BOSTAN, İDRİS; Osmanlılar ve Deniz; Deniz Politikaları, Teşkilat, Gemiler; İstanbul, Küre Yayınları, 2017.
Osmanlı Beyliği Karasi beyliğini sınırlarına kattıktan (1347-48) sonra denizci bir devlet olamaya yöneldi. Sonra da Gemlik, Karamürsel, özellikle de İzmit’te tersaneler kurdu. Fakat asıl gelişme Gelibolu’nun alınması (1354) ile gerçekleşti. Rumeli’ye yerleştikten sonra Çanakkale Boğazı’nı kontrol olanağı doğmuştu. Yıldırım Bayezid 1390 yılında Saruca Paşa’yı kapudanı Derya yaparak Gelibolu’yu tamir ve inşa ettirdi. Böylece Gelibolu üç sıra kürekli kadırgaların barınmasına elverişli limanı, sahildeki çeşmeleri, peksimet fırınları ve baruthanesi ile tam teşekküllü bir tersane şeklini aldı. (s. 15).
Osmanlılar iki büyük Akdeniz gücü olan Cenevizlilerle dostane, Venediklilerle düşmanca ilişkiler sürüyordu. 1416 Osmanlı-Venedik sanaşında ücretle görev yapan denizcilerden çoğu başta Cenevizliler olmak üzere Latinlerdi. Buna karşıulık Venediklilerden de gemi inşaatçılığında yararlanılıyordu. (s. 16-17).
II. Mehmet İstanbul’u fetih hazırlıklarına başlayınca önce Anadolu Hisarı’nı tamir ettirdi; sonra da karşısına Rumeli Hisarı’nı (Boğazkesen) yaptırdı. Amaç, Karadeniz’e girişi kontrol altına almaktı. Ayrıca Gelibolu tersanesi yeniden tahkim edildi ve –İstanbul’un fethinde ciddi bir rol üstlenmemiş olsalar da- irili ufaklı 300-350 gemiden oluşan bir donanma vücuda getirdi. 1463-1479 arasında 13 yıl süren Venedik savaşları cereyan etti.
Fatih’in son yılları Batı Akdeniz’e açılma çabalarıyla geçti. Bu yönde başarılı adımlar atıulmış, 1480’de Gedik Ahmet Paşa Otranto’yu almıştı. Amaç Roma’yı da ele geçirmekti. Fakat Fatih ölünce Gedik Ahmet merkeze çağrıldı. (s. 19).
Osmanlı denizciliği II Bayezid zamanında da gelişti. Venedik, Ceneviz ve İspanyol gemiciliği incelenerek teknolojide ilerlemeler kaydedildi. Özellikle Venedik gemileri tarzında çekdiri ve kalyonlar, İspanyol tarzı “göke”ler inşa edildi. Kadırga ve kalyon arası iki katlı yelkenli bir gemi çeşidi olan “göke”lerden iki adet yapılarak bunlar Kemal ve Barak reislerin emrine verildi.
15 yüzyılın ikinci yarısında Akdeniz’de iki büyük güç ortaya çıktı: Osmanlı İmparatorluğu ve Portekiz. Bunlar –özellikle Mısır’ın fethinden sonra- Endülüs’te ve Basra körfezinde karşı karşıya geldiler. Endülüs’te kırıma uğrayan Müslümanların (Moriskolar) çağrısı söz konusuydu. Aynı yüzyılın sonlarında Akdeniz korsanların da yatağı haline gelmişti. Aynı yüzyılın sonlarında Akdeniz korsanların da yatağı haline gelmişti. Yazar korsanlık bugün anlaşıldığı gibi değildi, diyor. Bunların cihad ve gaza ilkelerine göre hareket eden, “İslam hukukuna göre inanç savaşı yapan” Müslümanlar olduğunu söylüyor. (s. 23-24). Bunlardan Kemal Reis ve Barbaros Hayreddin gibi en önde gelenleri devlet hizmetine girdiler.
İstanbul alındıktan sonra Fatih, Haliç, Hasköy tarafında bir tersane yaptırmaya başlamıştı. Böylece birkaç göz, cami ve divanhaneden ibaret ilk tersane kurulmuş oldu. Sonra bu hep geliştirildi. Yavuz Selim zamanında ise bunun Galata’dan Kağıthane’ye kadar uzatılmasına ve onlarca gemi inşaat tezgahı kurulmasına önem verildi. (s. 27). Selim, ünlü bilgin Kemal Paşazade’ye “Tersaneyi üç yüz adet yapmak isterim. Ta Hisar’dan Kağtkane’ye dek olması gerektir ve böyle olması münasiptir. İnşallah niyetim fethi efrencedir” demişti. O ise yanıtında “Padişahım, siz bir şehirde mukimsiniz ki onun velinimeti bahirdir ve bahir fetih olmayınca, gemi gelmeyince İstanbul mamur olmaz” demişti. (s. 28). Gelişme Kanuni ve II. Selim zamanında da devam etti. “Bu dönemde Azap Kapısı’ndan Hasköy’e kadar uzanan tersanenin müştemilatı arasında gemi inşa ve tamirlerinin yapıldığı, sayıları 200 civarında olan gözler, çeşitli mühimmat depoları, imalat kârhaneleri, idare binaları, cami, zindan, hamam ve çeşmeler yer almaktaydı” (s. 29). Bu haliyle Galata Tersanesi (Tersane-i Amire), 16. Yüzyılda Venedik Tersanesi ile birlikte dönemin en büyük tersanelerinden biri haline geldi. Osmanlı padişahları içinde denizin rolünü en çok anlayan Kanuni Süleyman olmuştur. Akdeniz ve Hint Okyanusu onun iki kavga alanıydı. Akdeniz’de korsanlık yapan ve “Cezayir Sultanı” olarak anılan Barbaros Hayreddin Paşa, 1533’te Kanuni’nin daveti üzerine Dersaadet’e geldi ve ilk deniz beylerbeyi (“Derya Beylerbeyi”) oldu. (s. 31). Onun komutasında Haçlı donanmasına (Andrea Doria) karşı Preveze Savaşı (1538) kazanıldı ve Akdeniz’de egemenlik kuruldu. Haçlı gemileri daha fazlaydı; fakat Osmanlıların uzun menzilli topları sonuç almada daha etkili oldu. Ayrıca Barbaros, manevra kabiliyeti daha yüksek olduğu için kürekle çekilen kadırgaları tercih ediyordu.
Osmanlı donanması 1543’te de Nice’e kadar uzandı ve şehri ele geçirdi. Daha sonra da Toulon’a gelerek Ceneviz’de esir bulunan Turgut Reis’i kurtardı (s. 33). Buna karşılık Rodos’un alınmasından sonra St Jean şövalyelerinin sığındığı Malta adası kuşatıldı ise de alınamadı. Malta adası korsanlıkla esir alınan binlerce Müslüman kölenin inşaatlarda çalıştırıldığı bir esir kampına dönüşmüştü.
Kıbrıs ise 1571’de fethedildi. Bu sefere, Sokullu Mehmed Paşa’nın itirazlarına rağmen, II. Selim ve bazı devlet adamları isteği üzerine ve Şeyhülislam Ebussud Efendi’nin fetvasıyla karar verilmişti. (s. 37).
Fakat birkaç ay sonra, Ekim 1571’de Don Juan komutasındaki Haçlı ordusuna İnebahtı (Lepante) hezimeti (20 bin ölü, 190 gemi kaybı) bir dönüm noktası teşkil etti. Bu yenilgi ile “15. Yüzyıldan beri Hıristiyan Avrupa’da var olan Türklerin yenilmezliği efsanesi yıkılmış oldu” (s. 41). Bununla beraber izleyen beş altı ay içinde 134 yeni gemi inşa edildi ve 13 Haziran 1572’de 250 kadırga ve 300 civarında gönüllü reisin çekdirilerinden oluşan Osmanlı donanması, Kılıç Ali komutasında Akdeniz’e açıldı. (s. 41).
Osmanlı tersanesinde 17. Yüzyılda da çok sayıda (kürekli ya da yelkenli) gemi inşa edilmeye devam edildi. Yazar “bir fikir vermek için” toplam “1200 civarında” diyor (s. 43). “Her donanmanın sefere çıkışında binlerce kürekçinin hazır hale getirilmesi ve onların ihtiyacı olan gıda malzemesinin temini ayrı bir organizasyonu gerektirmekteydi” (s. 43).
Kalyonlar İspanyol kökenliydi; fakat Hollanda ve İngiltere tarafından geliştirildi. İngilizler daha 17 yüzyıl başlarında kalyonu tercih etmiş ve bu yeni gemileri geliştirmeye başlamışlardı. Venedik Tersanesi’nde de kalyon inşası 17. yüzyılın ikinci yarısında başladı. Osmanlı gemiciliği ise üç aşamada gelişti. 1) Kuruluştan 17. yüzyılın ikinci yarısına kadar kürekli gemiler (kadırga ve çekdiri); 2) buradan 19 yüzyıl ortalarına kadar yelkenli gemiler; 3) daha sonra da buharlı gemiler.
1645-1669 arası yaklaşık 25 yıl süren Girit Savaşı Osmanlı denizciliğinde bir dönüm noktası teşkil etti. İngiltere’den kalyonlar kiralayan Venedik bu savaşta zaman zaman Osmanlı donanmasını Çanakkale Boğazı’na hapsetmişti (s. 50, 55). Kadırgadan kalyona geçilirken, devlet erkânı bir de meşveret yaptı ve 1648’de kalyona geçilmesine karar verildi. (s. 51. Kâtip Çelebi; Tuhfetü’l Kibar). Görüşmelerde Kâtip Çelebi kendi eğiliminin kadırgadan yana olduğunu söylemiş, fakat kalyon yapılacaksa ek olarak buna uygun denizci ve topçuların da yetiştirilmesi gereğine işaret etmiştir. (s. 55). Girit Savaşı’nda kalyon kullanma becerisi ve eğitimli denizciler yokluğunda fazla başarılı olunmamıştı. Bu yüzden tekrar kadırga lehine rüzgarlar esmeye başladı. Sultan IV. Mehmet’in de katıldığı bir Şura Meclisi’nde kadırga savunulmuştu. Kâtip Çelebi, Karaçelebizade ve Silahdar da bu kanıdaydılar. Sonunda Sadrazam Fazıl Ahmet Paşa, 1661’de, kadırgalara dönülmesini emretti (s. 57). Tekrar ve bu kez kesin olarak kalyona dönüş 1682 yılında olacaktır. Bu tarihte Sadrazam Merzifonlu Kara Mustafa Paşa ve Kapudan-ı Derya Bozoklu Mustafa Paşa’nın emriyle (biri 41, diğerleri 38 m.) on kalyon inşasına karar verildi. (s. 59).
Osmanlı denizciliği 1701 Bahriye kanunnamesi ile yeniden düzenlendi. Hazırlanmasında en önemli rolü Kapudan-ı Derya Mezemorta Hüseyin Paşa idi. Bu usta denizci 1695, 96 yıllarında Venedik donanmasını üç kez mağlup etmişti. Yeni Kanunname’de donanmada ancak denizcilikten gelmiş kimselerin kullanılacağını öngörülüyor, kalyon sayısını da en az 40 olarak belirliyordu.
18. yüzyıl başlarında Osmanlı Devleti, III. Ahmet döneminde toparlanma dönemine girdi. Bu yüzyılda iki cephede savaşmak zorundaydı: Venedik ve Rusya.
Rusya, Karlofça Anlaşması ile Azak’ta donanma bulundurma hakkı kazanmıştı. Bu, Osmanlıların Karadeniz hâkimiyeti için büyük bir tehditti; fakat uzun sürmedi. 1711’de Kapudan-ı Derya Mehmed Paşa irili ufaklı 300 gemiyle Karadeniz’e açılıyor, karada da Ruslar Prut’da yenilerek Azak yeniden alınıyordu. 1736-1739 Rus savaşında Rusların Azak’ı yeniden kuşatmaları üzerine donanma tekrar harekete geçti ve Rusları kovdu. 1739 Belgrad Anlaşmasına göre Ruslar artık Azak ve Karadeniz’de donanma bulunduramayacaktı. Ne var ki 31 yıl sonra Ruslar, Çeşme’de Osmanlı donanmasını gafil avlayarak yaktılar (1770) ve bu da Osmanlıların İnebahtı’dan sonra denizlerdeki ikinci büyük felaketini teşkil etti. (s. 65). Fakat bu felaket Osmanlı Devleti’nde denizciliğin modernleşmesi için de bir ikaz oldu. Bu konuda Batılı gemi mühendislerinden (Fransız, İngiliz, Hollanda) yararlanma ve bunları devlet hizmetinde kullanma yoluna gidildi ve daha çok da Cezayirli Gazi Hasan Paşa’nın Kapudan-ı Deryalığı sırasında (1774-1789) Fransa ile temasa geçildi. 1770-1784 yılları İstanbul’a gelip incelemeler yapan M. Bonneval’ın raporu çok öğretici oldu. Raporda gemi teknolojisinin geriliği ve kaptanların tecrübesizliği vurgulanıyordu. 1784’te de biri mimar beş kişilik bir Fransız heyeti geldi ve yeni tip bir kalyon inşasına başlandı. 1793’te gelen gemi mimarı Brun ise denizciliğin gelişmesinde çok önemli bir rol oynadı.
1775’te Hendesehane adı altında bir mühendis mektebi açıldı. Bundan III. Selim zamanında iki dal mühendishane (Bahriye ve Berriye) çıktı. Ne var ki Napolyon Bonapart’ın Mısır seferi Fransız dostluğunu bozdu. Buna karşı bu kez İngiltere’ye dönüldü. Zaten Doğu Akdeniz’deki Nelson komutasındaki İngiliz donanması harekete geçmiş ve Fransız donanmasını imha etmişti. Onun himayesinde Osmanlılar da karaya çıkıp Ebu Hur’u (Ebu kir – Abukir), sonra da İngilizlerle beraber İskenderiye’yi aldılar. Bir minnet işareti olarak İngiliz komutan Sydney Smith saraya davet edildi ve 14 Ocak 1799’da padişah tarafından kabul edilerek, ona İngiltere adına on sürat topu ile üç ambarlı bir kalyon modeli sundu (s. 73). III. Selim zamanında Osmanlı denizciliği çok gelişti ve II. Mahmut döneminde de “Osmanlı tersaneleri dönemin en büyük gemilerini inşa etmek suretiyle haklı bir şöhrete kavuştular” (s. 73). Oysa en büyük felakete de yine II. Mahmut zamanında uğrandı. Osmanlılara Yunan bağımsızlığını empoze etmek için Ruslar ve İngilizler aralarında anlaşarak önce Mora’yı kuşattılar ve sonra da 1827’de Navarin’de demirli bulanan Osmanlı donanmasını imha ettiler. Osmanlılar bu baskında elli iki gemi ve 6000 denizci kaybetmişlerdi (s. 74).
Osmanlı Deniz Organizasyonu: Osmanlı denizciliği üç bölüm halinde örgütlenmişti. Donanma ricali; tersane ricali ve tersane halkı.
Ricalin tepesinde kapudan paşa bulunuyordu. Kapudan Paşa başlangıçta sancak beyi statüsünde iken, Barbaros Hayreddin Paşa’nın Osmanlı hizmetine girerek beylerbeyi (Cezayir-i Bahr-i Sefid) olması üzerine 1534’te mirmirâni derya, yani derya beylerbeyi oldu. Ona bağlı sancakların beyleri de derya beyi unvanı ile anılmaya başladılar. Kapudan Paşa tabiri ilk kez 1551 tarihinde Sinan Paşa için kullanılmış; 18. yüzyılda ise Kapudan-ı Derya sıfatı yaygın bir şekilde kullanılmaya başlanmış. (s. 78).
Donanma ricalinin diğer önemli unsurları da derya beyleri ve tersane kethüdası. Bunlardan derya beyi unvanının ortaya çıkış tarihi kesin olarak bilinmiyor. Büyük bir olasılıkla bu sıfat başlangıçta donanma kumandanı olan Gelibolu sancak beyi için kullanılıyordu. İlk kurulduğunda Gelibolu’nun yanı sıra Midilli, Eğriboz ve Rodos sancakları da vardı; sonra sayıları arttı. 17. yüzyıl başlarında sancak sayısı 13’e ulaştı. Kâtip Çelebi ise bey gemilerinin mevcudunu 20 olarak veriyor. (s 85).
Derya beyleri kendi sancaklarındaki tımar ve zeamet sahipleriyle birlikte, dirliklerine göre tayin edilen sayıda kadırga ile sefer katılırlardı.
Donanma ricalinde hiyerarşide kapudan-ı deryadan sonra tersane kethüdası geliyordu. Kethüda, donanma tersanede iken Tersane’nin birinci hakimi olup, kadırgalardaki kaptan ve mürettebata hükmeder, inzibat ve disiplini temin ederdi. Ayrıca Galata’da denizcilikle ilgili alışverişin narhını da tanzim ederdi. (s. 87). Kapudan Paşa ile birlikte seferlere katılır, kapudanın katılmadığı seferlere de kumandanlık yapardı.
Tersane ricali ise donanma tersanede bulunduğu sıralarda gemilerin inşa, tamir ve bakım işleriyle uğraşan kimselerden oluşurdu. Tersane emini ve maiyeti, tersane ağası ve din görevlileri bunlar arasındaydı. Tersane emini, tersane ve gemilerin gelir ve giderleriyle uğraşıyordu. Ayrıca inşa, alım-satım işleri ve mühimmat sağlama da onun görevleri arasındaydı. Her şey (alım-satım, ücretler vb) tersane muhasebe defterlerinde kayıt ediliyordu. Yazar tespit edilen ilk Tersane Muhasebe Defteri’nin 1527-1528 tarihli olduğunu yazıyor. (s. 89).
Tersane halkı gemi kaptanları, azap ve Azap reisleri, gemi zanaatkârları (inşa ve tamir işlerinde çalışanlar: neccar, kalafatçı, haddad, makaracı, meremmetçi, kumbaracı, üstüpücü, vardiyan vb), gemi hizmetlileri (kürekçi ve alatçılar) ve savaşçılardan (kapıkulu askerleri, tımarlı sipahiler, topçular, cebeciler, levendler) oluşuyordu. 16 yüzyılın ilk yarısında 1800 kadar olan tersane halkının sayısı 1547’de 2652’ye çıkmıştı; İnebahtı Savaşı sırasında (1571) ise 2385 kadardı. (s. 93).
Kürekçiler ya avarız (bir örfi vergi) karşılığı reaya veya esnaftan, ya da köle ve esirlerden toplanıyordu. Avarız kürekçileri (Ocaklık kürekçi) avarızhane kayıtlarına göre toplanıyordu. Girit Savaşı başladıktan sonra, 1648’de, sayıları 125 bine ulaşmıştı.İstanbul’daki meyhaneci, bozacı, peremeci ve hamal esnafı ile Rum, Ermeni ve Yahudi cemaatlerinden de Ocaklık kürekçi temin ediliyordu. (s. 100-104). Gemideki savaşçıları ise tımarlı sipahiler, kapıkulu askerleri (yeniçeriler), topçular, cebecileri levendler teşkil ediyordu. Bunlardan zaim ve tımarlı sipahiler, bağlı oldukları sancak beyleri ile iki, üç kadırga donatarak savaşa katılırlardı. 17. Yüzyıl başlarında kapudan-ı derya eyaletindeki (Cezayir-i Bahr-ı Sefid) on sancakta 126’sı zeamet ve 1492’si tımar sahibi olmak üzere on sekiz kılıç vardı. Bunlar cebelileriyle beraber donanmaya 4 500 asker sağlıyordu. (s. 107). Girit Savaşı devam ederken (1650’de) donanmaya katılan yeniçeri sayısı ise 3995 olarak tespit edilmişti (s. 109). Donanma hem Karadeniz’e hem Akdeniz’e açıldığı için iki donanmada da yeniçeriler vardı. Tabii bunlardan daha önemlisi olan Akdeniz donanmasında daha fazla yeniçeri vardı. Levendler de donanmaya deniz piyadesi olarak katılıyorlardı. Savaş gücü olma dışında, gemide disiplini sağlamada da rolleri büyüktü.Uzak mesafeden tüfeklerle, gemiler birbirine yaklaşınca da kılıç ve palalarla savaşarak neticede etkili oluyorlardı. (s. 111). 16. Yüzyılda her gemide 150 levend bulunmak zorundaydı; fakat giderek sayıları gemi tipine ve büyüklüğüne göre değişmeye başladı.
Gemicilerin yiyeceği esas itibariyle peksimet idi. Ayrıca gemilerde bol miktarda da su bulunduruluyordu. Peksimet, İstanbul’da ve sefer yapılan yere yakın bölgelerde (Gelibolu, Lapseki, Burgos, Çatalca, Yenişehir, Tırhala vb) pişiriliyordu. Yapıldıkları buğdayın kalitesine göre peksimet çeşitleri vardı: Peksimed-i has”, “peksimed-i kara” gibi.. Savaşçılara giyecek olarak da aba, kebe, gömlek ve ayakkabı veriliyordu..