göre “birtakım yalın ayaklı çapaçul, sefil ve perişan yeniçerinin ihtilal adı verilen nümayişi, Yeniçeri Ocağını kaldırmak için pek güzel bir sebep addedilmiş” ve bastırma olayı bir “imha, katliam” şekline dönüşmüştür. (s. 364). Yeniçerilik esnaflarla aşağı tabaka halk arasında çok yaygındı. “Yeniçeri” adı etrafında cadı kazanlarının kaynatılması masum halktan çok kimsenin de hayatına mal olmuştur. Yazar Tırnova’da, olaydan yedi sene sonra, halkın bir cadı türediğine inanarak, yeniçeri ağalarını mezardan çıkarıp yakmalarına dair Takvimi Vakayi’den bir haber naklediyor. II. Mahmud’a da “adli” sıfatını “yakıştıramadığını” söylüyor. Bu olayda aslında ezilen halk olmuş, “yeniçerilik ve Bektaşilik pek çok garazkâr kimsenin elinde pek çok namuslu adamın adına kara çalmak için bir damga oldu; ayaktakımından ise ‘yeniçeri’ dediler, içtimai mevki sahibi ise ‘Bektaşi’ dediler”. Devrin en seçkin hekim ve müverrihlerinden Şanizade Ataullah Efendi bile kendisini çekemeyen Hakimbaşı Behçet Efendi’nin iftirasına uğtadı ve sürgüne gönderildi. (s. 360). Olayların en ayrıntılı (!) öyküsünü de Üssi Zafer başlıklı eseriyle, “II. Mahmud’a hoş görünmekten başka bir şey düşünmeyen” Sahaflar Şeyhizade Esad Efendi yazdı. (s. 364).
— Kabakçı Mustafa; İstanbul, Doğan Kitap, 2016 (ilk baskı 1968).
Vakayinamelere dayanılarak roman şeklinde kaleme alınmış. “Karadeniz’in Boğazı kaleleri yamaklarının 1807 Mayısının 26. Salı günü Büyükdere Çayırı’nda kendilerine başbuğ seçtikleri” Kabakçı’nın kim olduğu bile doğru dürüst bilinmiyor; yazar, “hayatı koyu bir karanlık içindedir” diyor ve bu konuda 1904 veya 1905’te ölen Üsküdarlı bir halk şairinin 1894’te 104 yaşında ölen dedesinden duyduklarını anlatıyor. Buna göre Rizeliymiş, hep yöre adetlerine göre giyinirmiş; “demirden heykel” gibi heybetli bir adammış, “Kabak” Türkçede “ön, ileri” anlamına geldiği için Kabakçı da “öncü” anlamına geliyormuş vb. (s. 47). E. Z. Karal da “Osmanlı Tarihi”nde (c. 5, TTK, 1999, s. 81) hakkında hiçbir bilgi vermiyor.
İsyancılar “ehliyetsiz, liyakatsiz, cahil, mağrur ve haris bir zümre” (s.12), “şehir eşkıyası, hezele ve hayta güruhu” (s. 101) olarak sunuluyor.. Eserin yayınlandığı yıl olan 1968’de “şehir eşkıyası” Dev-Genç eylemcileri için kullanılıyordu. Koçu, buna rağmen ayaklanmaya neden olan iktisadi koşulları da çok iyi anlatıyor. III. Selim şair tabiatlı, ıslahatçı, yumuşak huylu, fakat korkak bir sultan olarak sunuluyor. Askeri reform ve 1793’te, saray ve kasırların muhafızlarından oluşturulan 1600 neferli Nizam-ı Cedid birliği Fransa ve İsveç’ten gelen subayların eğitimine teslim ediliyor (s. 17). Asıl itiraz buna. Sultan bu yüzden “Gâvur padişah!” lakabı kazanıyor. Yeniçeriler “Müslümanların şahbaz dilaver evlatlarının Frank kamçısı altında talimi ne evladır? Talim gâvur işidir!” diye karşı çıkıyorlar (s. 18). Çok kanlı aşamalardan geçen Mısır sorunu 1802’de kapanıyor ve izleyen yıllarda III. Selim Fransızların işgalinden sorumlu tutuluyor. Benli Halime adlı bir kızın bu konudaki “destan”ı “İstanbul’un ayaktakımının toplandığı kahvehane ve hanlarda yıllarca söyleniyor”: Son kıta şöyle: “Adımı sorarsan Benli Halime; Mevlam kail olur mu böyle zulüme; Bizden selam edin Sultan Selim’e; Taç ve tahtını terk et gel padişahım!”. (s. 20). Koçu, “irticaın temsili” olarak gördüğü Benli Halime’yi çok aşağılıyor. Fransa-İngiltere çatışması; General Sebastiani’nin gelişi; İngilizlerin Rusları devreye sokması vb.. Mısır’da Mehmet Ali, Sırbistan’da Kara Yorgi ayaklanmaları; İngiliz baskısı ile Osmanlı-Rus ittifakının yenilenmesi, fakat Rusların Rumenleri isyana teşviki ve yeni bir Rusya savaşının başlaması..
İngilizler Sebastiani’nin derhal kovulmasını istiyor ve bir donanma gönderiyorlar. Savunma hazırlığına Sebastiani memur ediliyor. Yeniçeriler ve halk İngiliz kuşatmasına şiddetle karşı: “İstanbullular tek vücut halinde bir celadet timsali kesildi (…) her din ve mezhepten, ihtiyarlara, küçücük oğlancıklara varıncaya toprak taşıdılar” (s. 24-25). Donanma (11 gemi) 1807’de demir alıyor!
Bu gelişmeler esnasında III. Selim bendegânı üzerinde bile otoritesini kaybetmişti, üstelik “dün geçim sıkıntısı çekerken bugün büyük servetle lüks içinde yaşayan Nizam-ı Cedid devletlilerinin bu servetlerini nereden bulduklarını düşünmüyordu” (s. 29). Yazar bu konuda Cevdet Tarihi’nden alıntı yapıyor: “Yaz gecelerindeki mehtap âlemleri III Ahmet zamanındaki Çırağan eğlencelerini kat kat aştı (…) Kâğıthane, Boğaziçi, Çamlıca mesireleri seyircilerle dolup taştı. Geceleri kayıklara binip hanendeler, sazendeler, kadeh keşide eden sakilerle mehtap seyrine gittiler; kış geceleri helva sohbetleri yapıldı. Padişah bu hallere hiç müdahalede bulunmadı. Rintler tarifesi şöyle dursun, nice eli öpülecek şeyh efendiler bile gül çehre sakiler elinden badeye el attılar” (s. 29). Nizam-ı Cedid’i finanse etmek için konulan vergiler (İrad-ı Cedid), Cevdet Paşa’ya göre “sanki bu adamların keseleri için konmuştu; yalnız kendileri de değil, uşakları, hademeleri bile sefihane yaşıyorlardı. (Kaynağı gayrımeşru) servet, sefahat yoluna dökülünce hayat pahalılaştı, geçim güçleşti, şikâyet sesleri yükseldi. O gafil devletlilerden kimi ‘Bizim de istediğimiz bu, halk kendi derdine düşsün, kulağını, gözünü, dilini bizden çeksin, kimi de ‘İstanbul zengin beldesidir; buraya fukara yakışık almaz!’ dedi” (s. 31).
Koçu, ayaklanmanın asıl tertipçileri olarak Ruslara karşı savaşmak için cepheye hareket eden sadrazam Ağa İbrahim Paşa’nın yerini alan sadaret kaymakamı Köse Musa Paşa ile şeyhülislam Ataullah Efendi’yi gösteriyor. Bu sırada yeniçeriler ve ağaları Pehlivan Ağa komutasında İstanbul’da değiller. Oysa İstanbul’da Selim’in İstanbul’u Ruslara sattığı, “ben yeniçeriyi Moskof’a kırdıcağım!” dediği yalanları yayılıyor (s. 32-33). İstanbul’da bulunan 12 bin Nizam-ı Cedid askeri ihtilali kolayca önleyebilecek iken, Köse Musa Sultanı aldatıyor. İşler büyüyünce de, Selim, çok kan döküleceği için “vur!” emri veremiyor. 2000 kadar Boğaz yamağı çıplak ayaklı laz uşağı “gavur elbisesi” giymek istemiyorlar. Onlara altınlar dağıtıldı, fakat para etmedi. Görevli subay topçu Halil Haseki’yi parçaladılar. “1807 irtica ihtilali de Patrona Vakası’ndan 77 yıl sonra yine çıplak ayaklı bir hezele güruhun kıyamı ve üç cinayetle (diğer ikisi Boğaz Nazırı Mahmud Efendi ve uşağı T.T.) başlamıştı” (s.141).
İhtilalciler Et Meydanı’na gelince herkesin dükkânını açmasını, kimsenin kılına dokunulmayacağı tellallarla ilan ettiler. Meydan doldu. Cevdet Paşa tarihinde olayı şöyle anlatıyor: “Tellallar çıkınca halka emniyet geldi; esnaftan ve ayaktakımından yeniçeri olanlar; Et Meydanı’na gitti; kadın ve çocuklar sokak ve çarşılarda dolaştılar. Et Meydanı’nda kalabalık durmadan arttı. Kimseye bir tecavüz ve kötülük olmadığı için meydan seyirci ve seyyar satıcı ile doldu” (s. 57).
İhtilalciler on bir kişilik bir idam defteri hazırlamışlardı. Koçu, kaynak göstermeden, “Defter aslında Köse Musa tarafından hazırlanmıştı ve gizlice Kabakçı’ya gönderilmişti” diyor (s. 58-59). Hepsi de (Saltanat Müsteşarı, Sır Katibi, İrad-ı Cedid defterdarı, Mabeyinci, Darphane Emini vb) Selim’e çok yakın kimselerdi. Sultan “Taht kaygısıyla celadete zilleti tercih ederek” bunları feda etmekte tereddüt etmedi. Şeyhülislam Ataullah Efendi hemen fetvayı verdi. Selim Sır kâtibi Ahmed Efendi’ye “kaçın, gizlenin; başınızın çaresini görün!” demişti. (s. 59-60). Hayatını kurtarmak için tahtı da IV. Mustafa’ya bırakmaya razı oldu.
İstanbul halkı on gün ihtilalcileri “buyur canım civanım, kahramanım!” diyerek yedirip içirdi. Fakat iş sonra yağmaya döndü. İdam edilenler müthiş bir servete sahiptiler.. Ayrıca “İstanbul’da ar, edep haya” ortadan kalkmıştı (s. 129). Bu sırada, ülke, Fransa baskısıyla Ruslarla mütareke halindeydi ve İstanbul’da durum buydu.
Yeniçeri ağası Pehlivan İbrahim Ağa’nın katli orduyu karıştırdı ve Alemdar Mustafa Paşa bu koşullarda İstanbul’a çağrıldı. Onun ve diyer ayanın Sultan Selim’e büyük bir saygısı vardı. Ordunun Edirne’den İstanbul’a gelmesinden iki gün önce, Alemdar, en yakınlarından Pınarhisar ayanı Uzun Haci Ali Efendi’yi kırk kadar silahlıyla, gizlice İstanbul’a yolladı. Amaç Rumelifeneri’nde Kabakçı’yı bir baskınla öldürmekti. Tam da o günlerde Kabakçı genç bir kızla evlenmişti ve “Kabakçı’nın düğünü alealade bir köy delikanlısının düğününden farklı olmadı” (s. 135) 13-14 Temmuz gecesi de bir baskınla öldürüldü. Amaç İstanbul’da dehşet yaratmak ve hareketi bastırmaktı. Koçu, hiçbir kaynak göstermeden, “Kabakçı Mustafa’nın altın ve mücevher, asla küçümsenmeyecek bir servete sahip olduğu muhakkaktır” diyor. (s. 141).
Kabakçı’nın ölümü üzerine ağıtlar yazılıyor. Nasıl Benli Halime’nin destanı Kabakçı ihtilalinin destanı olduysa, Kabakçı’nın ölümü üzerine yazılan ağıt-türkü de “Alemdar’a karşı hazırlanacak yeni bir ihtilalin kundağıdır” denilebilir. Bir kıta: “Cümle yoldaşların kaşları çatık; gövdesi döşekte boş durur yastık; eller başı alır gider de, aman; palalar kınında durur mu artık?” (s. 144).
— Osmanlı Padişahları; İstanbul, Doğan Kitap, 2003 (6. Baskı).
— Fatih Sultan Mehmet; İstanbul, Doğan Kitap, 2002.
— Tarihimizde Garip Vakalar; İstanbul, Doğan Kitapçılık AŞ, 2004. (İlk baskı 1952, Varlık yayınları).
Eser garip ve şaşırtıcı olay ve adetlerle dolu. İlk anlatı da “Dalkavuklar” başlığını taşıyor: İlk kısmını olduğu gibi alıntılıyorum:
“Bugün dalkavukluk bir ruh ve tıynet meselesidir; iş, meslek olmaktan çıkmıştır. Tanzimattan evvelki devirde ise, dalkavuklar kâhyaları, nizamnameleri ve narhları olan bir esnaf zümresi idi. Topkapı Sarayı arşivinde I. Mahmut devrine ait, kime hitap ettiği belli olmayan bir arzuhal bulunmuştur ki, bugünkü yazı dilimize çevrilmiş suret şudur:
“Devletli, inayetli, merhametli efendim,
Kimsesiz dalkavuk kullarınızın arzuhalidir: her sene Ramazanı Şerif geldiğinde, İstanbul’da, davetli davetsiz iftarlara gideriz; ulemanın, ricali devletin ve sair büyüklerin, mevki sahiplerinin sofralarında çeşitli nefis yemekler; şerbetler, türlü türlü reçeller, tavuk göğüsleri, elmaspareler, helvalar, kaymaklı baklavalar, ekmek kadayıfları, süzme aşureler, hoşaflar yer ve içeriz; üstüne göbek tütünü ve kahve ile ikram görürüz. Lakin içimizde bazı terbiyesizler bulunup edebe uymayan hareket ve tavırlarıyla velinimetlerimiz efendilerimizi gücendirmekte, zararı da hepimize dokunmaktadır. Dalkavukluk sağlam bir nizama bağlanmazsa cümlemizin açlıktan öleceğimiz aşikârdır. Kadim nizam ve kanuna göre yeniden bir nizama bağlanmasını, uygunsuzların içimizden tard edilmesini, tavır ve hareketleri hepimizin makbulü olan Şakir Ağa’nın cümlemize kâhya tayin olunmasını ve eline memuriyetini bildiren bir kıta ruhsatname ihsan buyrulmasını niyaz ederiz. Emir ve ferman devletli, inayetli efendim Sultanım hazretlerinindir.
Dalkavuk kulları”. Koçu, belgeyi böylece alıntıladıktan sonra da şöyle devam ediyor:
“Bu kıymetli vesikanın altına şu şayanı dikkat satırlar yazılmıştır:
‘Dalkavuklar kibar ve rical huzuruna girdiklerinde etek öperler. Oturacakları yer tırabzan yanındaki küçük minderdir. Vazifeleri, hane sahibi olan zatın mizaç ve tabiatına uygun şekilde konuşmak, meclise neşe vermek, keder verici sözlerden zikri müstekreh tabirlerden ve küfürlerden gayetle sakınmaktır. Hane sahibi ne söylerse fevkalade yardakçılıkla tasdik edecekler ve asla aykırısında söz söylemeyeceklerdir. Verilen ihsanı gizlice alacaklardır, verilen paranın çokluğuyla meslektaşları arasında öğünmeyeceklerdir”.
Yine bu vesikada bulunan bir “dalkavuk narhı”ndan, dalkavukluğu sadece sözle bir velinimete yardakçılık olmadığını öğreniyoruz. Dalkavuk vücudunu da eğlence alet yapmış bir zavallı, bir biçaredir; hatta dalkavukluk tehlikeli meslektir. Yapılacak çeşitli eğlencelere göre dalkavuklara konulacak narh da şudur: (uzatmamak için bazı maddeleri almıyorum): (Dalkavuğun burnuna fiske vurma (fiske başına) 20 para; başına kabak vurma: 30 para; yüzünü tokatlama (tokat başına): 30 para; oturduğu minderden ve setten aşağı yuvarlama: 30 para; merdivenden aşağı yuvarlama: 180 para (Bir yeri incinir, kırılırsa tedavi ve cerrah parasını latife eden verir); yüzüne mürekkep ve kömürle kara sürme: 37 para; kuyruğu dışarda kalmamak üzere bir fındık sıçanını ağzının içine kapatma: 400 para; bir tarafının üzengisi olmayarak haşarıca bir hayvana bindirilip temaşasından hoşlanılırsa: 300 para..