FLEİSCHER, CORNELL H.

ANASAYFA

FLEİSCHER, CORNELL H.; Bureacrat and the Intellectual in the Otoman Empire, New Jersey,

Princeton University Pres, 1986.

Tarihçi Mustafa Ali (1541-1600) hakkında çok öğretici bir inceleme. Gelibolu’lu bir tüccar ve “hoca”nun çocuğu. Dedesinin adının “Abdullah” oluşu devşirme kökenine işaret ediyor? Bu vesileyle, yazar, Osmanlılarda “köle” ve “kul” ayrımına işaret ediyor. Sultan “kulları” (yeniçeriler, Enderun mensupları vb) ile alınıp satılan (müştera) “kullar” arasındaki farkı belirterek sultanın kullarının hepsinin “teknik anlamda” kul olmadığına işaret ediyor (Metin Kunt’a gönderme; s. 14-15).

Yazara göre Mustafa Ali, kariyer gelişmesi (şair, alim, tarihçi) itibariyle, “Osmanlılık” ile tam özdeşleşmiş. 1563’te Şam’da, Lala Mustafa Paşa’nın konağında Kınalizade’yi tanıyor; dost oluyorlar. Hoca Sadeddin ile de yakınlığı var. 1575’te Zübdet üt Tevarih’i yazıyor. 1578’da Halep’te Timar defterdarı oluyor. Sina Paşa’ya intisap etmeye çalışıyor. Sonra da sırayla Erzurum, Bağdad ve Sivas’a defterdar oluyor. Defterdar olarak konakta gösterişli bir hayat sürdürmüştü; fakat devlette geldiği yer itibariyle bu görüntüyü korumaya çalışması lazım (s. 138). Arada işsiz yıllar da geçirdikten sonra 1591’de temel eserini (Künh’ül Ahbar) yazıyor. 

1591 Hici 1000 (Millenium) olduğu biçin herkes büyük olaylar bekliyor; kendisi de “dünyanın sonu”nu değil, fakat önemli olaylar bekliyor. Bunu da ikinci divanında yazıyor. Oysa her şey sakin geçiyor. Ertesi yıl Sadrazam Siyavuş Paşa onu Yeniçeri Kâtibi yapıyor; dört ay sonra azlediliyor; fakat kısa süre sonra sarayda defter emini oluyor. Bu kez de “dishonesty” nedeniyle işten atılıyor ve Gelibolu’ya gidiyor. Oysa bu sırada kendisi de Osmanlı yönetiminin yozlaşmasından, dejenere olmasından şikayetçi (s. 138-139). Özellikle Layihat ve Nushat’üs Selatin başlıklı eserinde! (Tietze, eseri İngilizceye çevirdi; The Counsel for Sultans 1581, 2 cilt).  “Bilginin paradan daha az değerli sayıldığı bir devirde yaşamış olmaktan” şikâyetçi. Daha sonra Amasya, Kayseri ve Cidde’de sancak beyliğinde bulunuyor; Cidde’de ölüyor.

Hukuk teorisi konusunda, Ali iki yanlı bir kavramsallaştırma yapıyor: Osmanlı Kanunu ve Şeriat. Bunlar “güçlü bir merkezi otorite ile birleşerek Osmanlı siyaset kuramında ön planda (primary) meşru kılıcı ilke oluşturuyor”. Şeriat evrensel; kanun ise bölgesel, değişebilir, şeriatı tamamlayan ya da aşan sultan iradesi. Yazar bu ayrımın ilk örneğini Ahmedi’nin İskendernamesi’nin girişindeki Osmanlı kısmında buluyor (s. 289-290).

Osmanlı idaresi ancak 1453’ten sonrası için (Fatih Kanunnamesi ile) incelenebilir hale geliyor. Üstelik 1453-1520 arası çok ilkel (rudimentary) ve görevler az farklılaşmış (s. 216). XVI. yüzyılın ilk yarısında bürokrasinin üst kademelerinde, yapılan işin ne olduğundan çok bunu yapanın kim olduğu önemli. Profesyonelleşme yok; her bürokrat medresede aynı şeyleri okumuş. Henüz “sonradan keskin şekilde ayrılacak olan mali branş ile kâtiplikler ayrılmamış” (s. 216). Nişancılar medreseye gitmiş olsa da kâtiplik dersi de alıyorlar. 

Kanuni Süleyman’ın ilk yıllarında kâtiplik meslekleşmeye başlıyor. Bu tarihten itibaren sadece tek nişancı medrese mezunu değil; o da III. Murad devrinde bir yıl işbaşında kalıyor. Bu meslekleşme sürecinde anahtar rolü Mustafa Celalzâde (1534-1556 arası nişancı) oynuyor; Celal zade, XVI yüzyılın geri kalan döneminde belgeleri standartlaştırmak, diplomatik formüller yerleştirmek konusunda rol oynadı (s. 218). Medrese çıkışlı olan Celalzâde, kanunların şeriatla uyumlu kılınması için Ebussuud Efendi ile beraber çalıştı.

Maliyedeki ayrım ise daha da keskin oldu.