
MAC FARLANE, Charles; Constantinople in 1828, London, 1828.
(Fransızcası: Constantinople et la Turquie en 1828-1829, Paris, 1828)
Yazar ilk kez 1827’de Türkiye’ye gitmiş ve on altı ay kalmış. İkinci kez de 1847’de ülkeyi ziyaret ediyor ve 1848 Temmuz ayına kadar kalıyor. 1858’de öldü. Tanınmış bir yayınevinin yazarı. Eseri için “hacimli, fakat aydınlatıcı değil” (voluminous, but not luminous”) demiş eleştirmenler. Dictionary of National Biography; Cilt. 35; Londra, 1893.
CİLT: I. (Fransızca’dan notlar): Fransız konsolosu evine dolan kaçak Rumları kırımdan kurtarmış; Yeniçeri kırımında “az sayıda kafa düşmüş”, İzmir sükuna kavuşmuş. (s. 36-37)
İngilizler Fransız İhtilali’nden sonra Fransa’yı ticarette geçtiler. İzmir’de 20 adet ticarethaneleri var. (s.60)
Ermeniler Devler ricali içinde Yahudilerin yerlerini almışlar. Ermeni Katolikler azınlıkta. Bunlar, hemen tamamen İran’daki zulümlerden kaçanlardan oluşuyor. (s.98)
İzmir Yahudileri genellikle fakir ve Frenkler de anti-semit. (s.100)
Karaosmanoğulları’na övgü. Bunlarda “Türkiye’de hiç bilinmeyen adalet ve hakseverlik duyguları var.” (s. 278)
Halet efendi, Paris’te Fransız İhtilali etkisiyle edinilmiş “ayanın yok edilmesi” fikrini Sultana telkin etmiş (s. 278-279). Ayanın kaldırılması halk çıkarlarına aykırı oldu.
CİLT: II. 1828 Ocağında, II. Mahmut 18 000 Katolik Ermeniyi Asya’ya sürüyor. “Anlaşılmaz bir zulüm eylemi.” (s. 41) II. Mahmut sonradan zevk ve safaya dalmış. Yeniçeri kırımı: Hükümet yeniçeri liderlerinin bir kısmını satın aldı; bir kısmını da “kışkırtıcı ajan” olarak gayri meşru hareketlere sürükledi (s. 139). Sultan’ın veya Halet Efendi’nin planları Yeniçerileri böldü. Son ayaklanmada da Yeniçerileri ajanlar kışkırttı (s.146). Yeniçerilerin çoğu zanaat ve ticaretle uğraştığı için Devlet çok para kazandı (s.151).
Halet Efendi hayatı için Sultan’dan söz almış; fakat Konya’ya sürülürken, II. Mahmut’un adamları tarafından boğazlatıldı (s.155).
Duzoğulları (Saray sarrafları) üç kardeş öldürüldüler (s.161). Yahudi sarraf da işkence ile bütün mallarını verdi. Tingiroğlu (Katolik Ermeni) de öldürüldü. (s.162)
İngilizce Baskıdan Notlar: CİLT. I. “..büyük ayanın yok edilişinden sonra, Ulema tek asil zümre olarak kabul edilebilir. Ruhani ve cismani iktidara sahip ve Sultan’ın kurnazlıkla, kör ve asses adamlarmış gibi yıkımlarını hazırlayarak aldattığı yardımcılarından zeka ve beceri itibariyle çok üstün olduklarından, Sultan Mahmut, çok büyük bir olasılıkla, Ulema’nın kavuğunun hazmını, Yeniçerilerin yen ve kaşığının (“sleeve and spoon”) hazmından çok daha zor bulacak.” (s. 72-73)
İstanbul’da çok fazla sayıda Rum Constantin adını taşıyor. Sultan Mahmut bir fermanla bu ismi yasaklıyor (s.53-54).
Boğaz kıyılarını terk edince “şehirden bir atım silahlık mesafede yalnızlık ve yabanlık başlıyor” (Hiçbir yer ekilmemiş) (s. 56).
II. Mahmut’un reformları başarıya ulaşsa bile, “zulmü, ona, aynı fizik prototipleri gibi, perişan ettiği havayı temizleyen manevi kasırgalar arasında bir yer verecek; fakat, asla sevgi ve sempati konusu olmayacak.” (s. 84-85).
Karaosmanoğulları’nın (“splendid family”) yok edilmeleri. “İlerde görülecek ki, Osmanlı milleti askeri ve tarımsal bir asil bir zümrenin (bir kısım halk ile doğrudan Hükümet ajanlarının baskısı ve Ulemanın kapsayıcı etkisi arasında duran bir zümrenin) yok edilmesinden zarar görecek.” (s.146)
MAC FARLANE; Charles; Turkey and its Destiny, Londra, 1850. 2 Cilt.
Yazarın 1847’de ikinci kez Türkiye’yi ziyaret ettikten sonra kaleme aldığı eser. Ayrıntılı bir tablo. Sunuş’ta eserin malzemesini on bir ayda toplamış olduğunu söylüyor. Yazar 1827-28 ziyaretinden sonra Osmanlı Devleti’ne bir daha gideceğimi sanmıyordum, diyor. Fakat gidiyor ve bu kez 1828’den çok farklı bir tabloyla karşılaşıyor. (Eserin yine sunuş bölümünden: Sultan Mahmut dönemindeki “baskı, zulüm ve nüfuz suiistimali”, Abdülmecid ve Reşit Paşa sayesinde bitmiş. s. III. “Reşit Paşa ile sıkı bağlantı içinde” bilgi toplamış).
Esir ticareti, Sultan’ın yasaklamasına rağmen şiddetle devam ediyor. (s.42) Paşa konakları. (s. 43) Reşit Paşa’nın üç, dört yüz hizmetçisi var. Dışişleri Nazırı Ali Paşa içinde durum aynı. Oysa Guizot ya da Russel’in çok az hizmetçileri bulunuyor. Reşit Paşa’yı ziyaret, hepsi bahşiş bekleyen hizmetçi ordusu yüzünden, bir yıkım.
İstanbul, Bursa, Edirne, Kütahya, İzmit’i vb. geziyor. Protestanlarla ilgili bir sürü bilgiler; Amerikalı misyonerlerin Pera ve Bebek’te kurdukları Ermeni okullarını “şimdilik” anlatmıyor. Roma’nın –Papalığın- Dr. Millingen’in çocuklarını sırf Protestan diye nasıl Roma’ya kaçırdığının ayrıntısına girmiyor.
İstanbul’da gözle görülür bir değişim var.
Türkleri 1828’den çok daha uygarlaşmış buluyor. Zorla giydikleri, kötü terzilerin ellerinden çıkmış izlenimi veren elbiseler üstlerinde iğreti duruyor. (s. 50)
1828’dekinin aksine Müslümanla reayayı ayırmak artık zor. “Türkler şimdi gururu ve önemli olma duygusunu kaybetmiş görünüyorlar. Şehirde halkın en sakin ve mütevazi kısmını oluşturuyorlar. Eski sert ve kabadayı tutumları şimdi Ermeni sarraflara ve yakınlarına geçmiş görünüyor.” (s.51) Frenk hanımlar pazarlarda “örtüsüz ve Fransız stili” giysilerle Galata köprüsünde (“burada en iyi gezinti yeri”) dolaşıyorlar. (s. 51) Yine de eski fanatizmden kalıntılar var.
Dadyanlar: “Yıllarca önce Ermeniler, Sultanı, memleketi gerçek kalkındırmanın yolunun, her türlü imalat sanayisini ülkede kurmakla başlayacağına ve böylece paranın İngiltere, Fransa ve Almanya’ya akmasının önleneceğine; Batı’dan yüz, iki yüz usta (workmen) ithal ederek ve onların sanatlarını yerli halka öğretmelerini sağlayarak kısa zamanda Zeytinburnu’nda bir Türk Manchester’i ve Leeds’i, bir Türk Birmingham’ı ve Sheffield’i yaratacaklarına ve burayla Makrıköy (Bakırköy) arasında ihtiyaç duyulan her şeyi üreteceklerine inandırdılar. Eğer planlar, ısraf ve yiyicilik aracı olacaklarına dürüst bir şekilde uygulansaydılar bile, yine de bu arabayı atların önüne konması gibi mantıksız ve yanlış yönden işe başlayan hınç dolu bir şey olacaktı” (s. 58) “Makrıköy’deki İngiliz menajeri fırını ve yüksek bacalarından bol dumanlar tüttürüyordu; fakat iki veya üç gün sonra yüksek fırındaki ateş kömür yokluğundan söndü ve altı aydan fazla bir süre bir daha yakılamadı.” (I, 59)
Topraklar bomboş. “En iyi toprakların onda dokuzundan fazlası ekilmiyor.” (s. 58)
Amerikan elçisi Mr. Carr’ın önerisiyle Güney Karolina’dan Dr. Davis bir “modern çiftlik” kurmak için getirilmiş. Yazar karısı ve çocukları ile bir yıldır burada olan Dr. Davis’le dostluk kurmuş. Davis çok heyecanlı; bir tarım okulu açacak; İngilizce öğretecek, hayvancılık yapacak vb.. Davis tıp öğretimi (Charleston’da) yapmış. Türk Hükümeti Mehmet Ali Paşa’nın kasalarını dolduran pamuk üretimine ilgi duyuyor. ABD Dışişleri Bakanlığı genel sekreteri (?) Mr. Buchanan aracılık etmiş. Gelince Mustafa Reşit Paşa ona ve Mr. Carr’a bir yemek verip “mümkün ve hoş görülebilir her türlü nezaketi” göstermişler. (s.62) Hükümet’in kalbi projede; fakat “fakat araçlar ve çareler, Sultan’ın baruthanesini, Zeytin burnu ve Makriköy’deki tüm fabrikalarını yöneten Ermeni Dadyanlara emanet edilmiş” (s.62) İşler burada duruyor. Aylarca çiftliğe yer bulunamadı. Mukaveleyi Sultan’ın dışişleri genel sekreteri Ali Efendi ve ABD elçilik müsteşarı Mr. Carr imzalamışlar. Süresi yedi yıl. Fakat proje baltalanıyor. Dr. Davis, Ayastefanos’a geçici olarak sığınmış. Bir “terkedilmiş köşk’e” on dört tarım öğrencisi yerleştirilmiş. Reşit ve Ali Paşalar “olacak!” diye teminat veriyorlar. Çiftlik Safraköy’de kurulacak; fakat yürümüyor. Çiftlikte bir iki düzine tembel ve işe yaramaz Ermeni duvar işçisi, iki Bulgar, 8-10 tane de tarım işçisi Türk var. Hiçbiri çalışmıyor; çalışanlar sadece Güney Karolina’dan getirilmiş dört “özgürlüğüne kavuşmuş” zenci var. (s. 63) “Ermeni yöneticilerin neden olduğu bir sürü gecikmeye rağmen” tohumların ekimi, zamanından altı hafta daha sonra oldu. Yine de iyi bir pamuk rekoltesi bekleniyor. (Başka yerlerde de buğday ve mısır ekiliyor) “Dr. Davis, girişimin başarılı olduğu kanısında” (s. 64). Bütün girişimlerin yönetimi Hohannes Dadyan’ın elinde. Dr. Davis’e göre bütün işleri o önlüyor. Zaten hiç ortalıkta görünmüyor (“prolonged absence” içinde). Dr. Davis yapacaklarını anlatıyor. Güney Karolina’dakiler gibi “hafif pulluklar” getirtecekmiş. (Bu arada Anglikan rahip Horatio Southgate’in kendi ve kitabı övülüyor.) (s.70).
“İyi bir paşanın uzun süre yerinde kalmasına hiç tanık olmadım.” (s.71) Sultan Mecid “kibar ve yumuşak”, Harem’in ve kadınların etkisinde.. (s.71).
“Başkentten bir günlük mesafede en iyi kanunların hiçbir değeri olmadığını görüyorsunuz. Bu da Türk reformcularının temelsiz eserlerini çökertiyor. (Bu reformcular) Türklerin eski dini duygularına dayanmıyorlar. Onu sökmek için ellerinden gelen her şeyi yapıyorlar. Bu duygu on iki yıl içinde hızla gitti ve şimdi kayboldu; onun yerine de başka bir dini duygu konmadı; Muhammed’cilikle Volter’ciliğin karmasını yaptılar” (s.72).
İstanbul’da idamlar çok azalmış, nadir hale gelmiş. Türkler “alla franga” diyorlar. (I, 91)
Ermeniler gümrükte Protestan kitapları yasaklıyor. Türk gümrük memurlarının bir şeyden habrleri yok. Ermeniler öğretiyor (s. 95).
Marmara’ya bakan ya da kıyılardaki ev dizilerinde oturan “Osmanlı sınıfı silindi (“obliterated”)” “İmparatorluğun herhangi bir yerinde, kendilerine kalan mülklerle geçinen eski ailelere artık ender rastlanıyor ve vakıflardan büyük gelirler elde eden yüksek ulemanın hemen hepsi, bu cami vakıflarının idaresi hükümetin eline geçtikten sonra fakirlik içine düştüler. Sultan Mahmut büyük bir düzleyici (“leveller”) idi; verasete dayanan mülk ve makam sahiplerinden hem korkuyor, hem de bunlardan nefret ediyordu; oğlu ve selefi Sultan Abdülmecit idarecilerini çok az istisna ile en alt derecelerden seçti ve bu hizaya getirme operasyonunu o seviyeye getirdi ki, şimdi en üst mevkileri işgal eden ve Hükümete doğrudan katılanlar dışında tanınmış ve itibarlı ailelerden gelenler kalmadı; çünkü büyük nazır ve paşalar o kadar yüksek maaşlar –İngiltere’dekinden daha yüksek maaşlar- alıyorlar ki geri kalan asker sivil memurlar ancak fakirlik içinde kalacak şekilde oluşturuluyorlar.” (s. 106) (Küçük asillerin -‘Turkish gentry’- hızla çöküşü)
Müslümanların çöküşünü anlatıyor. Ülkede şahane camiler ve yanındaki “üzerinize düştü düşecek” ahşap ve harap evlerden başka bir şey yok. (s. 105)
Grek kadınlar yirmi yıl önce Türkler gibi giyinirken şimdi “Fransız modası”na uygun giyiniyorlar. Ermeni kadınlar ise, hala, “yaşmak, şalvar, entari” giyiniyorlar. Fakat Katolik sarrafların ve zengin tüccarların karıları da Fransız usulü giyiniyor. (s.112-113)
Ermeniler Rumlara karşı, Rumlar da Ermenilere karşı Türklerle birleşiyor. “Ve hala, Paris’teki bazı filozofların kafasına koyduğu fikirle, Reşit Paşa bir sentez hayalleri kuruyor” (s.127).
Bursa Paşalığı’nın Asya Türkiyesi’nin en mümbit, en iyi ekilmiş topraklarına sahip olduğu söyleniyor. Bursa’yı John Zohrap gezdiriyor; yirmi yıl önce de babası mihmandarlık yapmış.. Burada Yahudiler çok sayıda ve fakirler; pabuçları ve türbanları eskisi gibi renkli. (s.136)
Duzoğlular Katolik-Ermeni ortaklarla bir imalathane kurmuşlar (“Filatura de Seta”) ipek kozalarından ipek çıkarıyorlar. 150 Rum ve Ermeni kadın ve kız çalışıyor; Türk kadınlar çalışmıyor. İmalathaneyi iki akıllı ve becerikli İtalyan yönetiyor. Üretim Sultan’ın Hereke’deki fabrikasına yollanıyor. Orada ya ısraf oluyor, ya da büyük masraflarla kullanılıyor. (s.142) (Yazar daha ülkesine dönmeden imalathane kapanıyor; yüzlerce kadın, kız yeniden işsizliğe dönüyor.) İzmir’de iki ay incir konuşuluyor; Bursa’da da bütün yıl ipek!.
“Halk, özel spekülasyonu ürküten ve reaya tarafından yapılmış bazı fabrikaları, şimdiki ve gelecek çıkarlarına zarar verebilir diye baskı altında tutan, yıpratan ve sonunda yok eden; hükümet üzerindeki etkileri ile ticaret ve spekülasyon alanında hemen her istediklerini yapan tekelci Ermeni sarraflarının baskısından yakınıyor. Zavallı Tanzimat!” (s. 146) (Burada ilginç nokta, Ermeni sarraflarla Hıristiyan halk arasındaki çıkar çelişkisinin vurgulanması. T.T.)
1845 kıtlığı. İnsanlar Bursa civarında, hayvanlar gibi, ot yemişler. Müslüman zenginler elini kıpırdatmamış. (s.153)
Susurluk çok iyi ekilmiş. “Tamamen Rumlar oturuyor; ovanın en müreffeh köyü sayılıyor.” (s.155)
Vergiler iltizam usulüyle toplanıyor. “Fransa’yı ihtilale götüren eski sistem (fermiers-généraux sistemi), şimdi reform Türkiyesinde yürürlükte. Çok açıkça olmasa da gerçek mültezimler Ermeni bankerleri ve tefeciler; bunları da Hükümetin sivil ve (ihtiyaç halinde) askeri güçleri destekliyor.” (s.157) Rum çiftçi, komşularıyla birlikte Türk paşaları defalarca Ermeni sarraflara tercih ettiklerini; “adalet duygusuna sahip iyi bir paşa gördüğünü, fakat asla en ufak adalet duygusuna sahip bir sarrafa rastlamadığını” söylüyor. (s. 157) Sarraflar da iltizam haklarını küçük mültezimlere devrediyorlar ve sömürü zinciri tamamlanıyor.(s 158) Miri arazinin 1/10’luk hissesi, iltizam nedeniyle, çoğu kez 1/5, hatta 1/3’e dönüşmüş. (s.158)
Borçlarını ödeyemeyenler (Müslümanlar da dahil) keyfi bir biçimde hapse atılıyorlar. Tanzimat sözde kalıyor; “Bursa’da kimse Tanzimat’dan söz etmeye cesaret edemedi” (s.179). Vali Mustafa Nuri Paşa tam astığı astık, kestiği kestik bir adam. (s.183) Bu Paşa “Ermeni firması Kabakçıoğlu örtüsü altında bol bol ham ipek spekülasyonu yapmıştı.” (s.197).
Kütahya’da Yeni Şehir ağasıyla tanışıyor. “Son derece kibar ve konuşkan (communicative) biri.” “Her hususta üstün bir insan.” Antik harabelere meraklı. Bilgisi az; heyecanı çok! (s.234-235)
“Askere çağrılma, Türk kadınlarının en çok nefret ettiği ve korktuğu şey.” (vurgu yazarın, s. 236) “Bir sır değil ki çocuk düşürme Türk kadınları arasında yaygın bir uygulama.” (s.236) Kullanılan araçlar da “genellikle” biliniyor. Ebeler, yaşlı cadalozlar, profesyonel kürtajcılar vb. Kadınlar mahvoluyorlarmış. Askere gitmesin diye çocuk istemeyenler var. Pera’daki en klas Frenk doktorlar, Bursa’da yine frenk doktorlar, İngiliz konsolosu, Amerikan misyonerleri, Fransa konsolosu vb. bu konuda bilgi veriyorlar. (s.237) Köylü ordudan nefret ediyor.
Kütahya’da vali, Ermeni sarraflar ve üç dört gerçekten zengin Türk’ten başka herkes fakir. (s.268) Kütahya pazarlarında “ucuz Fransız ve İsviçre kumaşları” satılıyor. (s.272)
“Afyon Karahisar valisi Latif Efendi pazarda tekel kuruyor, fiyatları düşük tespit ediyor ve Frenk pazarları için satın almaya alışmış ajanları kovuyor. Latif Efendiyi Reşit Paşa koruyor; İstanbul’daki iki İngiliz firmadan komisyon alıyor. Onu devreden çıkararak, 1838 anlaşmasını ve “laissez faire” ilkesini uygulamak isteyen İngiliz ticarethaneleri başarısız kalıyor. Artık haşhaş yetiştirmek ve afyon üretmek kârlı bir iş olmaktan çıkıyor ve vazgeçiyorlar.” (s. 291) “Zavallı Sultanın reformcu paşalarının bu tekelleri korumakta doğrudan çıkarları olduğunu düşünmem için çok neden var.” (s. 292)
Bilecik’te Raif Bey’de yemek yiyor; rakı içiliyor. Orada karşılaştığı Mr. Garabet, 1830 ihtilali sırasında Marsilya’da imiş; tamamen “pour la liberté” bir tutum içinde. Halkların daima doğru (‘never wrong’) devrim yapacakları kanısında. (s. 342) Bilecik 1340 hane kadar; 1000 Türk, 300 Ermeni 40 kadar da Katolik Ermeni aile var. En müreffeh ve uygar Katolik Ermeniler. (s. 342)
Derebeylere övgü. “Bütün derebeyleri hırsız ve boğaz değil. Bundan çok uzak!” Karaosmanoğulları ve Pasvaoğulları övülüyor (s. 398-399).
Bursa’da Balıklı köyünde Antonaki Varsami’nin çiftliğini ziyaret ediyor; Varsami “modern çağlarda yaşayan eski bir filozof!” 35 yaşından fazla değil. “dürüst bir karakter; bir mücevher”. İstanbul’da bir Fransız terzinin diktiği elbiseleri giyiyor. İzmir doğumlu. Tüccar bir aileden geliyor. Kendisi de ticaret yapmış; dört beş yılda sermayesini kaybetmiş. Doğu’da (“Levant”da) “büyük bir haydut olmadan tüccar olunamaz” kanısına varmış. (s.431) Babası 500 sterlin vermiş; o da çiftçilik bilmediği halde bu çiftliği (“immense farm”) satın almış. Tohumluk, pulluklar, bufalolar vb. derken bütün parasını harcamış. Ücretli Bulgar çoban ve ekicileri var. Köylü (buralarda) altı aylık kredilere %15 faiz ödüyor. (s.495)
Antonaki Bektaşi tekkesi başkanı. Masonlarla işbirliği halinde. “Mollalardan, müftülerden, ulemadan ve her türlü din adamından nefret ediyorlar.” (s. 497) Sadece kurban bayramında camiye gidiyorlar. (Bunlar köylü ve alfabesiz Bektaşilerin tutumu) Türkler arasında bir çok Allaha inanmayan da varmış. (s.499) Bektaşiler “Osmanlı Devleti’nin çöküşünden memnun olurlar ve iyi bir fırsat çıkarsa bunun için komplo da yaparlar.” (s. 501)
II. Mahmut’un Yeniçeri-Bektaşi katliamı uzun uzun anlatılıyor. Şeyhülislam “her türlü aşırılığa” fetva vermiş. Mehmet Esad Efendi’nin anlatımı için “kırımın güvenilir olmayan anlatımı” diyor. (s. 504) Bektaşi tekkelerine karşı müsadereleri ve vandalizmi de anlatıyor. Boğaz’da, “Şehitlikteki şahane tekkeleri” tahrip edildi diyor. Fakat Fetvaya tamı tamına uyulmamış; Paşalıklarda hala varlıklarını sürdürüyorlarmış; hatta yer yer daha güçlü olmuşlar. Mahmut en büyük üç şeflerinin başlarını kestirmiş. Esat Efendi de bunlara sayfalarca iftira ediyor. Tekkeleri şarap doluydu diyor. Bektaşiler “zengin, tembel ve zevk düşkünü” olmuşlardı, ama “inançsız” olmamışlardı diyor. (s. 503)
Bursa civarında büyük mültezimler daha küçüğüne, onlar da daha küçüğüne (eyalet, vilayet, köy grubu) iltizama veriyorlar. Her durumda sarraflar kazanıyor. Abdülmecit’in “çok ünlü Merinos işletmeleri” (Gherdema’da), fakat ne işletmeci ne de kahya yerinde değiller. Ağa İstanbul’da yaşıyor. Sistemi Rıza Paşa kurmuş; fakat yerine gelen rakibi Reşit Paşa zamanında tamamen terkedilmiş. (s. 514) Yünü ıslah etmek fikri Rıza Paşa’dan çıktı. Paraya düşkünlüğü bir tarafa, Rıza Paşa’nın idareci yeteneğini herkes kabul ediyor. (s.515)
Oysa Reşit Paşa!? “Reşit Paşa ve adamı (‘his dependent’) Dışişleri Bakanı Ali Efendi zamanlarının çoğunu bir iş yaparmış gibi görünerek, Avrupa politikası hakkında ve bazı olası durumlarda Türkiye’nin hangi tavrı alması gerekeceği konusunda boş spekülasyonlarla geçiriyorlar. Siyaseti ince eleyip sık dokuyorlar. (‘İls filaient la politique haute et fine’—metinde Fransızca) Zavallı adamlar! Göremiyorlar ki Türkiye’nin siyaseti, kendisi hesabına, İstanbul’da değil Londra ve Paris’te, Viyana ve Petersburg’da hallediliyor ve anlayamıyorlar ki ülkenin istediği yetenekli, enerjik, dürüst yöneticilerdir.” (s.516)
CİLT: II.
Tanzimat gereği paşalar bir “şura” oluşturuyorlar. Kararları ona danışmadan alamıyorlar. Şura, “çeşitli cemaatlerden paşanın serbestçe seçtiği kimselerden” oluşuyor. Fakat başka konularda olduğu gibi, bu da faydadan çok zarar getirdi. Paşalar sorumsuz hale geldi. (s. 38)
Paşaların Ermeni sarraflara bağlılığı. Zeki bir eski Türk’ün anlattığına göre Paşaları da Ermeni sarraflar tayin ediyorlarmış. Diyor ki “Paşalar halkı soyuyorlar, fakat çok azı zengin oluyor ya da servetini koruyabiliyor. Mevkilerini elde edebilmek, devlet adamı olmak ve ikbale kavuşmak için Ermeni sarraflardan büyük borçlar alıyorlar; bazı Ermeniler veya başkaları bu büyük adamların sarrafı oluyor, parasını muhafaza ediyor, hesaplarını tutuyor ve başka her türlü işi yapıyor. Öğrendim ki Ermenilerle borç ilişkisine giren birisi bir daha belini doğrultamıyormuş.” Reşit Paşa fakir bazılarını yüksek mevkilere tayin ediyor; onlar da aynı sarraf mekanizmasından geçiyorlar. (s.43)
En iyi öğretimi Grekler gerçekleştiriyor. Ermeniler Fransız okullarına gidiyor; “peuple Français, peuple de braves” (Fransız halkı, yiğitler halkı!)” diye şarkı söylüyorlar. (s. 52) Türklerin mektep ve medreseleri çöküntü halinde.
Hakarete uğrayan Ermeniler Odesa’ya gidip Rus pasaportu alıyorlar; artık onlara kimse dokunamıyor. (s. 83)
Rumlar devlete vergi ödedikten sonra bir de Kilise’ye vergi ödemekten hiç hoşnut değiller. (s. 113)
Mehmet Ali Paşa (Reşit Paşa’nın rakibi) hakkında ilginç bilgiler var. Başlangıçda II. Mahmut zamanında iç oğlanı olarak saraya girmiş. Babası Galata’da sefil bir bakkal imiş. Yükselmiş, Tophane müşiri olmuş; o mevki aynı zamanda Çerkez köle ticaretinin en iyi yapıldığı yermiş. (s. 167) Bu yolla Mehmet Ali Paşa servet yapmış ve Sultan Abdülmecit’e damat olmuş. Tarımı modernleştirmek için İngiltere’den düşük faizle kredi alacak bir kuruluş tasarlamış: The Anglo-Ottoman Agricultural and Agricultural-loan Compagny. Bu büyük bir çiftlik alacak; buraya “on on beş temiz ve zeki İngiliz aile” yerleştirilecek. Mohaliç ile Bandırma körfezi arasında yer de bulmuş. Çiftlik üç yıl vergiden muaf olacak. Mülkiyet Müslümanların elinde olacak. Buna Ermeni sarrafları karşı çıkıyorlar “Ermeni sarraflar ortak hareket ediyorlar. Memleketin nerdeyse bütün parasını onların ellerinde bulunduruyorlar; onlar, sadece onlar İmparatorluğun bütün diğer işlerinin finansını da düzenliyorlar; bütün büyük Türkler üzerinde alacaklının borçlu üzerinde sahip olduğu nüfuza sahipler ve kesin ve kör bir şekilde paranın çok yüksek fiyatını korumaya kararlılar.”(s.178) Sarrafların, 500 kuruş için “ılımlı faiz hadleri” aylık % 8,5. (s. 178)
İstanbul’da vezirleri ziyaret pahalıya mal oluyor. Bir düzine hizmetçileri var. Hepsine bahşiş vermek gerekiyor. (s. 137) Lord Cowley’in (minister plenipotentiary), Reşit Paşa’ya her ziyareti ona 500 kuruşa mal oluyormuş. Lord Stratford’dan daha yüksek bahşiş bekleniyor. (s. 137)
Ali Paşa’yı 26 Aralık 1847’de ziyaret ediyor. Ali Paşa Fransızca’yı çok iyi (“kolaylıkla, hatta hatasızca”) konuşuyor. (s.142) Ona iltizamın kötülüklerini, köylünün sefaletini anlatıyor. İltizam için “Devlet’e daha fazla ve daha çabuk gelir getiriyor” diyor. (s. 144) Bazı bölgelerde vergi yüksek, bunları düzelteceğiz, diyor. Bir Ulusal Banka düşünülüyormuş. Fakat faizin yasak olması işleri zorlaştırıyormuş. Bir “Board of Agriculture” (Tarım Heyeti) kurulmuş; üyeleri iyi maaş (“handsome salaries”) alıyorlarmış. Bundan çok şey bekleniyor. (s.145) Yol ve demiryollarının önemini anlamış. Sultanın imalathaneler için harcadığı “milyonlarca kuruşu” yol yapımı ve tarımı geliştirmek için harcamadığına çok üzülüyormuş. (s.145) Dadyan’ın etkisi büyükmüş. Bursa valisi Mustafa Nuri Paşa çok zalim ve yiyici biriymiş; fakat Saray’da olmaktansa orada olması daha iyiymiş. Konuşulanlar bunlar. Yazar bir daha görüşememiş. (s.146) Ali Paşa hep “meşgul” imiş…
1824’te II. Mahmut büyük bankacı Duzoğlu ailesinden “iki kişinin kafasını uçurdu, ikisini de astı”. Sultanın onlara karşı öfkesi bir yandan rakipleri olan Ermenilerden, öte yandan da hesaplarındaki hile ve noksanlardan doğdu. (s. 184) Sarrafların paradan başka düşündükleri yok. Düzoğlu, Tingiroğlu, Dadyanlar ve Barutçular’ın dışında İstanbul’da altıdan fazla gerçekten ve esaslı bir şekilde zengin aile bulunmuyor.” (s.184) Amerikan “model çifliği”, Bogos Dadyan Efendi’nin açgözlülüğü, kıskançlığı ve kini sayesinde tahrip edildi.” (s.209)
Yazar tekkeleri çok geri ve gerici buluyor. “Derviş tekkelerinde her şey eski, Ortodoks ve tamamen Türk!” (s.230)
Canning’in Rusya fobisi, Reşit Paşa’nın açık Rus düşmanlığı ile uyuşuyor. Fakat kriz durumunda, Elçi’ye göre, “Reşit Paşa rakibinden daha ilkeli değil.” (.s.251-252)
Galata Saray’ı III. Ahmet, Saray oğlanlarının eğitimi için yaptırmış. Bugünkü Sultan’ın babası onu Tıb Okulu haline getirdi. Pera ve Galata Saray’daki iki askeri okulu ziyaret ediyor. Genel komutan İbrahim Paşa ile görüşemiyor. Derviş Paşa ile görüşüyor. Çok kibar ve yardımcı. Şimdiki gibi ikinci derecede değil, birinci derecede rol oynamalıydı. Fransızca’yı Ali Paşa’dan da iyi konuşuyor; aynı derecede İngilizce biliyor. Avrupa’yı dolaşmış. Üç yıl İngiltere’de kalmış. (s.274) Paşa kasıntısı yok. Herkesle rahat konuşuyor; alçak gönüllü. Yabancıları görmekten hoşlanıyor. En çok beğendiği paşa. “Basma kalıp cümlelerin dışında” konuşan tek Paşa.. Tek kusuru çok şişman oluşu..
Üsküdar Askeri Hastanesi’nde genç Türkler Baron d’Holbach’ın tamamen “ateist” felsefeyle yazılmış “Doğa Sistemi” başlıklı kitabını okuyorlar. Kitap okunmaktan aşınmış durumda. Türklerden biri Mac Farlane’e kitabı göstererek, Fransızca, “C’est un grand ouvrage! C’est un grand philosophe! İl a toujours raison!” (“Bu büyük bir eser! Bu büyük bir filozof! O her zaman haklı!”) diyor. Mac Farlane, “Bu kurumu Fransız felsefesinin hızla ilerlediğinin açık bir delilini görerek terk ettim” (s. 301) (Türkiye’de hiçbir şeyin standart olmadığını, hep iyiyle kötünün yan yana bulunduğunu belirtiyor.)
“Bizi tımarhanelerin iyice ıslah edildiklerini söylemişlerdi. İstanbul tımarhanesi, 1828’de korkunç bir yerdi.” (Manyaklar, vahşi hayvanlar gibi, hücrelere kapatılmışlar; tehlikeli olanlar zincirlere bağlanmış) 1828 tarihli kitabında ayrıntı vermiş. 1842’de bazı tımarhaneler kapatılmışlar. Erkekler ruh hastaları Süleymaniye Camii’nde, kadınlar da Haseki Camisi’nde toplanıyorlar. “değnek ve diğer bütün zalim muamelelerin yasaklandığını kendisine söylemişler.” Fakat doğruluğunu garanti edemem, diyor) (Londra ve Paris tımarhaneleri hakkında da bilgi veriliyor) (s. 305)
Harb Okulu (Senior Military School) Tarabya ve Büyükdereye giden yolun sağında. Çirkin bir bina; fakat koridorlar ferah, dershaneler güzel.. Ziyaret sırasında yemekhanede öğrenciler güzel yemekler yiyorlar. Otuz öğrenci Fransızca öğreniyor. Fenelon’un masallarını okuyorlar. Öğretmenleri on yıl Paris’te kalmış bir Young Turk. Başka bir salonda öğrenciler Voltaire’in Charles XII. unu anlamaya çalışıyorlar. (s.275) Ayrıca Fizik laboratuarında (Gabinetto Fisico) güzel elektrik araçlar ve malzemelerle donanmış. Eserlerin çoğu Fransızca, bir azı İngilizce, çok azı da Almanca. (Moniteur Universel; Vauban; Encyclopédie Méthodique; Maxime de Turenne; Foy vb.) (s.276) Sınavlar sırasında Sultan için de bir koltuk konmuş. Bu okul üç dört yıl önce açılmış. Henüz çocukluk devresinde. 101 öğrencisi var. Bunlar “hal ve tavırları itibariyle basit ve kaba. (s.277) hiç birinde bir Türk efendisi (gentlemen) hali yok. 17-21 yaşlarındalar. Yaşlı hoca Signor Mahony, askeri tatbikatta çok az yetenekliler demiş. “Askeri öğretimi dört Fransız sağlıyor. Topçuluğu bir Prusyalı öğretiyor. Resim hocaları da sanatı çok zayıf bir İspanyol.” (s.277)
Junior Military School (Askeri lise ve orta okul), Dolmabahçe’nin bir mil kadar uzağındaki tepelerde kurulmuş. Burası da temiz ve düzenli. Okula bağlı küçük bir de cami var. (Senior okulda yok) Buraya on iki yaşında 200-300 kadar öğrenci giriyor. Beş yıl okuyup üst sınıflara geçiyorlar; orada da dört yıl okuduktan sonra yüzbaşı rütbesiyle çıkıyorlar. (s. 278) Tüm masraflarını Sultan karşılıyor. Fakat tüm desteğe rağmen öğrenciler gönülsüz (heartsick and abscond). Okulda sadece Müslümanlar var. Sultan Mahmut kötü bir durumdayken Batılı parlak bir diplomat ona bir “Hıristiyan bir alay” kurmasını; Hıristiyan reayayı da askere almasını önermiş. Yazar katılmıyor. Reaya silahları birbirine çevirir. Ayrıca Osmanlıdan da nefret ediyorlar. Örneğin bir Rus savaşında Rumlar Osmanlıya ateş ederler. Bu Müslümanlığın sonu olur, diyor. (s.279)
“Galata Saray’da olduğu gibi, öğrenciler fakir ailelerden geliyorlar. Kayıkçıların, hamalların, ayakkabıcıların (“papoush maker”) vb. çocukları. Pera’lı Frenk bir öğretmen her iki okuldaki kibar ailelerden gelenlerin sayısının 6-7’yi geçmediğini söylemiş; başkaları da “ıslahatçı hükümet en ham maddeyi başkalarına tercih etti ve eğitimsiz, bağımlı fakir ailelerin çocuklarını, üst sınıfların çocuklarından daha itaatkar ve uysal buluyorlar” demişler. (s. 280) Resim hocaları (Peralı bir Fransız) çocukların uysallıklarını ve zekalarını övmüş; “fakat onur konusunda duyarsız olduklarını, cezadan utanmadıklarını” söylemiş. (s.280) Öğrenciler “hemen tamamen” İstanbul’dan; çünkü Bursa, Kütahya, Konya, Şam, Edirne, Selanik vb. de okullar açılmış. Hepsi uydurma! (fudge). Sultan yapılsın demiş; bir şeyler yapılmış; Türkler de “bitmiş” gözüyle bakıyorlar.. (s. 281)
Herkesin portresi yapılıyor. Reşit Paşa’nın vb. de! “Neredeyse her düzgün aile evinde” Sultan’ın bir portesi var. “Haliç’in sol tarafında, Yahudi mezarlığının altında Mahmut’un halefi ve kuzeni Selim’in açmış olduğu küçük bir askeri okul var. Hiç girememiş.” Yazar hiçbir şey yok; herhalde göstermeye utanıyorlar, düşüncesinde. (s.286)
Tophanedeki deniz okulunu serbestçe geziyor. Yeni kaptan Halil Paşa okulu ıslah etmek istiyor. Bina Ermeni ustaların elinde. Her türlü inşaat işleri, büyük sarrafların desteklediği ve kazancı paylaştıkları Ermenilerin elinde. Bu sarraflar her hükümet kurumunun saçmalıklarını kışkırtıyor ve onları borca sürüklüyorlar. Türkçe bilen matematik hocası Mr. Sang sanayiye ilgi gösterince Dadyan’lar onu Zeytinburnu imalathanelerine sokmuyorlar; işe yaramaz (aylak) hale getiriyorlar. (s.288-289)
Darülfünun’un açılması ile ilgili bilgiler var. İngiltere’den gelirken bunun Journal of Constantinople’da hikayesini okumuşlar ve İstanbul’a varana kadar açılacağını düşünmüşler. Karar Reşit Paşa’nın önerisi ile Abdülmecit tarafından alınmış. Ayasofya civarında, “eski Yeniçeri barakalarından biri” mekan olarak seçilmiş ve ilk taş “büyük bir merasimle” 1 Eylül 1846’da konulmuş. (s. 292) Mimar olarak da Lombardiya’lı Fossati seçilmiş. Fakat çok geçmeden Fransa’dan yeni bir İhtilal haberleri gelince çalışmalar durdurulmuş; fakat yazar Temmuz ayında şehri terk ederken yeniden başlanmış!? (s.292) “Darphane (İmperial Mint?) emini Düzoğlu, her zamanki dalkavukça aceleciliği ile, mimara bir Madalya hazırlaması talimatını vermiş”; o da “tasarlanan şekilde üniversite binasını, ona bitişik Ayasofya kubbesini, Topkapı Sarayı’nın ve limanın bir kısmını, civardaki binaları gösteren çok güzel bir madalya yapmış.” Madalyanın arka tarafında da haliç’i resimlemiş.” (s.293) James Robertson (Darphane gravürcüsü) tasarıyı gerçekleştirmiş.. Yazar burada bir not düşerek o sıralarda “bir madalya ve nişan çılgınlığı vardı” diyor. Sultan her türlü insana madalya veriyormuş. Kürdistan’da da Bedir Hanla savaşan bütün subaylara madalya verilmiş. Bunları da Fossati yapmış; madalyanın üzerinde üzerinde sadece dağ tepeleri resmi varmış.. (s.293)
Beylerden ve efendilerden oluşan ve yüksek maaş alıp hiç bir şey yapmayan bir “Eğitim Kurulu” yaratılmış. (s. 294)
“Her Müslümanın dini duygularının tamamen fanatizm ve her fanatizmin de delilik olduğu, Reşit Paşa ekolünün dogmalarından biriydi.. Sultan Mahmut zamanında, hatta çok önce, yalancı şahitlere düşmanlarının deli olduğuna dair yemin ettirerek onlardan kurtulmak alışılmadık bir durum değildi” (s. 305-306)
Paşa çiftlikleri: Hüsrev Paşa’nın çiftliği son derece bakımsız; Reşit Paşa’nınki daha da kötü. (s. 384-385) Bakımını (!) Bodos Dadyan’a bırakmış; o da çiftliği “tahrip (‘destroy’) ediyor”muş! (s.386) Reşit Paşa, samimi olduğu Guizot’dan tarım uzmanı istemiş; o da François Barreau’yu önermiş; 1842’de Paris’te, ayda bin kuruş (“hayli düşük ücret”) üzerinde anlaşmışlar; güzel bir ev ve tarım ihtiyaçlarının karşılanacağı da vaat edilmiş; fakat, Barreau büyük sürprizlerle karşılaşmış. Reşit hiç para bırakmadan Paris’e gitmiş. Barreau Robinson gibi yaşıyor. Bogos Dadyan, Reşit Paşa sadrazam olduktan dört beş hafta sonra çiftliği 75 000 kuruşa (yani normal kiranın on katına) kiralıyor. Barreau’yu atıp yerine cahil bir Ermeni getiriyor. Dört yıllık emek boşa gidiyor; amaç Reşit Paşa’yı satın almaktı, diyor yazar. (s. 389-390)
Her vesileyle dine inancın azaldığı anlatılıyor.
Tüm paşalar sarraflara borçlu. “Dadyanların kalabalık hanedanı, güçlü ittifakları ve bağlantıları ile her yerde etkililer ve en cesur yüreklerde bile terör salmaya yetecek bir alacaklılar ağı kurmuş bulunuyorlar.” En büyük krizlerden bile sapa sağlam çıkıyorlar. (s.600-601)
Zeytin burnu, Makriköy (Bakırköy), İzmit, Hereke’deki “emperyal” fabrikalar.. (ipek, dokuma, cam vb.) Hepsi sefalet içinde. “İngiliz, Fransız, Alman, İtalyan makineler bunlarda karmakarışık bir arada duruyor ve bunları ancak ithal edilmiş Avrupalılar doru dürüst çalıştırabiliyor.” (s. 464) Ahmet Fethi Paşa’nın cam fabrikası var. O da Avrupa’dan makineler ithal etmiş. Yazar bu arada Fourier’nin doktrinini anlatan bir kitap ve iki üç komünist risaleye rastlamış. (s. 468)
Tekeller kağıt üzerinde kaldırılmış; gerçekte devam ediyor. “Tekellerin bir çoğu eski ve zararlı varlığını sürdürüyor ve sarsıldıkları hallerin çoğunluğunda da Ermeni kapitalistler (sic) kandi başlarına yeni tekeller geliştiriyorlar.” (s.613)
“Sultan şiddetle para ihtiyacı içinde kıvranırken, Rothschild Bankası bazı Karadeniz bakır ocaklarının belirli bir süreyle sadece işletme hakkı mukabili büyük bir borç vermeyi önerdi.” (s.614) Bunlar pek kâr getirmiyorlar. Fakat “sacred vakıf mülkiyeti” olarak Ermenilere iltizama veriliyorlar. Mülkiyet güvenliği yok; insan insana güvenmiyor; dinin bir parçası olan kanunlar çiğneniyor ve bu da “Allaha olan inancı sarsıyor; bütün sınıfları ölü bir fakirlik ve zaruret sınırına götürüyor.” (s. 614) “Feshane (Eyüp), düzenli, kurallı ve hareket içinde olan tek fabrika.” (s.622) Katolik Ermeniler, “sayıları az olmakla beraber, daha zengin, daha okumuş ve daha kârlı işler bulma yeteneğinde” insanlar. (s. 622)
Mac Farlane’in bu kitabını İstiklal Caddesinde eski kitaplar satan bir sahafta gördüm; bin iki yüz dolar fiyat biçilmişti. (Temmuz 2003)