AKSAN, VİRGİNİA

AKSAN, VİRGİNİA; Ahmed Resmi Efendi 1700-1783; İstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1997

(ilk Baskı Leiden, 1995).

Yazarın doktora tezi. Önsözünde, bu çalışmaya başlarken “Osmanlı İmparatorluğu’nun özellikle 18. yüzyıl tarihi büyük ve beyaz, boş bir sayfaydı” diyor. Bu dönemle ilgili incelemelerin artmasıyla, Osmanlı Devleti’nin uzun ömrünün “Ahmed Resmi Efendi gibi devlet adamlarının ısrarlı sadakat, ilgi ve çabaları” olduğu ortaya çıktı. (s. v). Eser, Osmanlı arşivleri de dahil çok zengin bir kaynakçaya dayanıyor.

Yazar Osmanlı tarih yazıcılığında biyografya yazmanın zorluğuna, bu konudaki kaynak kıtlığına dikkati çekiyor. Bu husus tabii Resmi Efendi için de geçerli. Doğum tarihi (1694-95? Girit; öl. 1780) bile doğru dürüst bilinmiyor. Hakkındaki en önemli kaynak çağdaşı Muradî’nin Arapça Silkü’d-Dürer adlı eseri. Muradî’nin babası Resmî’nin hocası ve dostuymuş; kendisi de tanımış; fakat orada bile “İbrahim’in oğlu” olduğu dışında ailesi hakkında bilgi yok! (s. 11). 1734 veya 35’te İstanbul’a gelerek babası El Basri’nin (Abdullah el-Hüseyin) öğrencisi oluyor. “Tefsir ve fıkıh, sarf ü nahv, mantık, mânâ ve beyan ilimleri, şiir ve inşa eğitimi aldı. Tahriri akıcı olduğu gibi, fevkalâdeydi; zarif bir münşî idi; atasözlerini, vecizeleri, Arap şairlerinin eserlerini ve Arap tarihlerinin çoğunu ezbere bilirdi” (s. 11). Kikleri İslamiyet’in ilk dönemine uzanan “edep” geleneğinin tipk bir mirasçısı.. Küttap eliti arasına girmenin iki önkoşulu var: 1) Edep eğitimi (edebiyat) almış olmak; 2) bir devlet büyüğüne intisap etmek; çırak veya şakirt olmaktı. “Lonca” terimi Osmanlı toplumunun her alanında kullanılıyordu. Kâtip olanların çoğu o derecede kalıyor, pek azı “Hacegân” rütbesine ulaşıyordu. Yazar 18. yüzyıl Osmanlı idari yapısıyla ilgili çalışmaları henüz “emekleme devrinde” olarak görüyor. (s. 19). En önemli gelişme 1750’lerden itibaren Divan-ı Hümayun Kalemi’nin öneminin artması ve reis’ül küttaplığın yetkilerinin artması! Sorumluluğu altındaki makamlara üç yeni makam ekleniyor: 1) Divan-ı Hümayun tercümanı. Yabancı devletlerden gelen bütün evrakı okuyor; 2) Mektubi-i sadr-ı âli. Sadrazamın yazışma memuru; emrinde bulunan kâtipler yüzyıl sonuna kadar otuza yaklaşmıştı;   3) Amedi kalemi. Reisülküttap’ın özel kalem müdürü, sadrazama gidecek belgelerin hazırlanmasına da –yanındaki beş-on kâtiple- katkıda bulunuyor.

18. yüzyılda karmaşık bir bürokrasi ortaya çıkıyor; fakat İmparatorluğa göre “yine de çok küçük”.. “18. yüzyılın sonlarına gelindiğinde yalnızca reisülküttabın yanında 100-150 kâtip görevliydi”. İtzkowitz, Findley ve Lalor’un gösterdikleri gibi, 19. yüzyılın bütün “reformist”leri bu kalemlerden çıkmışlardır. (s. 20). Ele alınan dönemde Divanı Hümayun kâtipleri ve Bâb-ı Defteri kâtiplerinin toplam sayısı bin, bin beş yüzü geçmiyordu ve kâtiplerin çoğu hala maliye dairelerinde çalışıyordu. Bunlardan ancak 50 kadarı “hacegân” rütbesi elde etmişti. Orhonlu’nun tespitine göre 1766’da 53 “hacegân” bulunuyor! (Hacegânlık önemli Divanı Hümayun kalem amirleri rütbesi; her yıl sadrazam tarafından dört grup halinde seçiliyor, sultan tasdik ediyor; bir kısmı maaşlı bir kısmı timarlı. TDV İslam Ansiklopedisi). Sadrazamlar da artık daha çok askeriyeden değil, kalemiyeden çıkmaya başlıyor.

O dönemin en önemli devlet adamlarından Koca Ragıp Paşa (“Ahmed Resmi’nin dostu, muhtemelen hamisi”) çok övülüyor: “müzakerecilik tecrübesi, dışişleriyle öteden beri ilgilenmesi ve yabancı devlet görevlileri ile temasları sayesinde, Osmanlı çevrelerinde ender rastlanan çok geniş bir bilgi birikimi elde etmişti” (s. 16).

Eserin en öğretici tarafı Resmî’nin Viyana ve daha önemlisi Berlin’e sefir olarak yollanması ve kaleme aldığı sefaretnamelerle ilgili bilgiler. Viyana sefareti (1758) hakkında verilen bilgiler az. 19 Nisan 1758’de İmparator’un huzuruna çıkınca “Taht salonunun ihtişamı ve imparatorun kıyafetinin zenginliği karşısında dili tutuluyor” (s. 57). Yıl ortasına kadar orada kalıyor; “can sıkıntısı”ndan, “İstanbul hasretinden” söz ediyor. İmparatorluğun yönetimi (dokuz krallık-‘elektör’; 3, 4 dükalık) ve ticari ilişkileri hakkında da çok genel bilgiler var. Osmanlılara olduğu gibi Fransa ve İngiltere tüccarlarına da % 30 gümrük koyuyorlarmış! (s. 63).

Berlin sefareti ise 1763’te yapılıyor. Resmî’ye 70 kişi refakat ediyor: iki çavuş, kapıcı kethüdası, imam, hazinedar, kethüda, sefaret kâtibi, mehter takımı ve çok sayıda özel hizmetkâr! (s. 75). Berlin’e girerken ve şehrin içinde her sınıftan halk yolun iki tarafına dizilmiş heyeti “temaşaya teradüf tezahümleri” ve “eyledikleri inbisât ü ihtiram mertebe-i mübâlağaya ârictir” (s. 84).  Prusya o sırada Büyük (II.) Frederik tahtta. Sefir Berlin’de altı ay kalıyor. Berlin’de gördüklerini “hayrete düşüp infiale kapılan bir Osmanlı gibi değil, daha çok, biraz eğlenerek bakan bir hicivci gözüyle algılıyordu” (s. 100).

Sefir Saray’da ziyafete katılıyor; ayrıca (kendisinin “hayalhane” dediği) tiyatroya da götürülüyor. Bir de “maskeli balo”ya davetli (22 Aralık). Burada insanlar “Kârhane içinde gezinmeye başlayıp da duyguları uyanınca, herkes hoşuna giden bir hanımın elini tutuyordu”. Kârhane sözcüğü o sırada hem ticarethane hem de kerhane anlamında kullanılıyor.

Resmî Efendi bunların dışında bir ortaokul’u ziyaret ediyor; Kraliyet Bilim Akademisi’nin toplantısına katılıp çeşitli kimyasal deneylere tanık oluyor (31 Aralık). Sefarethanede bunlar hakkında bilgi yok. V. Aksan “Ahmed Resmî’nin hangi olayları anlatmayı seçtiği kadar, hangi olayların sözünü etmemeyi seçtiği de dikkate değer” diyor (s. 93; 135 no’lu dipnotu).

Sefaretnamenin en ilginç kısmı sefirin Büyük Frederik’le ilgili tablosu. Onun çok hırslı, her alanda çok bilgili olduğunu; özellikle tarihe çok meraklı olduğunu (İskender ve Timurlenk’i inceliyor; bu komutanların “uyguladığı plan ve stratejileri” uygulamaya çalışıyormuş!); “iman ve softalığın getirdiği kısıtlamalardan da uzak” bulunduğunu yazıyor.

Eser 19. yüzyılda çeşitli baskılar yaptı.

—Ahmed Resmî Efendi’nin “Hulâsatü’l İtibâr” isimli eseri de Dr. Osman Köksal tarafında açıklamalı bir şekilde yayınlanmış bulunuyor. (Gazi Kitabevi; 2011). Eser, kapakta “1768-1774 Osmanlı-Rus Harbi Tarihçesi” diye sunuluyor. Köksal Yazarın vakanüvis olmadığını, eserinde “ayrıntılı ve sistematik bilgiler” bulunmadığını, aksine “takdim-tehirler, tekerrürler, kronolojik hatalar” olduğunu yazıyor ve eserin Vasıf’ın tarihi ile karşılaştırılamayacağını söylüyor (s. 38-39). Buna karşılık yazar “baştan sona kadar” barış yanlısı zihniyetiyle dikkati çekmektedir.