BLAİSDELL, DONALD C.

BLAİSDELL, DONALD C.; Osmanlı İmparatorluğunda Avrupa Mali Denetimi;

çeviren Ali İhsan Dalgıç; İstanbul, Nesnel Yayınları, 2008.

(Eser daha önce 1940’ta Maarif Vekilliği ve 1979’da da Doğu-Batı yayınları arasında çıkmıştı).

Eser ilk kez 1929 yılında Columbia Üniversitesi yayınları arasında “European Financial Control in the Ottoman Empire” başlığı altında yayınlanmıştı. Buna yazdığı önsözde, yazar, çalışması için “bildiğim kadarıyla Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Avrupa çıkarlarını iktisadi denetim açısından işleyen ilk eserdir” diyor. 1922-25 yılları arasında Osmanlı Devleti’nde bulunmuş ve gelişmelerin tanığı olmuş. Düyun Konseyi’nin arşivinden yararlanmış. Bu izni veren Konsey Başkanı Sir Adam Samuel James Block’a ve savaş sırasında başkan olan Hüseyin Cahit (Yalçın)’a –ve bu arada  Ahmet Emin (Yalman)’a- teşekkürlerini sunuyor.

“Bu ad (Düyunu Umumiye), diyor yazar, faaliyet alanı Kuzey Afrika’dan  İran sınırına, Tuna boylarından Kızıl Deniz kıyılarına kadar uzanan bir kuruluşu gizlemekteydi” (s. 13).

Kuruluş’un yürütme organı olan Konsey İngiliz, Fransız, İtalyan, Avusturya-Macaristan, Hollanda ve Osmanlı tahvil sahiplerini temsil eden altı kişiyle, çoğunluğu Osmanlı Bankası’nın elinde bulunan öncelikli tahvilleri temsil eden yedinci bir delegeden oluşuyordu. 1881 tarihinde kurumda çalışan tahsildarların sayısı üç bini geçiyordu (s. 14). Türk tahvillerine yatırılmış olan yüz milyonu aşkın İngiliz lirası on binlerce Avrupalının gelir ve tasarruflarından oluşmaktaydı. Kurum “emperyalizmin bir aracı” idi ve gerçek görevi 1881’de konsolide olan dış borçları yönetmekti. “Zayıf bir sadrazam ile pervasız fakat güçlü bir Rus elçisi, Türk mali itibarının bir süre için sarsılmasına sebep olan faiz ödemelerinin durdurulmasına etken oldular” ve bu da daha sonra iflasa yol açtı (s. 15). İstanbul’daki elçiler Sultan’ı zırhlı gemi almaya teşvik ediyorlardı. 1888’de Hükümet Haydarpaşa’dan itibaren 120 km’si inşa edilmiş demiryollarını Ankara’ya kadar uzatma imtiyazını Deutsche Bank’a vermişti. Devletin bu konuda Banka’ya taahhüt ettiği asgari geliri toplama sorumluluğunu da Düyun üstlendi. Daha sonra Kurum, Anadolu ve Bağdat demiryolları için de aynı sorumluluğu üstlendi. 1903’te Anadolu hattını Basra’ya kadar uzatma imtiyazı da Almanya’ya verildi. “Bağdat demiryolunun başarısı için Düyunu Umumiye Konseyi’nin varlığı ve işbirliği gerekliydi”. Fransızlar da liman inşası (İstanbul, Beyrut, Selanik), kamu işletmeleri ve Kuzey Anadolu’da maden işletmeleri üzerinde yoğunlaşmıştı. Geçmişteki dini himayenin yerini mali himaye almış! (s. 17).

Yazara göre Düyun’un “dürüst ve etkin çalışmasıyla” Osmanlı Devleti’ne faydaları da oldu. Avrupa piyasasından eskisine nispetle daha elverişli koşullarda para buluyordu. Faizler düştü. Aşar vaktinde ihale oluyor, köylüler ürünlerini iyi fiyata satıyor, borç kuponları zamanında ödeniyordu. Çalışanların ancak % 7 – 8’i yabancı uyruklu idi; maaşlar dolgundu, muntazam ödeniyor ve rüşvet böylece önleniyordu. “1889’da Anadolu demiryolunun geçtiği vilayetlerde toplanan aşar 143 378 Osmanlı lirasıydı; bu miktar 1898’de 215 470, 1909’da da 291 919 liraya yükseldi” (s. 19). Konsey üyelerinin aylıklarını Osmanlı Hükümeti ödüyordu; Düyun’un giderleri toplanan gelirlerden karşılanmaktaydı; devlet gelirlerinin ancak üçte biri Düyun’a tahsis edilmişti; buna rağmen Konsey Osmanlı mali sistemini “gerek kendisi, gerek ilgilendiği girişimler için en elverişli koşullarda yönlendirecek kadar nüfuzluydu” (s. 20).

Yazar iflasa giden süreci anlatırken idarenin durumunu, özellikle de valilerin gücünü anlatıyor. “Memlekette gerçek otorite valilerin elindeydi” (s. 21). Bunlar vilayetleri içinde kanunları uygulamak, adaleti yerine getirmek ve vergileri toplamak görev ve yetkilerine sahiptiler. En önemli vergi olan aşarın ihalesini (iltizamını) da alabiliyorlardı. İltizamı da kendileri düzenliyor ve dostlar aracılığıyla piyasa değerlerinden çok daha düşük fiyatlara kapatabiliyorlardı. Atamalarda da  “perde arkası” destek ve oyunlarla vali seçiliyor, “açık artırmada” en yüksek bedeli ödeyebilmek için sarrafa borçlanıyorlardı. İltizam tutarı ve gerçek hâsılat arasındaki fark vali, sarraf ve bu işte çalışanlar arasında paylaşılırdı. Yazar, N. W. Senior’a gönderme yaparak şunları söylüyor: “Türkiye, adeta memleketin zararı pahasına zenginleşmiş olan birkaç paşa ve elli altmış tefeci ve sarrafın çıkarlarını sağlamak için varlığını sürdürmekteydi” (s. 23). 1864 Vilayet Kanunu vilayetlere büyük ölçüde özerklik getirdi; yönetime Hıristiyanlar da katılacaktı; fakat vilayet meclislerine atanan üyeler seçilen üyeler üzerinde Müslüman üstünlüğünü sağlıyordu.

Devlet giderleri havalenameler ile, düzensiz bir şekilde karşılanıyordu. Bunlar “çeşitli vilayet gelirlerinden ödenmek üzere Maliye Bakanı tarafından imzalanmış senetlerdi. Bakan bu senetleri devletin alacaklıları ve müteahhitler arasında dağıtırdı” (s. 26; Young, c. v, s. 14-17). “Avrupa, belki bilinç altında olsa bile, Osmanlı Devleti’nin ekonomik durumunun olduğu gibi kalmasını kendi çıkarı açısından arzu etmekteydi” (s. 29). İngiliz sermayedarları az faizle yerli sanayie yatırım yapmaktansa yabancı tahvil ve senet almayı daha karlı buluyordu. Edinburg Review (Ocak, 1865, s. 223-251) “iç piyasada % 5 yerine dış piyasada %15’le yatırım yapmaya hazır” binlerce kişiden söz ediyor (s. 30). “Yeni yatırım sistemi” (şirket halinde yatırım; “Joint Stock”) buna elverişli bir zemin hazırlıyor. Dergi şunları yazıyor: “Yabancıların sermaye gereksinimini karşılamak artık mali çevrelere en cazip yatırım alanı olarak görünüyordu. Arazi sahiplerine ipotek bankalarıyla, tüccarlara iskonto kurumları aracılığıyla fon temin etmek, hükümet ve belediyelere borç vermek ve genellikle faizin % 12, hatta %18’e yükseldiği memleketlere sermaye ihraç etmek, yeni kurulmuş şirketlerin en önemli iş konularını oluşturmaktaydı” (s. 31). Bu akım III. Napolyon’un 1860’dan itibaren serbest rekabete geçmesiyle daha da hızlandı.

1854-1875 arasında Osmanlı Devleti Batı’dan 1 milyar dolardan fazla borç aldı. İspanya, Portekiz, Arjantin,  Peru gibi ülkeler de borçlanma dalgasına katılanlar arasındaydı ve çoğu bir süre sonra ödeyemez hale geldi. Aynı şekilde Osmanlıların Kuzey Afrika’daki vilayetleri de borçlanıyordu. Bunlardan Mısır ve Tunus bu yüzden yirmi yıl içinde İngiliz ve Fransız himayesine girdiler (s. 33). Osmanlı Devleti’nde de Mahmut Nedim Paşa “Rus sefiri İgnatieff’in teşviki üzerine faiz ödemelerine ara verdi” (s. 36). 1882’de Düyun idaresi kuruldu ve bu denetim ile ülke vesayet altına giriyordu. (Engelhard; La Turquie et la Tanzimat; 1883-84; s. 61. Fransız Dışişleri Bakanı Duc Decazes, “Türkiye vesayet altındadır” demiş; üç yıl sonra da Lord Derby, Düyun denetiminin “bu memleketin bağımsızlığını hemen hemen hiçe indirmiştir” demiş). Osmanlı borçlanması Dolmabahçe Sarayı’nın yapılmasında çok iyi temsil ediliyor. Abdülmecid’e Hazine Nazırı sarayın 3 500 kuruşa (kağıt paranın maliyeti) mal olduğunu söylemiş! Gerçek maliyet 2 800 bin sterling imiş (Du Velay, s. 124).

1861 Aralık başlarında İngiliz Ticaret Odasına kayıtlı iki kişi Osmanlı borçları için bir rapor hazırladı: Hobart-Foster Raporu. Buna göre tüm kötülükler “kötü idare”nin eseriydi; gelirleri artırmak mümkündü. Tam bu sırada piyasaya sürülen yüksek miktarda kaime sürülmesi ile bunlar nominal değerlerinin dörtte birine inmişti. İyimser rapor ve Palmerston’un Parlamento’da Sultan Aziz’i övmesi sayesinde borçlanıldı ve kaimeler piyasdan çekildi. İhraç fiyatı % 68 olan bu borçtan devlet kasasına ancak yarıdan biraz fazlası girebiliyordu (s. 45). Sultan Aziz’in donanmayı güçlendirmek konusundaki “önüne geçilmez arzu”yu da yabancı elçiler engellemiyorlardı. Borçlar birbirini izledi ve 1874’te Osmanlı Bankası’nın % 43,5’tan nominal değeri 45 milyon degerinde bir tutar çıkarması “her şeyin sonu oldu” (s. 47). “Batılı bankerler de Babıali’yi borçlanmaya zorladılar” (s. 48; The Times, 30 Ekim 1868). Teorik olarak devlet gelirlerinin % 55’i borçlar tarafından emilmekteydi. Alacaklı taraf da giderek Galata sarrafları değil Fransız ve İngiliz rantiyeler oldu. Bu arada Galata sarrafları Paris’e yerleşerek malikaneler satın aldılar (Morawitz, s. 25). 1865-75 yılları arasında İstanbul’da sırf hükümete borç vermek için sayısın kredi kurumu kuruldu. Bunların hemen hepsi 1875 iflasından sonra yok oldular (s. 49). Lord Stratford’u Fransız elçisine çekiştiren bir gazeteciye, 20 Şubat 1857’de, İngilizler şu cevabı verdiler: “Sermaye sahiplerimiz ve girişimcilerimiz Türkiye’ye gidip, ülkenin büyük potansiyele sahip olduğunu ve yapılacak olan yatırımların yüksek kâr bırakacağını görmüşlerdir. Türklerin elindeki topraklar zengindir; ancak bunları değerlendirecek para, bilgi ve atılımcı yaklaşımdan yoksundurlar (…) Sermaye sahiplerimiz, girişimcilerimiz, gezginlerimiz kesin kes İngiliz siyasetinin birer aracı değildirler. Tersine hükümet bunların çizmiş olduğu yolu izler ve başlatmış oldukları girişimleri destekler (s. 55). “Yüz karası” 1875 iflasından en çok “küçük sermaye sahipleri” zarar gördüler (s. 58).

Daha 1856’da (1 Kasım) The Times gazetesi Rum ve Ermeni sarrafların, işlerini, kendilerine borçlu olan yönetici kadroları siper edinerek yürüttüklerini yazıyordu (s. 68). 1869’a gelindiğinde ise The Times düyunu umumiyeden açıkça söz etmeye başlamıştı: “Türkiye kredisini kaybettiği anda parçalanmaya mahkûmdur. Avrupa ülkeleri Osmanlı arazisinin anarşi içinde parçalanmasına izin vermeyecekleri gibi, burada kurulacak hükümet ya da hükümetler Düyun-u Umumiye’yi kabul etmedikçe sağlam bir vaziyette olmayacaklardır” (The Times, 29 Ekim 1869).

1858’de, 1866 Temmuz’unda ödenmesi gereken borç kuponları üç ay süreyle ertelenmiş, 1871’de yine bir kısım borç ödenememişti (s. 90). “1872’de  Mithat Paşa’nın sadrazamlığa atanmasıyla beliren ümitler entrikalar paşayı mevkiinde tutmayacak kadar güçlü olduğunun anlaşılması ile yıkıldı” (s. 91). Arkadan Hüseyin Avni ve Esat paşalar da aciz kaldılar. Ve Mahmut Nedim Paşa sadrazam oldu. “Türk mali inanırlığını yıkan Mahmut Nedim Paşadır” (s. 91). Halk arasında İgnatieff “yalancıların babası”, Mahmut Nedim Paşa da “Mahmudof” diye anılıyordu(s. 91-92). “Sadrazam Mahmut Nedim Paşa tümüyle Rus elçisi İgnatieff’in etkisi altındaydı ve tüm esinlemeleri ondan alıyordu” (s. 92, G. Poulgy; Les Emprunts de l’Etat Ottoman; Paris, 1918, s. 66. Edinburg Review da “bu inancın yaygın olduğunu” Ocak, 1877’de yazmış). 1875’te mahsül çok kötü olmuş, hükümet açlığı önlemek için halka yiyecek dağıtmıştı. Ayrıca seller tahribat yapmış, salgın hastalıklara yol açmıştı (s. 89). “6 Ekim 1875’ten 20 Aralık 1881’e kadar olna döneme ‘iki karar arası dönem’ denir” (s. 94). Arada savaş var ve Osmanlı Hükümeti 1877’de savaşa girerken de “savunma borçlanması” olarak -yerli bankalar dışında- bir Londra bankasına (Glyn Mills, Currie and Compagny) borçlanmış ve bu İngilizleri çok kızdırmıştı (s. 100).

1878 Berlin Kongresi’nde alacaklar da gündemdeydi. İtalyan delegesi Kont Corti, Fransız ve İngiliz delegelerinin de onayladığı bir öneriyle alacaklıların şikâyetlerini dinleyecek bir bildiri sundu. Osmanlı baş delegesi Kara Todori paşa’nın itirazına rağmen bildiri kayıtlara geçti. Ayrıca Anlaşma’ya göre Rusya’ya 35 milyon Türk Lirası ödenecek, fakat eklenen 11 no’lu protokole göre önce alacaklıların borcu ödenecekti (s. 98). 10 Kasım 1879’da yeni bir anlaşmayla bir yıllığına tuz ve tütün tekeliyle damga resmi, alkol vergisi ve bazı bölgelerdeki balıkçılık vergisi ve ipek kozası gelirlerini hükümet bankerlerin alacağına kiraladı. Daha önce İngiliz Deniz Kuvvetlerine bağlı gemilerin yaptığı gösteri, Sait Paşa’nın sadrazamlığa, İbrahim Efendi’nin de Maliye Nazırlığına gelmelerine yol açmıştı! (s. 100). 10 Kasım anlaşması on yıllıktı ve yabancılar yönetiminde, fakat çoğunluğu Osmanlı vatandaşlarından oluşan bir kurul kurdu. Bu haliyle başlangıçta itirazlara yol açtı. Ne var ki “ilk yarıyılın sonuçları Türk yurttaşlarından oluşan ve birkaç yabancının yönetimi altındaki bir yönetimin yalnızca dürüst değil, aynı zamanda etkin olabileceğini gösterdi” (s. 101). Müdür Mr. Hamilton Young’ın raporu bunu gösteriyordu. Bu durum Muharrem Kararnamesi’ne yol açtı (s. 103). Tüm borçların ödenmesi olanaksızdı; indirim zorunluydu ve 191 milyon Sterlin’lik yazılı borç miktarı 106 milyona çekildi. Aynı tarihte Galata bankerleriyle yapılan bir anlaşmayla da onların alacakları Muharrem Kararnamesi’ne aktarılmıştı. Konsey 1 Ocak 1882’de göreve başladı.

Tahviller borçlanma tarihine göre 4 gruba ayrılmıştı ve % 4 faizi geçmemek ve ödenecek kısım toplam borcun % 1’ini aşmayacak şekilde yılda iki kez ödenecekti (s. 107). Konsey tahvil sahibi temsilcilerinden (İngiliz, Fransız, Alman, İtalyan, Osmanlı..) ve bağımsız (bir hükümetin hizmetinde olmayan) kimselerden  oluşacaktı. Bir maddeye göre Osmanlı Hükümeti, Konsey’i, toplantılara katılan ve “danışma niteliğinde” bir oya sahip olan  “komiserler ve denetleyiciler” aracılığıyla denetleyecekti, fakat bu sözde kalıyordu; çünkü başka bir madde de bunların yönetime karışamayacağını söylüyordu. Hükümetle Konsey arasında çıkacak ihtilaflar da bunların seçeceği ikişer hakemden oluşan bir kurulda çözülecekti (s. 109). “Kararname 1882 yılından 1903 yılına kadar tahvil sahiplerinin değiştirmek istemediği ve hükümetin dokunmadığı bu ilginç ve tuhaf kuruluşun temel yasasını oluşturdu” (s. 110). 1903’e gelindiğinde borçların % 22’si ödenmişti; 14 Eylül 1903 tarihli kararname iki değişiklik getirdi: 1) kalan boçlar birleştirildi ve yeni tahviller çıkarıldı; 2) hükümetin kâra katılma hakkına ait hükümler iptal edildi. Kalan borçların yazılı değeri 32 milyon Türk Lirası’ndan azdı; faiz oranı 4, yıllık ödeme miktarı da %045 idi (s. 111). Muharrem Anlaşması uluslararası hukuka gönderme yapmamasına rağmen, Du Velay’ın işaret ettiği gibi, Berlin Anlaşması’nın koruması altındaydı. Morawitz de bu yönde yorum yapmıştı. 1896’da bir ihtilaf çıkınca da Rus elçisi Berlin anlaşması’na gönderme yaparak adeta tehditkâr bir nota vermişti (s.114-117). Kararname ancak 1919-1923 arasında geçerliliğini yitirdi. Lozan’da müttefikler bunu canlandırmaya çalıştılar ama başaramadılar. Lozan’da Düyun’a verilen gelir kaynakları sahibine iade edildi ve borçlar anlaşmaya giren maddelerle yeniden yapılandırıldı (s. 120).

Düyunu Umumiye Osmanlı gelirlerini artırdı ve bazı sanayi dallarını da geliştirdi. Örneğin İstanbul, Edirne, Bursa ve Samsun çevresindeki bazı yerlerin aşarı Konsey’e aitti. Konsey bununla kalmadı tüm yurtta ipekçiliği geliştirmeye çalıştı. Bursa’da bir ipekçilik enstitüsü açıldı ve 1908’e kadar 919 öğrenci diploma aldı. Türkiye’de 130 bin dönüm araziye 60 milyon dut ağacı dikildi. Yeni koza yetiştirme çiftlikleri ve fabrikalar kuruldu. Bu dönemde Türkiye’nin genel ipek aşarı 200 bin liradan 276 bin liraya yükseldi ve üretilen ipek değeri de 200 binden 2 765 000 liraya ulaştı (s. 125). Pul, alkol ve balık gelirlerinde de artış görüldü. Tuz tekelini Konsey’in kendisi yönetiyordu; tütün tekeli ise 1883’te Hükümet, Konsey ve ortaklıklar arasında yapılan bir anlaşmayla Reji İdaresi’ne bırakıldı. Yönetim, Viyana ve Berlin’deki iki banka ile Osmanlı Bankası’na geçti. Anlaşmaya göre Reji, Düyun’a yılda 750 bin lira verecekti (s. 127).

Demiryolu inşaatı için ise, yazar, gelişmede asıl etkenin hükümet mi, Konsey mi yoksa yabancı sermaye sahipleri mi olduğu belli değil diyor (s. 139).  Düyun demiryolu yapımcılarına güvence (gelir kaynaklarından bir bölümü) verilmesini öneriyor ve çıkarlarını hep kolluyor. Anadolu Demiryolu Ortaklığı 1888’de örgütlenirken Konsey’deki İngiliz delegesi bunun yönetim kurulunda yer alıyor. Sonra bir Alman da giriyor (s. 146).

Hükümet ile Konsey arasında iltizamın toplanması konusunda 1905’te bir ihtilaf çıktı. Hükümet zararları önlemek amacıyla aşarın (ürünün % 10’u) “beş yıllık ortalama üzerinden, parasal olarak ve hükümet görevlileri tarafından toplanmasını” önerdi. Böylece yolsuzlukları önlemek istiyordu. Buna Düyunu Umumiye, demiryolları kuruluşları ve bankalar önemli itirazlarda bulundular. Bu temel anlaşmaya aykırıydı, verginin şekli değişiyordu ve açık artırmada temsilci bulunduran Düyun görevlileri bu durumda görevini yerine getiremeyecekti (s. 157). Osmanlı Hükümeti bu sırada (1880-90 arası) büyük devletlerle gümrük vergilerini artırmak ve bunları % 8’den % 11’e çıkarmak için de için de görüşüyordu. “Onay ancak 1907’de alınabildi” (s. 158). Bütün bunlar Osmanlı Devleti’nin bu son döneminde ne kadar bağımlı hale geldiğini ortaya koyuyor. “Düyunu Umumiye Konseyi başa çıkılamayacak kadar güçlüydü” (s. 159). “Türkiye’nin en iyi ve en çok gelişmeye uygun gelirleri yabancıların eline geçmişti” (s. 164). Zamanla 1881 Kararnamesi dışındaki gelirler (Demiryolu güvencesi, borç anlaşmaları vb) daha fazla (1895’te 1 milyon lira fazla) oldu. “Mart 1923 tarihinde Konsey’in yönettiği ‘Kararname dışı’ borçlar toplamı 56 milyon liraya ulaşıyordu” Dahil olanlardan on milyon fazla (s. 165). “Bu kuruluş özellikle Kararname’nin Avrupa sermayesinin yayınlanmasından önceki devlet borç tahvil sahiplerinin çıkarlarını korumak için kurulmuş bir kuruluşken, ülkeyi iktisadi bakımdan sömürmek isteyen Avrupa sermayesinin bekçisi olmuştur” (s. 165). 1908 hareketinden sonra da, Maliye Bakanı Eylül 1908 raporunda. Düyun’a “İmparatorluğun prestijini artırma konusunda gösterdiği çabalardan” ötürü teşekkür ediyor (s. 190). Cavit Bey de 1922’de Düyun’da Osmanlı üyesi oldu. 1915 Nisan-1918 Kasım arasında Konsey Başkanı (en eski delege olan Osmanlı tahvil sahipleri temsilcisi) Hüseyin Cahit oldu. 1907’den itibaren Türkler Konsey’in hükümetleri değil, tahvil sahiplerini temsil etmesini istiyor (s. 194).

Lozan anlaşması ile tahvil sahiplerinin daha önce elde etmiş oldukları haklar iptal edildi. Çünkü bir çok toprak elden çıkmıştı ve aidatları yeniden taksim etmek gerekiyordu. 30 Nisan 1925 tarihinde Konsey tarafından açıklanan Borel Kararı ile aidatların kesin dağılımı ilan edildi. Buna göre Türkiye savaş öncesi Osmanlı borçları aidatlarının % 67’sini ödeyecekti. Anapara’nın ise % 70’i Türkiye’ye tahmil edildi. (Kalan kısım Yunanistan, Suriye, Lübnan vb). Bir ihtilaf da borcun hangi parayla ödeneceği konusundaydı. Türkiye Fransız frangı önerdi ise de sonunda altın lira kabul edildi ve ön anlaşma 1928 yılında imzalandı (s. 210-217).

Yazar sonuç olarak emperyalizmi Avrupa’daki sermaye fazlasının yarattığını ve bunun Batı’daki % 2-3’lük faiz hadlerinden yüksek gelirler için yurt dışına çıktığını söylüyor (s. 222). Başlangıçta hükümetler lakayt kalıp bunları koruma önlemleri düşünmemişler; “emperyalizm” bu önlemlerle başlıyor ve 1890’larda Fransa yolu açıyor.  Ülkede “özel çıkarlarla ulusal çıkarların uyum halinde oldukları” giderek yaygınlaşıyor (s. 223). Deutsche Bank da Bağdad Demiryolu vesilesiyle İmparatorluk’ta “okullar, fabrikalar, hastaneler, limanlar, diğer bir deyişle emperyalist gelişimin tüm araç gereci”ni kuruyor (s. 223). Saint Maurice’in bir eserinde yazdığı gibi (Les Instruments Modernes de la Politique Etrangere; Paris, 1912, giriş) “Şimdiye kadar Doğu’da Fransız etkinliğini sağlayan dini koruyuculuk yerini mali koruyuculuğa bırakmıştır”. Aslında yazarın verdiği örneğe göre Konsey üyeleri genellikle daha önce devlet hizmetinde bulunmuş, ya da özel şirketlere ortak kimselerdi. Örneğin Konsey’in en uzun (savaş yılları hariç 1903-1928) başkanlığını yapan Adam Block daha önce Beyrut, Şam ve 1890’dan itibaren İstanbul konsolosluğu yapmış ve 1902’de elçilik baş kâtibi olmuş biri idi.  Aynı yıllarda “İstanbul Liman ve Rıhtım Ortaklığı’nda yönetici, Sir Ernest Cassel’in Türkiye Ulusal Bankası’nda yönetim kurulu üyesi ve İstanbul’daki İstanbul Ticaret Odası Başkanıydı” (s. 237). Kısaca Düyun “Avrupa emperyalizminin bir aracı” oldu ve Türk ulusculuğu da kendisine bu gözle baktı (s. 247). “Lozan Anlaşması Türkiye’ye iktisadi haklarını geri verdi. Türkiyeyle alacaklıları arasında yapılan 1928anlaşmasının uygulanması Türkiye’deki yabancı mali denetimine son verecektir” (s. 252).