
THİERRY, AUGUSTİN.; Lettres sur l’Histoire de France; Oeuvres Complėtes; Paris, 1846.
Marx’ın “sınıf” kavramını geliştirirken çok yararlandığı ünlü tarihçinin bu eserinde Osmanlı Devleti’nin analizi de bulunuyor.
Cilt: V, Lettre: VII. “Türk İmparatorluğu’nda yaşayan Rumları hatırlayınız; reaya ve Fenerli Rumları, yani halk kitlesi ile Türklerin görevler vererek asilleştirdikleri azınlıklar hakkında okuduklarınızı veya duyduklarınızı kafanızda toplayınız: Ya tamamen yanılıyorum, ya da bu kaba baskı, evrensel şiddet ve her ne suretle olursa olsun bu ortak mağluplar sınıfından kurtulma çabaları tablosunu gördükten sonra, Romalı mülk sahibi, Romalı vergi mükellefi, Romalı Kral adamı (Convive de Roi) gibi sade sözcükler altında, canlı ve reel bazı şeyler göreceksiniz. Barbarların egemenliği altında Galo-Romen esaretin ne kadar değişik biçimlere büründüğünü anlayacaksınız. Dahası var; zaman aralığına, ırk ve durum farklılıklarına rağmen, sadece eski Gaule ve modern Yunanistan’da mağlupların fizikî kaderi değil, ahlakî tavırları da çarpıcı benzerlikler gösteriyor. Grégoire de Tours’un anlattıklarında sadece keyfi olarak ezilen, yağmalanan, sürülen fakir reayanın (metinde Türkçe) günlük ıstıraplarını değil, kendini fetihçilerin hizmetine adamış asilin kurnaz entrika esprisini, bir çeşit umutsuzluk kabul edilebilecek kadar ölçüsüz olan bu Fenerli ahlaksızlığını da bulabilirsiniz.” (s.86)
Yazarı yine Osmanlı toplumuyla ilgili başka bir yorumu Dix Ans d’Etudes Historiques (Oeuvres Complėtes, Cilt: 6. Paris, 1846) başlıklı çalışmasında, “Sur la Véritable Constitution de l’Empire Ottoman” başlıklı makalede yer alıyor.
A. Thierry, aşağıdaki düşünceleri, Juchereau de Saint-Denis’nin, “Révolution de Constantinople de 1807 et 1808” başlıklı kitabı dolayısıyla geliştiriyor.
Antik Yunan topraklarınsa bir kişinin (sultanın), herkesin malına, canına vb. egemen olması bir uydurmadan ibaret. “Türk toplumu sorununun istisnai hiçbir tarafı yok; Gaule’ün Frank toplumu; Britanya’nın Sakson toplumu; İtalya’nın, İspanya’nın ve Roma Afrikası’nın tüm küçük Germen toplumları tarafından fethedilmelerinden farklı bir şey değil. Koşullar her iki tarafta da aynı olduğu için, her şey de aynı olmalıydı ve gerçekten de aynı oldu. Gaule’de Frankların olduğu gibi, Yunanistan’da da Türkler, fetihçi olarak eşitler… Kılıç zoruyla bir ‘efendi’ye boyun eğmemiş ırkı oluşturuyorlar ve ırklarına katılanlar, Frankların yönetiminde “franc-özgür” olanlar gibi, özgürlüğe de kavuşuyorlar. Mağlupların geri kalan ve bir ırk ayrımı yapılmaksızın ‘reaya’ (metinde Türkçe) olarak isimlendirilen kısmı, Avrupa’nın güneyini fetheden barbarların, rastgele serf, emekçi (‘homme de peine’), iktidar sahibi, kolon, avam veya burjuva olarak adlandırıldıkları anonim kalabalıkla aynı koşullarda bulunuyor. Bütün reayalar haraç (metinde Türkçe) denilen yıllık bir vergi ödüyorlar; Ortaçağdaki mağluplarda olduğu gibi bunlarda da serflik durumu tek tip değil. Bir kısmı evde hizmetçilik yapıyor; başka bir kısım efendisinin toprağını işliyor; daha başka bir kısım çeşitli angaryaları yerine getiriyor; ayrıcalıklı bir başka grup da milletinin idaresinde ve dini vecibelerinin yerine getirilmesinde rol oynuyor; millet onlar tarafından yönetiliyor ve ortak bir biçimde fetih vergilerini ödüyorlar.” (s.209)
Sonra idare, adalet sistemi hakkında bilgiler veriliyor. Ve yazar şu önemli gözlemde bulunuyor: “Türkiye’deki paşa rejimi, Fransa’daki vali rejiminden daha liberal!” (s 214)
***
A. Thierry, Norman fetihleriyle ilgili bir kitabında, (Bk. L’Histoire et la Conquête de L’Angleterre par les Normands; Paris, 1867; ilk baskı 1825) Norman’ların durumunu Türklere, İngiliz’lerin durumunu da Rumlara benzetiyor. (II. s. 298) Yazar ayrıca İngilizlerin ulusal kurtuluş savaşlarının öncüllerini arıyor. Saksonların farklı olduklarını göstermek için sakal bırakmaları; yaşlı Sakson William’ın direnişi ve 1196’da asılması. Efsanevi ve mucizevi bir kahraman oluşu vb. Bir ülkede alt ve üst sınıflar, genellikle. “bir önceki dönemin fetihçi halklarıyla, kölleşmiş halkalrından oluşuyor.” (I, 5) “Fethedilen ırk.. şatolarda değil de şehirlerde oturduğu için ayrı bir toplum gibi oldu.” (I,5) Feodalizm geriledikçe, o ilerledi ve yeni bir uygarlık kurdu.
Tarih-yazıcılığının tam bir sınıfsal eleştirisini yapıyor. Monarşist tarihçiler “sarayın prensleri” oldular. XVIII. yüzyıl tarihçileri de “orta sınıfların” ilerlemesinin sözcüleri ve “Ortaçağ inançlarına ve hukukuna karşı ihtiyaçlarının organları oldular.” (II, 6)
***
A. Thierry’nin tarih-yazıcılığı ve bunun gelişimi ile ilgili çok önemli saptamaları var. Bunları da kaydediyorum.
(Lettre.V). İlk kez basılmış tarih, Fransa’da 1476’da yayımlandı: Grande Chronique. Aslında Saint-Denis rahipleri yazdılar ve “Saint-Denis kronikleri” diye bilinirler. (s.45) Louis XII’nin sekrteri Nicolas Gilles bunları sadeleştirdi ve bunlara bir sürü mucize ve efsane kattı. Örneğin Charlemagne bir Gargantua gibi sunuldu: Sekiz ayak (üç, dört metre) boyunda, birkaç kişinin yemeğini yiyen vb. bir adam. Fakat hiçbir tarih bu kadar popüler olmadı. Kısa sürede 16 baskı yaptı. (s. 51)
Yenilik İtalya Rönesansı ile başladı. Makyavel ve Guicciardin öncü oldular. Antikite’ye dayanıyorlar. Özellikleri şunlar: Olayları, kroniklerde olduğu gibi, birbirlerinden soyutlanmış olarak ele almıyorlar; “nedenler ve sonuçlar serisinde yakınlık derecelerine göre, gruplar halinde ele alıyorlar(dı)” (s.52) Fakat Antikite’yi taklit “harangue”ları (uzun nutukları) taklide kadar gitti. Bunların izindeki ilk Fransız tarihçi, Bernard Girard (doğumu 1537) oldu. 1576’da krala bir tarih sundu; kral Henri III de ona “tarih-yazıcı–historiographe” (kronikçi yerine) adını verdi. Fakat o da “nutuk” merakıyla uydurmalara kaçtı. (s.53)
Sonra, uzun süre, Mezeray, tarih-yazımına egemen oldu (XVII ve XVIII. yüzyıllar).
1755’de Abbé Velly’nin “Fransa Tarihi” yayımlandı. Velly, yeni okul kurduğu iddiasındaydı. Şunları yazdı: “Tarihçilerimizi okurken, onların, kralların kronolojik seyrini çalışmalarının klavuzu olmaktan çok esası olarak gördükleri izlenimi doğuyor. Hükümdarların zaferleri ve yenilgileri dışında, mutlu ya da mutsuz kıldıkları halklar hakkında hiçbir şey, ya da nerdeyse hiçbirşey söylemiyorlar. Yazdıklarında savaşlar ve kuşatmalar uzun uzun anlatılıyor. Ulusun esprisi ve adetleri hakkında hiçbir şey yok. Bu konuda hemen her şeyi tek bir insana (krala) feda ediyorlar.” (s. 57) Tarihçi olarak çok zayıf (“nul”) kaldı; fakat, asrın zevkine göre bir şeyler kattı. Ondan sonra tarihe hükümetler, kanunlar, sanat eserleri, silahlar, giysiler vb. hakkında ekler yapıldı. (s.58) Tarih, öğretici bir eser olarak bölümlere, alt bölümlere ayrıldı, etiketlendi. En önemli temsilci Voltaire oldu.
Böylece matbaadan itibaren üç okul gelişti: 1) Ortaçağın popüler okulu; 2) Klasik İtalyan okulu; 3) Felsefi okul. Bu sonuncu okulu en iyi Hume ve Robertson temsil ettiler. (s.59) Kendisi bunları da eleştiriyor. Tarih ve insanlar canlı olarak tarihe girmeli. Dönemler için açıklamalar olduğu kadar, insanlar için portreler de gerek. Sadece tarihleri ve insanları doğrulamak yetmiyor. “Renk ve ve karakter sahteciliğini dışlamak için yeni bir sanat, yeni bir çalışma gerek!” (s. 60)