OHSSON, IGNACE MOURADJEA

ANASAYFA

OHSSON, IGNACE MOURADJEA, D’; Tableau Général de l’Empire Ottoman; Paris, 1788. 7 Cilt.

Osmanlı devleti konusunda yazılmış en iyi eserlerden biri. Hatta XVIII. yüzyılla ilgili olarak, en iyisi denilebilir.

Yazar bir Osmanlı Ermenisi. Michaud’nun Biographies Universelles’de (cilt: 29) verdiği bilgilere göre 1740’da İstanbul’da doğdu. Babası ticaretle uğraşıyordu ve İzmir’de konsolosluk yaptı. Kendisi de genç yaşta İsveç elçiliğine girdi. Daha 24 yaşındayken Şark dillerini öğrenmiş, Osmanlı vakayinamelerini okumuştu. Yabancıların yazdıkları kitaplarda Osmanlı yönetimindeki halklarla ilgili yanlışları görerek bunları düzeltme kararı aldı. Fakat İsveçli bir diplomat ona daha geniş bir proje kabul ettirdi. Avrupa’ya Türk uygarlığı hakkında “kesin ve kapsayıcı” bir fikir verecek bir eser önerdi. Osmanlı’nın içine kapanıklığı, ön yargıları, cehaleti vb. göz önünde bulundurulursa zor iş! Fakat D’Ohsson hem Türkçe biliyor, hem de işi icabı devlet ileri gelenleriyle temas halinde. Yani bunu başaracak güçte! Dürüst bir insan ve paraya da ihtiyacı yok. Bu koşullarda Osmanlı defterleri kendisine açıldı. Kendisine bir hukukçu (Fakih) ve bir ilahiyatçı (Kelamcı) özel olarak yardımcı oldular.

D’Ohsson 1782’de İsveç elçiliğinin maslahatgüzarı oldu. 1784’te de Paris’e giderek çalışmalarını derinleştirdi. 22 yıl boyunca malzeme toplamıştı. Artık eseri kaleme dökmek zamanı gelmişti. “Jacques Mallet Dupan ve hizmetine aldığı akıcı kalemli bir rahibin yardımıyla Tablo’sunun ilk kısmını bitirdi.” (1787-1790, 2 cilt. Fol. 137 gravür, 57 bölüm).

 Eserine Multeka’yı esas almıştı. Fakat daha sistemli ve açıklamalı bir sunuş yaptı. Lüks baskı büyük tirajı önledi; fakat kendisine daha büyük bir şöhret sağladı. Eseri İngilizce ve Almanca’ya çevrildi. (Oriental Antiquities and the General View of the Ottoman Customs, Laws and Ceremonies, Filadelfiya, 1788.  3’üncü bölümü içermiyor.)

Kouleli adlı, İstanbullu zengin bir Ermeni kızla evlenmiş ve kayınpederinin servetini Fransa Hazinesi’ne emanet ettirmişti. Bu yüzden kayınpederine de Saint-Louis nişanı verilmişti. Fakat ihtilal olunca oraya gidemedi. 1795’te İsveç elçisi oldu. III. Selim ona son derece itibar gösterdi. Kitabına sahip çıktı ve bütün kaynakları ona açtı.

D’Ohsson tekrar Fransa’ya ancak 1799’da gidebildi. Aile servetinden orada ancak kırıntılar (“de faibles débris”) buldu. Bu arada dul kalmıştı; bir Fransızla evlendi. Eşi ve ailesi Fransızca uslubu konusunda yardımcı oldular. Yeni bir çalışmaya (1758’e kadar Osmanlı tarihi) başladı. 1804’te iki giriş cildi yayınladı. Pers monarşisinin (651 Arap fetihlerine kadar dört hanedanın) uzun uzun anlatıldığı bu giriş ciltleri sathi bulundu ve çok yankı uyandırmadı. 27 Ağustos 1807’de Fransa’da ölene kadar ailesiyle yaşadı.

Oğlu Constantin de şark dillerini biliyor. İsveç’in Bruxelles’de, sonra Berlin’de elçisi oldu. Moğol tarihi hakkında eser yazdı. (L’Histoire des Mongols depuis Tchingiz Khan jusqu’á Timerlanc, 1824). Babasının eserinin üçüncü cildini yayına hazırladı.

CİLT: I. 

Bu ciltte Necmeddin Ömer Nesefi’nin (ölümü 1142) Akaid’ine dayanılarak İslam inançları (dogmaları) anlatılıyor. Önce Ebu Hanife’nin Fıkh-ı Ekber’i var. Buna dayanarak Ebu Mansur Maturidi ve Ebu’l Hasan al-Aşari (ölümü 936) eserler yazdılar.

Nesefi’nin, Taftazani (1405’te Buhara’da öldü) tarafından yapılan tefsiri Osmanlı ulemasının en çok beğendiği tefsirlerden biriydi ve Osmanlı devleti çökene kadar Osmanlı medreselerinde okutulmuştur. Bunun dışında Khayali’nin tefsiri de çok beğenilenler arasındaydı.

Akaid’de (37. Akide) İmam’ın (Osmanlılar hala sultanlarına ‘Zill’ullah’ diyorlar) zulmü (tiranisi) onun tahttan indirilmesini gerektirmez. (s. 290) Bu ona kutsal bir statü veriyor.

32. Akide: gerçek Hilafet sadece 30 yıl sürdü; sonra tahakküm, emaret vb.. (Peygamber hadisi) (s. 212)

33. Akide: İmamlığın koşulları.

34. Akide: İmam görünür (gizli değil) olmalı (Şiiliğe karşı).

İslam hukukunun ortaya çıkması Hicret’in ikinci yüzyılında oldu. “Dört mezhebin statülerine göre daha sonraki fakihler ‘evrensel kod’un yapılmasına çalıştılar ve bugün tüm İslam Hukuku’nun dayandığı bu kitabı veriyoruz. (s. 3) İslam Hukuku dört temele dayanıyor:

I) Kuran;

II) Hadis veya Sünnet;

a) Kavl (söz);

b) Fiil veya sünnet;

c) Takrir (sükût).

Hadisler dört sınıfa ayrılıyor. A) Hadis-i Mütevatire: “Hicret’in ilk üç yüz yılında genel olarak ve aynı derecede bilinen, itiraf edilen ve öğretilen Hadis’ler.”; B) Hadis-i Meşhure: “İlk asırda bilinmekle beraber, ancak bunu izleyen iki yüzyıl içinde kabul edildi ve öğretildiler”; C) “Haber-Vahid”: “İlk asırda az; izleyen iki asırda daha da az bilinen, çok kısmi olarak uygulanan Hadisler; D) Hadisi Mürsel: Hicet’ten sonraki iki yüzyılda az; ilk yüzyılda daha da az bilinen Hadis’ler. Bunlar, ilk üç kategoride olduğu gibi, kesiksiz bir çizgi halinde Peygamber’e kadar uzanmıyor. (s. 7)

Hadis’leri Ashab veya Sahabe ya da Tabiin denilen izleyiciler bir araya getirmişler. “Muhaddis” denilen en önemli altı tanesinin hazırladığı Hadis Mecmuası “Kuttub sitte-i Mutebere” adını taşıyor: Buhari, Ebu Davut, Termidi, Nisayi, Kazvini ve Sahih Müslim. Buhari’nin Mecmuası ilk sırayı alıyor ve “Buhariyi Şerif” adı altında Kuran’dan sonra gelen kutsal kitapların birincisi olarak kabul ediliyor. (s. 8)

III) İcmaı Ümmet: Özellikle ilk dört Halife zamanında kabul edilen ortak içtihatlar.

IV) Kıyas (veya Makul): Müçtehitlerin kararlarından oluşan mecmualar.

Bu kitaplardan ilk ikisine “Katiye”, diğer ikisine de “İçtihadiye” deniyor.

İmamlar yedi sınıf halinde bir hiyerarşi olşturuyorlar. İlk sınıfta dört mezhebin kurucuları bulunuyor.

II. Mehmet zamanında, 1470’de, o dönemin en bilgili alimlerinden  Molla Hüsrev sayısız dini kitabın içeriğini birleştirerek bir “genel kod” yaptı. Bunun “kutsal” kabul edilen kanunları hem ibadat hem de kamu yönetimini alanını kapsıyordu. İçerdiği şeylerin kıymeti dolayısıyla, esere “Dürer” (inci) adı verilmişti. Fakat ibadet ve ahlakla ilgili bazı konular yeterince işlenmediği için, Kanuni Süleyman devrinde Şeyh İbrahim Halebi ilk üç sınıf imamın bütün içtihatlarını bir araya getirdi. Ayrıca bunu izleyen üç sınıf imamın düşünce ve yorumlarını da nakletti. Eser “Multeka-ul Ubhur” (denizlerin buluşması) ismini taşıyor. Halebi 1549’da öldü. Multeka, İmparatorluk’ta uygulanan ve her alanı kapsayan tek hukuk kitabı. (s. 23)

Toplumsal kategoriler: Önce insanlar ikiye ayrılıyor:

A) Müslümanlar;

B) Kâfirler (bozulmuş şekli gâvurlar). Tüm Müslümanlar için “El küfrü millet’ün vahdet!”, yani bütün kâfirler tek bir millet oluşturuyorlar. Bu slogan dünyanın da “Dar’ül İslam” ve “Dar’ül Harb” olmak üzere iki kısım halinde algılanmasında rol oynuyor. (s.41)

Milli ayrım:

A) Araplar. Bütün diğerlerinden birçok imtiyazla ayrılıyorlar.

B) Acemler Geri kalan herkes. (Grek-Barbar ayrımı gibi)

Siyasal ayrım:

A) Müslümanlar;

B) Zımmîler. (Müslümanların koruması altındaki gayrı müslim Osmanlı tebaası),

C) Müsteminler. Osmanlı devletindeki Hıristiyan yabancılar.

D) Harbiler. Dost da olsa, diğer bütün Hıristiyan ülkelerin tebaası.

Dini Ayrım.

A) Sünniler.

B) Şiiler (ve her türlü heretik),

C) Kitabiler: “Ehli Kitap”: Hıristiyan ve Yahudiler.

D) Mecûsiler. Zerdüşt yandaşları.

E) Abede-i Evsan Acem: Acem putperestler.

F) Abede-i Evsan Arap: Arap putperestler.

G) Mürtetler. Müslümanlıktan başka bir dine geçenler. (Ölüm cezası veriliyor)

Özel ayrım.

A) Hürriyet: özgür olanlar.

B) Rikkiyet: Köleler. Kanun millet ve din gözetmeden Osmanlı halkını hür olanlar ve köle (serf veya esclave) olanlar (rikk) diye ikiye ayırıyor. Köleler dini, cezai ve medeni kanunlara göre dokuz alt sınıfa ayrılıyor. Aynı madde insanları sekiz kategoriye daha ayırıyor: Reşit olan ve olmayanlar, akıllılar, deliler, meşru ve gayri meşru çocuklar vb.

Medeni açıdan insanlar dört sınıfa yrılıyor:

1) Şerif ve Emirler ve en ön planda yer alan fukaha.

2) Rüesa (Vezirler, üst yöneticiler),

3) Evsat-ı Sukiye: “Burjuva”lar; servetleri ya da sanayileri ile yaşayanlar;

4) Hissa: Alt tabaka halk. Serfler ve zımmiler.

En önemli fetva koleksiyonları: Zekeriyazade Yahya Efendi’nin (ölümü 1631) mecmuası; Yenişehirli Ali Efendi’nin (ölümü 1687) mecmuası; Esseyid Feyzullah Efendi’nin (ölümü 1703) mecmuası; Behçet Abdullah Efendi’nin (ölümü 1730) mecmuası. Bunlar Türkçe yazılmışlar. (s. 53) Bunlar kadılara yardımcı oluyor ve her mahkemede, Multeka’nın yanı sıra,  bunlardan iki üç tanesi (özellikle Behçet Abdullah Efendi’ninki) bulunuyor. Zaten İbrahim Halebi de ön sözünde fetva koleksiyonlarının incelenmesini öneriyor. (s.54) Multeka, Mehmet Mevkufati tarafından Türkçe’ye çevrilerek Sultan IV. Mehmet’e ithaf edilmiş. (s. 55) “Bu evrensel mevzuatı, ilgili oldukları konulara göre beş koda ayırdık.” (s. 55)

CİLT. II. Dinî Kanun: İbadat (ritüel)

Yazar bu bölümü şöyle sunuyor: “Kitabın bütünü içinde, esere daha fazla açıklık, kesinlik ve düzen sağlamak için bizim yaptığımız yer değiştirmeler, bölümler, alt-bölümlere rağmen, metin, tefsirler ve bunların varyantları, Müslümanların orijinal metinde (Multeka’da T.T.) okudukları gibi okunmalıdır; çünkü onun tamamen sadık bir çevirisini veriyoruz.” (II, 4)

Yazar Osmanlı vakayinamelerinden vizyoner bir projeyi anlatıyor. Osmanlılar ilk kez (defterdar yardımcısı Çerkes Kasım Bey’in ortaya attığı bir fikirle) Sadrazam Tavil Mehmet Paşa zamanında Don ve Volgayı birleştiren bir kanal açmaya çalışıyorlar. Paşaya Caffa sancağı verildi. Burası bir Beylerbeyliği olacak. Amaç sulh zamanı ticari; savaş sırasında ise Rusya ve İran’a karşı yararlı olacak. İşçiler de gidiyor ve üç ay içinde çalışmanın üçte biri bitiyor. Fakat Kırım Hanı Devlet Giray ürküyor ve işçiler arasında rivayetler çıkarıyor. En etkili şey, sonunda, şu oluyor: En uzun yaz günlerinde burada gün dört saat sürer; sizin namazlarınız aksar! (s. 191)

Cuma namazına iki sultan başkanlık yapmadı: III. Murat ve I. Mustafa. III. Murat iki yıl devamlı isyanlar dolayısıyla, korkusundan saraydan dışarı çıkamadı. II. Mustafa ise tam bir ahmak ve saraylıların oyuncağı idi. Görünmesini ve durumun görülmesini istemiyorlardı. (s.201)

MEDRESELER: İmparatorluğun tüm medreseleri artık sadece iki konu üzerinde işliyor: Hukuk ve ilahiyat. İlim genel başlığı altında on sınıfa ayrılıyorlar:

1) İlm-i Sarf (gramer), 2) İlm-i Nahv (Sentaks); 3) İlm-i Mantık; 4) İlm-i Adab (ahlak); 5)İlm-i Mani (retorik); 6) İlm-i Kelam veya İlm-i İlahi  (ilahiyat); 7) İlm-i Hikmet (felsefe); 8) Fıkıh; 9) İlm-i Tefsir; 10) İlm-i Hadis. (s. 467-468)

Medrese öğrencilerine “Suhte”nin bozulmuş şekli olan “softa” adı veriliyor. “Yanmış biri” anlamına geliyor; mecazi olarak da rahatsız, hasta anlamında kullanılıyor. (s. 469) Müderrisler ayda bir iki kere görünüyorlar; geri kalan zamanda dersleri hocalar yürütüyor. (s. 470)

Acem dili, şairlerin bilip kullandığı dil. İlkel Türkçe ise ne zengin ne de ahenkli bir dil; halk konuşuyor. Boğazdan çıkan sert seslere (ayn, gayn vb.) rağmen, Arapça’nın zenginliğine ve asaletine hiçbir şey yaklaşamıyor. Türkler Arapça konuşurken onu daha yumuşak hale getiriyorlar. Kureyş lehçesini öğrenmek Osmanlılar için zorunlu. “Modern Türkçe (Osmanlıca kasdediliyor. T.T.), Arapça ve Farsça’nın zenginliklerini alarak Saraylıların ve okumuş insanların kullandıkları dördüncü dil haline geldi. Bütün tarihi, bilimsel eserler, fermanlar, kararlar bu asil olduğu kadar ahenkli dilde yazılıyorlar.” (s.473)

El yazmaları ticareti sahaflar tarafından yapılıyor. “Osmanlılarda matbaanın kurulmasını bu kadar geciktiren şey, el-yazmalarının çokluğu ve bir müstanzihler kalabalığını dilenciliğe mahkûm etme korkusu oldu.” (s.494) Sahaflardan başka bir de el-yazmalarını elden satanlar var. Bunlar her şehirde dolaşıp duruyorlar. Matbaa alınırken en güçlü ulemanın onayı alındı. 1727’de Hattı Şerif çıktı. (s. 497)

II. Mustafa Malikâne sistemini getirdi. (1695). Yazar övüyor. Sistem selatin vakıflarının büyük bir kısmına da uygulandı. Bunu atalarının tüm vakıflarına yaymak niyetindeydi; fakat siyasal kaygılarla durduruldu. III. Mustafa babasının lanetlemesine aldırış etmeden vakıfların iyiliğini düşündü ve 1759’da Kızlarağası’nın kontrolündeki tüm vakıfları hayat boyu malikaneye dönüştürdü. Fakat I. Abdülhamit, tahta geçer geçmez, Saray halkının ısrarı ile Kızlarağası’nın tüm yetkilerini iade etti. (III. Mustafa teftiş yetkisini defterdara vermişti.) “Böylece Kızlarağası, genel yönetimine bağlı ayrıcalıklara, her yıl, özellikle vakıfların yönetimsiz kaldığı ya da malikâneye çevrildikleri zaman kendisine düşen geniş haklardan yararlanmayı da kattı.” (s. 536)

Vakıflar bir “vakfiye” (kuruluş tüzüğü) ile kuruluyor ve üç çeşit: 1) Camilerin vakıfları (Milletin “biens ecclésiastiques”i); 2) Amme vakıfları (fakirler için); 3) Adî (coutumiers) vakıflar. (İlk iki vakıf tipi “şer’i”, üçüncüsü “adi” vakıf adını alıyorlar.)

I) Her vakıf kurucu, “vakfiye”ye istediği hükümleri koyabiliyordu. Önce bir idareci (mütevelli) seçiyor, sonra da buna bir nazır (nezaretçi) tayin ediyordu. Mütevelli nazıra altı ayda ya da senede bir kere hesap veriyordu. II. Mehmet, I. Selim ve Kanuni Sultan Süleyman adlarını taşıyan camilerin vakıfları için Harem Kahyasını mütevelli; sadrazamı da nazır olarak, hayat boyu kaydıyla, tayin ettiler. II. Beyazıt ve I. Ahmet Şeyhülislamı nazır yaptılar; mütevelli olarak da birinci, ulemaya başkanlık yapan kahyayı, ikinci ise İstanbul gümrük eminini tayin ettiler. Diğer bütün sultanlar camilerinin ve vakıflarının nezaretini önce Kapıağası’na sonra da Kızlarağası’na tevdi ettiler. (Birinci beyaz hadımların, ikinci siyah hadımların şefi). III. Murat zamanında, 1591’de, Kızlarağası, Kapıağasının yerini aldı. (s.525-526) III. Murat, Kızlarağasına Mekke ve Medine’nin bakımı ve fakirlerine yardım için kurulmuş vakıfların nezaretini da verdi. Bu yüzden kızlarağası “Haremeyn-ü- şerifeyn” ünvanını aldı. (s. 526)

Defterdar Kapısı’nın 33 bürosundan üç tanesi vakıflara ayrılmış. Birincisi, Haremeyn Muhasebesi, tüm (İstanbul ve Avrupa) sultan camilerini kapsıyor. İkincisi, Haremeyn Mukataası Kalemi, Asya ve Afrika vakıflaını kapsıyor; 3) Tüm imaretlere bakan Küçük Evkaf Muhasebesi Kalemi. (s.528)

Sıradan cami ve mescitlerin kurucuları da yanı kurallara uydular. Bunlarda bazıları kendilerini mütevelli yapıyorlardı. Bunlara vakfı meşrute; eğer idare çocuklarına geçecekse vakfı meşrute-i evladiye deniliyordu. Bu sonuncular müsaderelerden kaçmak amacını taşıyor. (s.530) Fakat, buna rağmen, sahibinin ölümü sırasında vakıflar inceleniyor ve “eğer aileye tahsis edilmiş avantajlar birazcık olsun yüksek görünürse, Sultan, kamuya ayrılmış kısma dokunmadan, onu sıkılmadan Hazine’ye geçiriyordu.” (s.531)

Vakıf haline getirildikten sonra devamlı olarak dini kurumların yararına kullanılan beylik topraklar da bulunuyor. Bu vakıfların gelirleri bu beylik arazilerin tabi olduğu vergi ve diğer kamusal yüklerinden oluşuyor. Bunlar İmparatorluğun çeşitli eyaletlerinde sayısız şehir, kaza, kasaba, nahiye vb. içeriyorlar. İlk altı sultan zamanında yönetimleri emanet kurumu ile yapılıyordu. Fatih Sultan Mehmet zamanında, mukataa yoluyla, yıllık iltizama verildiler. Çok suistimaller oldu. 1695’te II. Mustafa malikane sistemini (hayat boyu tasarruf hakkı) getirdi. (s. 532-533)

Her vakıf fazla gelir getiriyor. “Fazla” veya “zevaid” her camide bir “dolap”ta saklanıyor ve bu “dolap”ı mütevelli ya da nazır elinde bulunduruyor. (s. 537) “Yıllık 80, 100 ya da 120 bin kuruş geliri olmayan sultan camisi yok!” Bazı takribi cami vakfı gelirleri: Sultan Ahmet Camii 150 000; Selimiye 200 000; Süleymaniye 250 000; Beyazıt Camii 300 000; Ayasofya bir milyondan fazla kuruş. Yıllık masraflar bunların hiçbir zaman yarısını veya en fazla üçte ikisini geçmiyor. “Fazla”nın önemli bir kısmı nazır ve mütevellinin ceplerine gidiyor. (s.538) III. Mustafa vakıfların büyük bir kısmını malikaneye çevirince kızlarağasına 200 000, yazıcı efendiye (baş hizmetçisi) de 100 000 kuruşluk bir maaş bağladı. I. Abdülhamit malikane sistemini kaldırınca bunları da kaldırdı. (s.539)

Kızlarağası’nın sorumluluğu çok büyük: Beş yüzden fazla cami ve bunlara bağlı vakıfları yönetiyor. Her Çarşamba mütevellileri topluyor ve onlarla Haremeyn Divanı yapıyor. Ayrıca müfettişler var. Biri Bursa’da biri de Edirne’de iki delegesi bulunuyor. Bunlara da müfettiş deniyor. (s.540)

Sadrazam ve şeyhülislamın da müfettişleri var ve teftiş ettikleri vakıflarla ilgili her ihtilafı kesin olarak çözüyorlar. (s.541) Kızlarağasının Saray’da korunan Haremeyn dolabı, tek başına birkaç milyonluk bir “obje” oluşturuyor. Son zamanlarda Devlet ondan borç alıyor!

Bütün bu vakıflar her yıl ya yenilerinin bunlara eklenmesiyle, ya tasarruflarla ya da vakıflara yapılan bağışlarla büyüyorlar. (s. 542)

II) Amme Vakıfları: Fakir halk yararına ve toplumun refahına hizmet etmek üzere kurulmuş vakıflar: Çeşmeler, kuyular, mezarlıklar, hastaneler, okullar, köprüler, hanlar, imaretler, sebiller, aşhaneler, bazı derviş tekkelerine bağlanan rantlar, Kuran kursları, kaleler, kale tamiratı vb… (s.542) Kurucular genellikle beyler, paşalar ve diğer yüksek rical. Yönetimleri camilerinkine benziyor. Kurucu istediğini mütevelli yapıyor. “Hatta, cami vakıflarında olduğu gibi, onu sadece kendisine tahsis edebilir veya vakfı  karısı ya da çocukları yararına kullanabilir.” (s.542)

Her mütevelli, eğer nazır yoksa, bulunduğu yerin mollasını veya kadısını kullanabilir. Mülkiyet Allah’a geçmiş sayıldığı için vakfın satışı, devredilmesi vb. mümkün değil. Sadece değiştirilebilir. (s.549) Faiz yasak olduğu halde vakıflarda göz yumuluyor. Vakıfların parası en çok % 15 faizle işletilebilir ve aynı faiz oranıyla borç alınabilir. İşletilen paranın sağladığı gelirle vakfa ilaveler yapılırsa bunlara “Vakfı Fer’i” deniyor. (İlk kısım “Vakfı Asli”) Fer’i vakıflar gerekirse satılabilir.

III) Vakfı Adî. Diğer vakıflar.

Bütün vakıf hukuku fetva mecmualarında, özellikle Behçet Abdullah Efendi’nin koleksiyonunda bulunuyor.

Bu vakıflarda camiler bir mülkü yarı fiyatına satın alıyorlar ve onun tasarrufunu belli bir icar karşılığı satıcıya bırakıyorlar. Bu kiranın miktarı, ödeme süresi ve tarzı mukavelede yer alıyor. Yıllık olabildiği gibi, bir defaya mahsus da olabilir. Bu yol karlı olduğu için pek çok kişi (gayrimüslimler de dahil), çoluğunu çocuğunun miras hakkını unutup bu yola tevessül etmişler. D’Ohsson “bugün gayrımenkullerin çoğu bu satüde” diyor. Bu durum idarecileri güçlendiriyor. (s.561)

Adi vakıflarda vakıf yapanın çocuğu yoksa vakıf “mahlul” sayılıyor. Torununa bile geçemiyor. (s.599)

CİLT: III.

Bu ciltte dualar, hac  vb. gibi İbadat sorunları inceleniyor.

Cilt:IV-I. (1791)

Osmanlı ticaret ile ilgili açıklamalar. Ticaret bütün İmparatorluğa yayılmış olan kervanlarla yapılıyor.  “Bu ticari operasyonlarda her şey basite irca edilmiş durumda. Tüccarlar sattıkları ve satın aldıkları şeyleri kısa notlar olarak kaydediyorlar. Ödemeleri parayla veya malla yapıyorlar… En zengin, en çok ticaret yapan tüccarın bir defteri, en çok iki komisi var. Senetin ne olduğu hakkında yetersiz bilgiye sahipler; deniz taşımacılığında sigortanın yararları hakkında da tam bir cehalet içindeler. Grekler deniz ticareti ve balıkçılıkta, Ermeniler de kervanlarla yapılan kara ticaretinde ihtisaslşmış durumdalar.” (s.206) Kurtiye (simsarlık) görevi de Yahudilerin elinde. İmparatorluğun hemen tüm ticareti onlar tarafından yapılıyor. Tüm ulusların tüccarlarının unsurlarını oluşturuyorlar.” (s.208) Borsa, tahvil, agio, kamu borçlanması vb. gibi şeyler yok. “Dış ticaret hemen bütünüyle yabancıların elinde” (s.209) Para (döviz) kuru sadece yabancılar için mevcut.

Gemicilikte Müslümanlar geri. Kabotaj hakkı Fransız ya da Raguza’lı gemilere verilmiş. “Okumuş ve ihtiyatlı Osmanlılar bu gemileri ve kaptanlarını, kendilerinkine tercih ediyorlar. Hükümet bile onlara daha çok güveniyor ve genellikle mühimmat ve akaryakıt, özellikle de başkent için gerekli hububat nakliyatı için bu gemilerden yararlanıyor.” (s.218)

Tarım pek ileri değilse de Avrupalıların sandığı kadar geri de değil. “Devletin her tarafında bolluk hüküm sürüyor; kıtlık nadiren kendisini hissettiriyor. Avrupalıların İzmir’de, Mora’da ve İmparatorluğun çeşitli sahillerinde  gemilerine büyük miktarlarda hububat yüklemedikleri yıl yok. Bu ihracat yasak olmakla birlikte, hükümet, özellikle bolluk yıllarında buna gözlerini kapayarak akıllı bir politika yürütüyor.” (s.219) Devamlı “keyfi müsadereler” tarımı kötü etkiliyor. İstanbul kadı naibi Unkapanı’ndaki bürosunda fiyatı keyfi olarak saptıyor ve unu yine keyfi bir şekilde fırınlara dağıtıyor. (s.221)

Her yıl Volo, Selanik, Karaağaç, Rodos, Varna’da bin ton buğday alınıp kıtlığa karşı depolanıyor. Ancak 20 paraya alınan bu buğday, fiyatların en yüksek olduğu sırada fırıncılara 35, 40, 45 paraya satılıyor. (s.223)  Bu ticarette kapıcıbaşılar, “mübaayacı” olarak hem illegal komisyon alıyor, hem spekülasyon yapıyor, hem de rezervden çalıyorlar. (s. 224)

“Şaşırtıcı bir şekilde, İdare, İmparatorluk’ta kumaş imalathaneleri kurmayı hiç düşünmedi. Sadece Selanik’te Yeniçeriler için kaba kumaşlar üreten bir imalathane var.” (s. 228)

Mimar Ağa bütün mimarların başı. Bütün inşaatlar (yüksekliği, sacağı, balkonu vb.) onun iznine bağlı. Çok kazançlı bir meslek. Her yeni bina için komisyon aldığı gibi, bol rüşvet de alıyor. (s. 236) Bütün yüksek zabıta ajanları (Yeniçeri Ağası, Bostancıbaşı, Galata Voyvodası) da, eski bir adete göre,  kendi hukukları altındaki bölgede yapılan her bina için komisyon alıyorlar. (s.237)

Dansözler (Çengiler) genellikle Müslüman değil. Evinde çengi oynatmak isteyenler, Yeniçeri ağasına, özellikle de Karadeniz’e kadar boğaz kıyısını kontrol eden Bostancıbaşı’na rüşvet veriyorlar. (s.427)

CİLT: IV- II. Hiyerarşi..

Kanuni Sultan Süleyman’a kadar ulemya iki kadı asker riyaset ediyordu. Kanuni, İstanbul müftüsünü bir numara yaptı. (s.485)

Müderris olmak için bir sınavdan geçiliyor. Sınav için bilinmesi gerekli kitaplar: Multeka, Dürer, Kadı Beydavi’nin eseri, Mutavvel Arap edebiyatına dair ünlü bir kitap  vb. Bunlar İmparatorluğun “en çok beğenilen” kitapları. (s.489)

Hakimliğin beş, müderrisliğin de altı derecesi var.

Şeyhülislamlar azledildikleri zaman, manevi otoriteleri dolayısıyla, İstanbul’dan sürülüyorlar. Genellikle Ege’de bir adaya gidiyorlar. Sadrazam ve yeniçeri ağaları için de aynı şey geçerli. İlk defa III. Ahmet bazı eski müftülere Boğaz’da oturmak hakkı verdi. I. Abdülhamit de kışları şehirde kalmalarına izin verdi. (s.507) Müftünün emrinde bir sürü memur var. En önemlileri Şeyhülislam kahyası, telhisçi, mektupçu, fetva emini. (s.508)

Hakimler beş derece:I) Birinci derece hakimler: 1) Sadrı Rum: Rumeli kazaskeri; 2) Sadrı Anadolu: Anadolu kazaskeri; 3) İstanbul Kadısı (İstanbul Efendisi). Belediye reisi görevleri de var. İstanbul’un iaşesi için üç yardımcısı var. Unkapanı naibi, Yağkapanı naibi, Ayak naibi (ölçü, fiyat ve kalite kontrolü yapıyor); 4) Mekke ve Medine mollası; 5) Edirne, Bursa, Kahire, Şam (Biladı Erbaa) mollaları. Eskiden bu mevkiler devamlı imiş. Sonra suistimali önlemek için değişken olmuşlar. “Üst makamlarda doğuş ayrıcalığı hemen her zaman ağır basıyor. Molla, müderris gibi en önemli mevkiler bugün fiilen büyük ailelerin mülkü haline geldiler. Öğrenimini hep evde alan çocukları, deyim yerindeyse beşikte iken müderrilik zümresine adım atıyor”. (s. 546) Vezirler, paşalar ve tüm diğer devlet ricali için de durum farklı değil.

Azledilen (mazul olan) mollalar İstanbul’da yüzü aşkın bir grup oluşturuyorlar ve yeniden iktidara gelecekleri günü bekliyorlar. Bunlardan en itibarlıları Rumeli Kadıaskerliği yapmış olanlardır. En yaşlıları Reis’ül Ulema titrine sahiptir. Şeyhülislamdan sonra ulema heyetinin en önemli kişisidir. (s. 549) Şeyhülislamlığa gelmeleri lazım; fakat Sultan istediğini getiriyor. III. Ahmet’ten sonra sıraya çok dikkat edilmeye başlandı. Şerif’lerin (veya Seyid ve Emir) topluluğu başkanı da Nakib’ül Eşraf adını taşıyor. İmparatorlukta çok fazla sayıda emir var.  “Ulusun 1/30’unu oluşturdukları sanılıyor”!?  (s. 564) Dilenciler arasında bile mevcutlar, diyor D’Ohsson.

II) İkinci derece hakimler: On şehrin mollaları. (Bağdad, Belgrad, Sofya vb..)

III.) Üçüncü derece hakimler: Müfettişler. 3 İstanbul, 1 Bursa ve 1 de Edirne de mahkemelerde bulunuyorlar ve vakıf ihtilaflarına bakıyorlar.

IV.) Dördüncü derece hakimler: Sıradan kadılar.

V) Beşinci derece hakimler: Naibler. (s.586)

Din adamları: 5 kategori.

1) Seyh veya vaiz. Camilerde vaaz veriyorlar.

2) Katipler: İmam’ül Cuma;

3) İmam: namaza riyaset eden hizmetliler;

4) Müezzin;

5) Kayyım. Dini mekanların koruyucuları. (s.586-592)

“Bütün Osmanlı sultanları içinde, ulema cemaatinin ayrıcalıklarına dokunma cesaretini sadece Selim I, Murat IV. ve Mehmet V. gösterdiler.” (s. 603) Murat İznik kadısını astırdı; Şeyhülislam Ahizade Hüseyin Efendiyi önce sürdürdü; sonra boğdurdu. IV. Mehmet İstanbul kadısını  (Sadrünnisazade Ruhullah Efendi) astırdı. Şeyhülislam Hocazade Mesut Efendi de Bursa’da öldürüldü.

İlk padişahlar döneminde ulema tayinlerinde sultanın keyfi büyük rol oynuyordu. II. Osman, 1618’de, tahta çıktıktan sadece birkaç gün sonra, Şeyhülislam Hocazade Esad Efendi’nin bütün yetkilerini elinden aldı ve onu sadece fetva verme durumuna getirdi. Kendi hocası Ömer Efendi’yi de ulema heyetinin başkanı yaptı; hatta onu şeyhülislamdan bile üstün konuma getirdi.

Müftüler arasındaki bozulma III. Mehmet ile başladı, II. Mustafa döneminde Feyzullah Efendi’nin öldürülmesine kadar devam etti. (s.609) Ondan sonra ulema heyetine daha çok adalet; gelenek ve düzene saygı egemen oldu. (s.609)

“Her dereceye bağlı haklar ve hediyeler hakimler için –özellikle ilk üç derece, en fazla da şeyhülislamlar  için- büyük bir yekûn tutuyor. Her mollanın tayini ve ön sınıflardaki her müderrisin terfii Şeyhülislama bohça-beha sıfatıyla 500 kuruşluk bir miktara yol açıyor. Kanunun bu maddesinin sağladığı gelirler 500 000 kuruşu buluyor.” (s.610) “Genel olarak bütün kadılar her tereke sayımı veya miras davası dolayısıyla, söz konusu miktar üzerinden kuruş başına bir buçuk para (%3-3,5) resim alıyorlar.” Bu çok suistimal yaratıyor. “Her türlü karar (ilam) ve hukuki işlem (hücet) üzerinden hep az çok keyfi, fakat hiçbir zaman % 5’den az olmayan resim alınıyor.” (s.611) Ayrıca arpalıkları var. Genel olarak 60 kaza var arpalık olarak. Bunların sahipleri şeyhülislam, kadıaskerler ve önemli mollalar. Bunları bir bedel karşılığı bir naib idare ediyor.) En küçük arpalık bir kadıya aylığı 130 kuruşa, en büyüğü de 2 500 kuruşa kadar gidiyor. (s. 612) Müderrislerin aldıkları daha küçük, “maişet” denen meblağlar alıyorlar. (Arpalık sözcüğü şuradan geliyor: Başlangıçta bunlar hakimlerin ahır masrafları için konmuş.)

Cami görevlileri çok düşük ücretler alıyorlar. Yalnız bunlardan imamlar, bağışlar ve vakıflardan yararlanıyorlar.

Sufilik ve Tarikatlar:

Daha Hicret’in birinci yılında 45 Mekkeli 45 Medineli bir araya gelerek, mal ve ruh birliği içinde bir hayat kurmuşlar. Kendilerine sufi denmiş ve daha sonraları bu ad, en ateşli Müslümanlar için kullanılmış. D’Ohsson zamanında da inzivaya çekilenler için kullanılıyor. İlk kurulan Tarikat Elvanî adını taşıyor. Kurucusu Hicri 149’da (Miladi 766) Cidde’de ölmüş. Daha sonra sufilere “fakir” de denmiş.

Hazreti Ebubekir ve Ali de Peygamber’in gözleri önünde ruhanî topluluk (“congrégation”) kurdular. Her biri, iradî olarak katılmış bulunan herkesin ortak arzusuyla  tesis ettikleri çeşitli uygulamaya başkanlık ediyorlardı. Bunlar başkanlığa “Hilafet” adı altında en yaşlı ve saygın kimseyi seçtiler. Daha sonraki tarikatlar bunu örnek aldılar. Başkanları (“Pir”leri) şeyh; mensuplar derviş!.

Yazarın zamanına kadar “en temayüz etmiş” 36 tarikat kurulmuş. Yazar bunların listesini veriyor. İlki Elvanî tarafından.. (s.621) Bu 36 tarikattan üçü (Bestami, Bektaşi ve Nakşibendiler) Ebubekir’in cemaatinden geliyor; diğer hepsi Ali’ninkinden. Aslında Ali ve Ebubekir’in ruhani cemaatleri unutulmuştu; fakat Nakşibendiler, özellikle Ebubekir’e dayanarak bunları yeniden canlandırdılar.

İlk tarikatların nüfuzu daha fazla; özellikle Nakşibendi ve Halvetilerin. Birincisi ilk iki tarikatı örnek aldığı için; ikincisi de başka bir sürü tarikat yarattığı için. Bunlardan sonra Kadiri, Mevlevi, Bektaşi, Rufai vb. geliyor. Bunlar arasında sadece Bektaşilerden dilencilik yapan var. (s.662)

“Mevleviler tarikatlar arasında en zengin olanlar. Merkezi tekkeleri, eski Selçuk sultanlarının onlara vakıf olarak verdiği ve Osmanlı sultanlarının da Karaman’ı fethettikten sonra bu hakkı onayladığı büyük topraklara sahip. IV. Murat da, 1634’te İran seferi için buradan geçerken Şehirde oturan reayanın tüm cizye vergisini bunlara bağışlamış.” (s.665) Bu zenginliğe rağmen çok sade bir hayat yaşıyorlar.

Tarikat merkezleri hep kurucuların yaşadığı yer oluyor. “Hepsi, kendileri üzerinde mutlak bir hukuka sahip olan şeyhülislama bağlılar.” Başkanları da seçme hakları var. Kadiri, Mevlevi ve Bektaşi gibi bu makamın babadan oğla geçtiği tarikatlar için bile bu böyle. Fiiliyatta gelenek ve şeyhlerin prestiji ağır basıyor. (s.668) Bunları çok tutanlar olduğu gibi dinsiz sayanlar da var. IV. Mehmet zamanında bunların hepsinin yıkılması yönünde bir hava esiyor; fakat cesaret edemiyorlar. (s.670) Devlet büyüklerini Mevlevilere karşı bir tercihi var. Şeyhler zaman zamanmucize yapıyorlar!..

CİLT: V. (1824)  Siyasal Hukuk.

Sultan: Karakteri, kişisel nitelikleri ne olursa olsun, tahta çıkar çıkmaz (ister iktidarı gaspetmiş olsun, ister tiran olsun vb.) herkes onun din, adalet dağıtımı ve yönetimde otoritesine tabi olamlıdır. Kutsal kişiliği tam bir dokunulmazlığa sahip. Fakat, tek kısıtlama Şeriat’ta en küçük bir değişikliğe dahi girişmemelidir. (s.7) Bu konuda bir Hadis var: Küllî muhdis’un (tüm yenilikler) bid’at (yasak) ve küllî bid’at’un dalalet ve küllî dalal f’innar! (cehenneme.)

Emeviler devrinde ileri gelen ulema iktidarı gasbeden “halife”leri meşrulaştırdılar.

Kamu Maliyesi:

1) Ticarete konulan vergiler. Şehirlerde ve sınırlarda, giriş ve çıkışlarda “aşir”ler, Hıristiyanlardan % 5, Müslümanlardan % 2,5 “zekat’ül hariç” topluyor. (s.15) Yabancılar, yani Osmanlıyla ticareti olmayan devletlerden olanlar % 10 vermek zorundalar. Bu vergi, domuz hariç tüm maddelerden alınıyor.

2) Öşür: Müslümanlara ait tüm topraklardan alınıyor. Ekilen topraklardan % 5, ekilmeyenlerden (kendiliğinden biten ürünlerden) % 10 (aynî olarak) alınıyor.(s.18)

3) Haraç: İster gayrımüslimler, ister Müslimler sahip olsun, haraç toprakların ödedikleri vergiler. İki şekil: haracı mukaseme, haracı vazife. Haracı mukaseme, toprağın verimliliğine göre % 20 ile % 50 arasında değişebilen oranlarda alınıyor. (s.20)

4) Cizye veya haraç. Müslüman olmayan herkesten alınıyor. Üç tipi var: Ala, evsat, edna. Fakat sadece erkek, özgür, reşit ve aklî bozukluğu olmayan gayrımüslimler bu vergiyi ödüyorlar. Aylık ödeniyor. (s.23) Sultanın Müslüman olmayan bir bölgenin, şehrin veya bir adanın halk kitlesine bir haraç vergisi yetkisi her zaman var. Bu bireysel vergi devlet hizmetinde çalışanlardan alınmıyor.

5) Madenler (rikiaf): Altın, gümüş, demir, bakır, kurşun vb. her türlü madeni bir kamu alanında bulan herkes, ne statüde (Müslüman, Hıristiyan, özgür, köle vb) olursa olsun o madeni işletme hakkına sahip oluyor. Fakat ürünün 1/5’ini devlete vermek zorunda. (s.24)

Bu gelirlere devlete ihanet edenlerin uğradıkları müsadereleri de katmak gerekiyor.

Masraflar: Devlet masrafları dört kasaya konuluyor.

1) Maden üretiminin ve diğer toprak zenginliklerinin 1/5’i.  Bu tüm fakirlerin, özellikle emirlerin ihtiyaçları için kullanılıyor. Emirler başka hiçbir gelir (vakıflar dahil) almıyorlar.

2) Haraç, cizye, müsadereler, komşu ülkelerden sulh yoluyla elde edilmiş başka avantajlar ve sultanın dost, düşman başka ülkelerden elde ettiği her türlü gelir ikinci bir kasaya yerleştiriliyor. Bu gelirler;

a) sınır tahkimi;

b) gerekli köprüler;

c) kervansaraylar;

d) ulema (müderris, kadı, müftü);

e) vergi tahsildarları;

f) askerler ve çocukları için kullanılıyor.

Ödenekleri hak edenler yıl sonunda alıyorlar. Yıl sonundan önce ölenlere bir şey verilmiyor. Çünkü ödenenler ücret-mevacip sayılmıyor; hediye-atiye sayılıyor. (s. 31)

3) Meşru mirasçı bırakmadan ölenlerden kalanlar. Bunlar fakir hastalara, kimsesiz çocuklara, sahipsiz cenazelere vb. harcanıyor;

4)  Bu kasaya da öşür gelirleri ve ticaretten alınan yüzdeler konuluyor. Harcandığı yerler: bahtsız Müslümanlar, ödeyemecekleri borç altına girmiş olanlar, gönüllü olrak savaşa giden yiğitler, seyyahlar, yol ortasında parasız kalmış iyi insanlar, bir anlaşmayla özlürlüğünü alıp da sahibin karşı vecibelerini yerine getiremiyen köleler vb.. Bu vergiyi toplayanlar da bu fondan yararlanıyorlar. Dağıtım eşitsiz ve keyfi oluyor..

Yabancıların (müstemin) Osmanlı  devletindeki  ve Müslümanların yabancı ülkelerdeki hukuku iki camiayı ayırıcı nitelikte..

Askeri Hukuk:

Savaş kutsaldır ve silah taşıma durumundaki her Müslüman savaşa katılmalıdır. Savaş savunma ise ve düşman çok büyük  bir üstünlük sağlamışsa kadınlar ve esirler de asker olur. (s.51)

Esirler, kadınlar, çocuklar, sakatlar ve deliler öldürülmeyecekler. (s.58) Behçet Abdullah Efendinin fetvasına göre Şiiler de kafir sayılıyorlar. (s.68) “Bu fetvalarda, savaş zamanı bir İranlı şiiyi öldürmek, 70 Hıristiyan veya başka İslam düşmanını öldürmekten daha iyidir de deniliyordu.” (s. 70)

Ganimetin 1/5’i sultana, oradan da fakirlere gidiyor. (Fakirlere, yetimlere, dullara ve tercihan zaruret halindeki emirlere). Bu yüzden Sehm-ullah deniyor. (s.79)

Fethedilen Topraklar:

Fethedilen toprakların kaderi tamamen sultanın iradesine bağlı idi. Bunları üç şekilde kullanabilirdi:

1) Timar ve zeamet olarak gazilere dağıtmak;

2) Öşür ödemeleri karşılığı Müslümanlara vermek (Araziyi öşriye);

3) Haraç karşılığı eski gayrimüslim sahiplerine bırakmak. (s. 95)

Bu statüler değişmiyor; sadece bir öşür arazi bir müslümandan bir gayrimüslime geçerse haraç arazi haline gelir. Tekrar bir Müslüman buna sahip olursa ilk statüsüne döner. Buna karşılık haraç arazi bir müslümanın eline geçse de haraç arazi olma statüsünü devam ettirir. (s.96-97)

Zimmiler:

Bunlar Müslümanlardan aşağı statüdeler. Farklı giyinmeli, Müslümanlara saygı göstermeliler. Ancak din değiştirince kamu görevlerine gelebiliyor. Fatih Sultan Mehmet zamanında HüsrevMehmet Efendi 13 sene şeyhülislamlık yaptı. Hıristiyan ve Yahudiler nadiren din değiştiriyorlar; o da tehlike ve umutsuzluk anlarında. (s.111)

Ermeni patriği Avedik XVIII. yüzyıl başlarında Katoliklerle savaşıyor. 1706’sa Sakız adasına sürüldü. Fakat oradan kaçırıldı. Önce Marsilya’ya sonra da Sainte-Margueritte adasına sürüldü. Orada öldü. Osmanlılar Sakız ve Galata’daki Cizvitlerden şüphelendiler. (s.115)

Kiliselerin bir sürü varlıkları var. Yeni kilise açmaları yasak.

İki rum patriği öldürüldü. İkisi de IV. Mehmet döneminde. 1651 ve 1657 tarihlerinde devlete ihanetle suçlanarak.. (s.116) İstanbul patriği yılda 52 000 kuruş ödüyor. Bunun 22 000’iHazine’ye, 20 000’i donanmaya, 10 000’i de Saray’ın bostancılarına gidiyor. (s.116) Ayrıca hediyeler de veriyor. Eskiden Ruslar da bunun üstünlüğünü tanıyorlardı. Fakat Fedor I. İvanovitch’in isteği üzerine III. Murat Patrik Jeremi’nin Moskova’ya gitmesine izin verdi. Jeremi orada 1589’da bu şehrin başpiskoposunu (archeveque) bütün Rusların patriği ilan etti. Ermeni Kilisesi Etchmiazin de. Osmanlı topraklarında 4 baş kiliseden sadece Siss’deki bulunuyor. (s.117) III. Murat zamanında Hıristiyanlığa karşı sertliği özellikle hüdavendigar isimli bir molla yapıyor. (s. 118)

İstanbul Rum patrikhanesine 1789’da imzalanan bir berat verildi (s. 120-139).

Bu beratta Hıristiyan vergileri toplayan tahsildarlara büyük kolaylıklar sağlanıyor. Etkili bir koruma ve yanlarına bir de kılavuz veriliyor. (s.134) Metropolitler, başpiskopos ve piskoposlar, “rüsumatı miriye”yi dikkatle ödemeliler; nakit ödeyemiyorlarsa aynî ödesinler deniyor. Hıristiyanlar Kilise’ye de ödeme yapıyorlar. Bu da mal olarak ödenen bir vergi ve hiçbir kesintiye tabi değil.

Medeni Hukuk (Code Civil):

Bu konuda d’Ohsson’un Türkçe verdiği kavramlar bu gün de kullanılan kavramlar. Başlık, nişan, cehiz, duvak, kına, görümce vb (s.141-150)

Özgür erkekler dört kadın, köleler de iki kadın alabiliyorlar. Köleler özgür kadınlar da alabiliyorlar. (s.186)

Boşanmada erkek özgür. Onun da farklı koşulları var; “şartlı talak” denen boşanma şeklinde kadının da rızası lazım. (s.202-203)

Miras Hukuku: Ferayiz.

“Dini ilkelere göre, hiçbir şey, meşru mirasçıların kan bağlarıyla bağlılıktan doğan hakları kadar kutsal değildir.” (s.274) Ölen bir kişinin kalan servetinden cenaze masrafları, kanuni bir şekilde devrettiği haklar ve borçları çıkarıldıktan sonra kalan kısım terekeyi teşkil ediyor. Mirasçılar ashabı ferayiz (meşru mirasçılar) ve diğerleri (ehli miras) olarak iki kısma ayrılıyor. Vakıflar sadece evlatlara kalıyor. Erkek kardeşler kızların iki katını alıyor. Sadece vakıflarda verasette eşitlik var. Fakat o da sadece vakfı yapanın çocukları için geçerli. (s.287)

Kadının “metrukat defteri” için aldığı “resmi kısmet” kuruş başına genellikle dört akçe, yani % 3,3. Kadılar bunun bir kısmını da kadıaskere veriyorlar. Kadıaskere bir mukaveleye göre ayda 50-150 kuruş veriyorlar. Kendileri de naiplerden alıyorlar.

“Tüm İmparatorlukta mirasçı yokluğundan doğan haklar  iltizama veriliyor ve bu görevi, genellikle, iktidarın ajanları yükleniyorlar. Emini Beytülmal (ve vülger bir şekilde beytülmalci) olarak adlandırılan bu maliye memurları çok sık bir şekilde en meşru hakların çiğnenmesi pahasına miraslara el koyuyorlar. Yakınlarından uzakta ölen bekarların, tüccarların, seyyahın terekesi onlar için kolay bir av oluyor ve en asil ailelerin haklarına bile her zaman riayet etmiyorlar; ölenin mirasçısı olup olmadığının bilinmediğini ileri sürerek kadının mührünün yanına kendi mühürlerini da basarak mirası devlete naklederken kendileri de büyük bir pay alıyorlar.” (s.288)

Osmanlı sisteminde mülk sahibi bir vasiyetname hazırlayabiliyor. Burada mülkünün 1/3’e kadar olan kısmını istediği kimseye bırakabiliyor.

CİLT:  VI.  (1824)  Köleler: Rikk.

İnsanlar ya köle doğuyor; ya da savaş hukuku çerçevesinde köle oluyor. “fakat, özgür ve Müslüman ana babadan doğmuş kimse köle olmaz.” (s.2) Akrabalar arasında da kölelik olmaz. “Sahibinin köle üzerinde mutlak bir iktidarı vardır. Hakları hem kölenin şahsı hem de malları üzerinde geçerlidir.” Onları istediği gibi çalıştırabilir. Bu yüzden kölelikten azat ancak özgür iken kazanılmış paralarla sağlanabilir.” Onları istediği gibi evlendirebilir; fakat boşanmalarını isteyemez. (s. 4) “Eğer sahibi kölesini cezalandırırken onu yaralar, hatta  öldürürse hiçbir cezai sorumluluğu yoktur.” (s. 5) Ancak, hiçbir neden yokken kasden öldürürse hakim ona beş yıl hapis cezası verebilir. Köle kadınların çocukları analarının sahiplerinin malı sayılır. (s.7) Çocuğun statüsü anaya bağlıdır. Köle bir kadın özgür biriyle evli olsa da çocuğu köle; buna karşılık özgür bir kadın bir köle ile evli olsa da çocuğu özgürdür. (s. 7) Her köle sahibi erkek veya kadın  kölesini yetkili kılabilir. Bunlara ehli tasarruf denir. Bu durumdaki köle “abd mezun” (“abd mahcur” karşılığı) sayılır. Bu işlem paralı da parasız da yapılabilir. (s.19) Böyle köleler ticaret, kiracılık, mültezimlik vb. yapabilir. Köle sahibi bile olabilir. “Ancak sahiplerinin izni olamadan evlenemezler, çocuklarını evlendiremezler, onları azat edemezler, hediye ve herhangi bir değeri olan zekat veremezler, vakıf kuramazlar. Yetkilendirilmiş (habilité) bir kölenin kazandığı bütün mülkler kendisine aittir, fakat borçlarından sorumlu değildir.” (s.19)

Kölelerin Azat Edilmeleri

Köleler azat edilerek tam özgür statüye gelebiliyorlar. Peygamberin de övdüğü bir fiil. İki türlü yapılabiliyor. 1) Para karşılığı; 2) Para istemeden. Bunlar “mutlak” azad etmeler. Bir de “mutlak olmayan” azad etme durumu var. Bu da beş şekilde gerçekleşebiliyor: 1) Müphem azad (ıtk müphem). Bu köle sahibinin dikkatsizlikle köleleri hakkında iradesini belirsiz bir biçimde ifade etmesinden doğuyor. Hepsi azad oluyor; fakat kısmi bir şekilde.. Patron da onları satamaz ve hibe edemez; 2) Şartlı azad: Halef bi’l ıtk. Bir şarta bağlı özgürlük; 3) Vasiyetle azaldık: “Tedbir” denen bu yolla kölelere “müdebbir” (erkek) ve “müdabere” (kadın) adını alıyorlar; Sahip ölünce hür olacaklar. Fakar o sırada değerleri mirasın 1/3’ünü geçerse, farkı mirasçılar alacaklar; (s.31) 4) Analık azadı: İstilad. Sahip kölenin ilk çocuklarını tanır, meşru kılarsa köle özgür oluyor (s.33); 5) Mukavele ile azad: Kitabet. Belli bir süre içinde taksitle ödenecek para karşılığı azad edilme. Mukaveleden sonra köle hür bir şekilde para kazanabiliyor. (s. 35)

Köleler kaçarlarsa (abik), bunu anlayan kimse hemen yakalamalı. Sahibini bulana kadar onu hizmetinde kullanabilir. (s. 55)

Köleliğin Genel Koşulları

Kölelik üç kanaldan besleniyor: 1) doğuştan; 2) savaş esiri; 3) satın alma suretiyle. Bu sonuncular, daha ziyade, Afrika’dan ve Karadeniz’le Hazar Denizi arasındaki bölgeden geliyor.

Köleler İstanbul’da esir pazarı olarak kullanılan kamu binalarında satılıyorlar. Buraya Esirciler Kahyası nezaret ediyor. Yanında da Ehli Hibre bulunuyor. (s.55) Bazıları sırf spekülatif amaçla esir alıyorlar. Ona belli bir eğitim verdikten sonra kârla satıyorlar. Bir köle aynı zamanda en makbul hediye yerine geçiyor. (s.56)

Her köle sahibi kölesinin, pencik ya da ispençe denilen kimlik kağıdına sahip. Bunda kölenin adı, yaşı, milliyeti vb. yazılı. Bunu savaşta bir komi, ticarette de gümrük memuru veriyor. “Osmanlıların lüksü, esas olarak, sahip oldukları  köle ve at sayısıyla ölçülüyor. Varlıklı insanların haremi bazen 80 seksen kadar köle kadından oluşuyor; bunlar daha ziyade hanımına hizmet ediyorlar. Sultanın hareminde beş yüzden fazla köle sayılılıyor.” (s.57) “Ne kadar fakir olursa olsun bir adamın köle sahibi olmaması ender bir durum; eğer evlenecek kadar parası yoksa bu köle onun karısı ve hizmetçisi işlevi görüyor; doğan çocukları da meşru kılabilir” (s.57)

Kölelikten mutlak azat üç şekilde yapılıyor. 1) Biçimsel olarak, “hüccet” denilen bir belgeyle; 2) iki şahit huzurunda; 3) Köleye kimlik belgesini (pencik) iade ederek. Çok sayıda Müslüman belli bir süre hizmet eden kölelerini azat ediyorlar; onları evlendiriyorlar, çocuklarını yetiştiriyorlar. Hıristiyanların Müslüman köle sahibi olmalarına hukuki bir engel yok; fakat tehlikeli; zaten, kötü bir olaydan sonra, 1759’da, III. Mustafa yasakladı. Bu tarihten sonra değil Müslüman, başka dinden kölelere de sahip olamadılar. (s.59)

Ticaret

Dört türlü şirket var. (s.61-62) Legal satışlar: “bey akdi”; yasak olanlar: domuz, şarap vb. Ayıp satışlar (bey mekruh): Müslüman olmayan birine Kuran satmak; rüşdüne varmamış iki çocuğu ayrı ayrı satmak.. Seçim hakkı: hıyar hakkı; şufa hakkı. (s.93) Poliçeyi (lettre de change) İslam yasaklıyor. Çünkü bu borç verene de alana da kazanç sağlıyor; faiz yasak olduğu için bu da yasak. (s.101)

Ticarette kanunsuz kazanç (lucre illicite): Ribh. “Tefecilik yasak; bununla beraber tefeci kârlarının daha yüksek olduğu olduğu ülke yok. Yıllık ortalama faiz % 12 ve genellikle rehin üzerine borç veriliyor; bu da faizleri, belli durumlarda, yılda % 24’e kadar yükseltiyor. (s.103)

Boş ve ekilmemiş arazileri ekenler onlara sahip oluyor; fakat üç yıl ekmezse mülkiyetini kaybediyor. (s.123)

Sular iki sınıfa ayrılıyor: 1) Göller, nehirler, ırmaklar. Bunlar kamu mülkiyet. 2) Kuyular, havuzlar, dereler. Bunlar özel mülkiyet. (s.124)

Bulunan eşyalara Lukata deniyor. (s.129)

Toprak kiralaması: İcare. İlk örneğini, topraklarını gelirin yarısını almak üzere Hayberli vatandaşlara kiralayan Peygamber’de buluyor. İmamlar onu örnek alarak bunun hukukunu geliştirmişler. (s.131) Vakıf toprakları üç yıldan fazla kiraya verilemez.

Emanet, kefalet, rehin vb. Müslüman zimmiye vekalet verebilir (vice versa) (s.168)

Kaza (Usul) hukuku. Hakimler temyiz sahibi, özgür, sade (sobre) ve sofu (pieux) olmalı. Çok bilgili olmayanlar hep fetva mecmualarını kullanıyorlar. (s.175) Hakimler Hanefi, Hanbeli, Maliki ya da Şafi olabilirler; fakat, tüm medeni ve ceza davalarında ve ibadet konularında Hanefi imamların içtihatlarına göre hüküm vermek zorundalar. (s.176)

Kadıların gelirleri: 1) Mahkeme masrafları (kazanan ödüyor); 2) Her hüküm için keyfi bir şekilde saptanan bir bedel; 3) Cereme; 4) Vakıf teftişlerinden gelen gelir; 5) Cami imamları tayin olununca belli bir para ödüyorlar. (s.188)

Şahitlik, yemin (kassem); rücu, hakeme başvurmak, sulh olmak vb. konuları anlatılıyor.

Cinayetler konusunda altı durum dikkate alınıyor:

1) İradi, 2) Niyet edilerek (diyet, kefaret); 3) Gayri iradi (diyet, kefaret); 4) Kaza eseri (diyet, kefaret); 5) İhmal yüzünden (sadece diyet); 6) Gizlice yapılanlar. (s.260)

Zina (s. 285). Şarap içme ve sarhoşluk hakkında. Şarap içtiği anlaşılan her Müslüman eğer özgür ise seksen, köle ise kırk kamçı ile cezalandırılır. (s.306) Ramazan ayında, uluorta şarap içen müminler ise ölüm cezasına çarptırılıyorlar. Falaka ve zarp cezaları. (s.307)

CİLT: VII-I    Le Palais

Saray görevlileri. 1) Agayani Birun; 2) Agayani Enderun.

Saray uleması: 1) Sultan hocası. Zaman zaman çok yükseldi. Hoca Sadedin, III. Mehmet zamanında şeyhülislam oldu. Feyzullah Efendi de II. Mustafa zamanında şeyhülislam oldu. 2) İmam-ı Evvel veya Hünkâr İmamı. Bir tek o sultan namına Cuma namazını kıldırabiliyor. 3) İmam-ı Sani; 4) Hekimbaşı. Çok kazançlı bir mevki. 5) Müneccimbaşı; 6) Cerrahbaşı; 7) Kiahal (?) başı (ilk occuliste). (s.7-13)

Rikap Ağaları:

1) Mir-Alem;

2) Bostancıbaşı: Saray yöneticisi; Karadenizle Çanakkale arası boğaz kıyılarını teftiş ediyor. Buralarda ona sorulmadan hiçbir inşaat yapılmıyor. Devlet büyüklerinin idamlarını o örgütlüyor. (s.15) Cürümleri söyletmek için yapılan işkencelerin cereyan ettiği hapishaneye o başkanlık ediyor. Başkent civarındaki su ve ormanlar da onun kontrolünde. Şarap ve kireçi iltizama o veriyor. “Çok dehşet yarattığı için ortalıkta hemen hiç görünmüyor.” (s.16)

3) Mirahor: Ahırın ve bir yandan Bursa öte yandan da Edirne’ye kadar uzanan çayırların nezaretçisi. Bunları parayla özel kişilerin yararlanmasına da açıyor.

4) Kapıcılar Kahyası;

5) Mirahor sani;

6) Kapucu başı.

Ümena (Eminler): 1) Şehremini, 2) Darphane emini; 3) Mutbak emini; 4) Arpa emini; 5) Masraf şehriyari.

Saray muhafızları. 1) Bostancı: 2500  kişi; 2) Hasekiler: 300 kadar seçilmiş as-subay; 3) Baltacılar: 400 kişi. Bunlar prens ve prenseslerin korumaları. En önemli memur: Kızlarağası.

Saray ağaları ve iç oğlanları: Silahdar, rikabdar, çuhadar, dülbend ağa, peşkir ağa, anahtar ağa vb. 17 taneler. Kızlarağası karaağaların başkanı. Sultanın haremini yönetiyor. Ak ağaların başkanı da kapıağası. (s. 54)

Şehzadeler..

Bunlara dört beş yaşında bir hoca tayin ediliyor. Müftü, Devletin çeşitli odalarının başkanları huzurunda, şehzadeyi takdis edip, alfabenin bütün harflerini tekrar ettiriyor. Sadrazam da kitap, karton, altın ve gümüş işlemeli cüzdan hediye ediyor. (s.97) Muhteşem bir sünnet düğünü yapılıyor.

“13-14 yaşında şehzade ayrı bir pavyona (kafese) kapatılıyor ve kendisini, annesi ve kız kardeşleri dışında, haremden kimseyi görmesine izin verilmiyor.” Bu uygulama I. Ahmet zamanına kadar sürdü.  O zamandan beri sadece tahttaki sultanın erkek çocukları özgürten yararlanıyorlar. Fakat babaları ölünce onlar da kapatılıyorlar. (s.99-100)

Sultan..

Sultan ölür ölmez, Kızlarağası sadrazama haber veriyor; o da Devlet büyüklerini, yani müftüyü, Emirlerin şefini, kaptanı deryayı, Yeniçeri ağasını, iki kazaskeri ve İstanbul kadısını Saray’a davet ediyor. Bunlar Sünnet odasında toplanıyorlar. Kızlarağası ve silahdar tahta geçecek Şehzadeyi çağırıyorlar. Sadrazam ayaklarını öpüyor. Sultanın ilk fiili kızlarağasına, sadrazam ve şeyhülislama samur kürk giydirmesini emretmek oluyor. Bu onların mevkiini teyit etmek anlamına geliyor. (s. 106)

Hayattaki sultanın oğlu olmayan (baba tarafından) şehzadeler kafeslere kapatılıp birbirlerini bile göremiyorlardı. 12 kafes (pavillon) var. Her biri birkaç oda. Bir bahçesi de var; fakat kalın bir duvarla çevrili olduğu için ‘kafes’ deniyor. Her şehzadeye 10-12 cariye ve birkaç iç oğlanı hizmet ediyor. Sarayın dışıyla görüşme yasak. Hiç kimseyle görüşemiyorlar. “Eğer hasta olursa, kafese bir doktorun gelmesi için Sultan’ın açık emri gerekiyor. Doktora izin çıkınca hadım ağasının refakatinde hastanın yanına gidiyor” (s. 101) Eski Saray’da oturan anneleri de, Sultan’ın izni olmadan çocuklarını ziyaret edemiyor.

“Garip şey, bir gün koca bir İmparatorluğu yönetecek olanlara, onlara en ilkel bilgileri verme yeteneğine sahip olmayan hadım ağaları hocalık yapıyor. Bazen de eğitimlerini, genç hanım sultanlarınki gibi, cariyeler yürütüyor.” (s.102) Boş zamanlarını değerlendirmek için bazı sanatlar (mücevhercilik, kuyumculuk) öğreniyorlar; ok ve yay yapıyorlar; marokenler üzerine işlemeler yapıyorlar; Kuran’ı ve kutsal sayılan kitapları el-yazması olarak yazıyorlar; fildişi, abanoz ağacı, kaplumbağa kabuğu vb işlemesi yapıyorlar. Bir çoğu tahta çıktıktan sonra da bu sanata devam ediyorlar; yaptıkları şeyleri yüksek fiyatlarla satıp, geliri hayır işlerine tahsisi ediyorlar. (s.102)

“Ancak tahtta olan sultan ağır hasta ya da ihtiyarlık dolayısıyla gücünü kaybetmiş ise, sultan adayı şehzade ortaya çıkıyor; Saray’da veya yüksek yöneticilerle ilişkiler kuruyor; onlar da kendisine sadakatlerini belirtiyorlar; fakat bu zamansız gösteriler, bunun konusu olanlara bazen çok pahalıya mal oluyor.” (s.103)

I. Abdülhamit II. Beyazıt’tan beri devam eden cülus bahşişini kaldırdı. 1774’te tahta çıktığı zaman, Devlet Rusya’ya karşı şanssız bir savaş içindeydi ve Hazine tam takırdı.” Yeni sultan tahta çıktığı zaman sadrazama 2 500 kuruş, Yeniçeri Ağası’na 833 kuruş; Şeyhülislam’a 250 kuruş hediye ediyordu. (s.123) Tahta çıkışının beşinci günü Eyüp Sultanı (Hazreti Eyüp, Fatih Sultan Mehmet’ten beri aziz ve ‘mucizevi’ sayılıyor) ziyaret ediyordu. Bu merasime “Taklidi Şerif” deniyordu. (s.123-124)

Padişah’ın tebdili kıyafet gezilerinde daima ani infazlar oluyordu. (s.146)

Sultanın sabit ve geçici gelirleri toplamı 10-12 milyon kuruşu buluyordu.

Sabit (olağan) gelirler: 1) Hassa toprakların bir kısmı reji (vekalet) ile yönetiliyor; kalan kısmı da yıllık ya da hayat boyu iltizama veriliyor; 2) Bostancıbaşı bahçe ve parkları iltizama veriyor; 3) Mirahor, 27 birim halinde orman ve koruları iltizama veriyor; 4) Voynukların katkısı (280 000 kuruş); 5) Mısır gelirinden alınan 300 000 kuruş.

Olağandışı gelirler: 1) Basılan paralardan beylik (senyörlük) hakkı; 2) Devlet görevlerinin satışından sağlanan gelirler; 3) Devlet ricalinin yaptığı hediyeler; 4) maden üretiminden ve ganimetlerden alınan pay ve bulunmuş objeler; 5) idam veya sürgün tehdidi altındaki yöneticilerin ödedikleri cezalar; 6) Müsadereler.

Şeyhülislam Behçet Abdullah Efendi, 1729’da, Sultan III. Ahmet’in despotik işlemlerini meşru kılmak için müsadereyi bir fetva ile yasal kıldı. Bu fetvada Şeyhülislam “Müslümanlarca kabul edilen bir ilke olan, her devlet görevlisinin Sultan’ın siyasal kölesi olması ve böylece sivil köle de sayılarak şahsı ve parasının Sultan’a ait sayılması ilkesine dayanarak” bu fetvayı verdi. “Böylece, Sultan, bir devlet görevinde iken ölen herkesin meşru v genel varisi sayılıyor. Sadece ulema ve yeniçeriler bu hükümden istisna sayılıyorlardı. Emirler bile muaf değillerdi.” (s.148) “Bu durumda bir devlet ajanı ölünce defterdar emriyle evi mühürleniyor ve sadrazam tarafından Sultan’a haber veriliyordu. Sultan ancak uzun ve sadakatli bir hizmet durumlarında bu hakkı kullanmıyordu. (Bu durum da sık değildi)” (s.148) Bazen de güçlü himayeler sayesinde bazı aileler mirasın bir kısmını kurtarıyorlardı. Ölenin alacaklıları da mirastan pay alamıyorlardı; çünkü Sultan’ın hakkı onların hakkının üstündeydi. Yalnız çok ağlayıp sızlanırlarsa alacaklarının bir kısmını kurtarıyorlardı. (s.149)

“I. Mahmut’tan beri maliye, özel şahısların (ister Müslüman ister gayri Müslim olsunlar) duruma göre çok yüksek kabul edilen miraslarının bir kısmına el koymaya da başlamıştı. (s.149) “Bu durumda, Sultan, yüksek hakim sıfatıyla cezalar verebilme hakkı bağlamında, sadece kullarının hayatları ve malları hakkında keyfi tasarrularda bulunabilir; diğer bütün hallerde iradesi Şeriat, örf ve adetler ve milli önyargılarla kısıtlanmıştır; zira, hükümleri değişmez nitelikteki Şeriat devlet yönetiminin genel kaidelerini koymuştur.” (s.150) Buna rağmen Sultan tadil edici “kanun ve nizamlar” yapabilir. Sultanın iki naibi var: Müftü ve şeyhülislam.

Sadrazam..

Kara Halil Paşa ölünce Fatih bir ara sadrazamlık makamını kaldırmayı düşündü. Makam sekiz ay boş kaldı. Yavuz Sultan Selim de dokuz ay sadrazamsız idare etti, aynı amaçla. (s. 152) III. Ahmet’e kadar iki kubbe veziri seçilirdi. III. Ahmet’le kubbe vezirliği kalkınca Sultan sadrazamı kaptan paşa, defterdar, kahya bey, yeniçeri ağası, silahdar ağası gibi büyük memurlar arasından seçmeye başladı. Nadiren gözü daha aşağılara iniyor; istisna olarak eyalet valilerinden de seçtiği oluyor. (s.153) Savaşa gidince yerine bir kaymakam konuyor; çok güçlü bir kişi. (s. 158)

Sadrazama bağlı üç büyük görevli: Kahya Bey (iç işleri); Reis Efendi (dış işleri); çavuşbaşı. Üçü de üç tuğlu paşalar.

Divanı Hümayun Kalemi: Buraya 1) Beylik: kanunları, nizamnameleri ve fermanları hazırlıyor; 2) Tahvil: beratları veriyor; 3) Rüus: bütün kalemlerin şef ve memurlarının, müderrislerin, kapıcıbaşıların ihtiyaçlarını (Rüus) karşılıyor. Bu kalemler yaklaşık yüz elli memurdan oluşuyor. (s.160)

Reis Efendi’nin üç kaleminin şube müdürlerini Divan Tercümanı (150 yıldır Fenerli Rumların elinde) ve Beylikçi (üç kalemin işlerini yürütüyor) oluşturuyorlar. (s.166)

Çavuşbaşı: Sadrazamın divanının başkan yardımcısı; genel emniyet nazırı; elçileri o huzura çıkarıyor; Saray’ın mareşalı ve feodal bir birliğin şefi. Emri altında altı yüz çavuş var. (s. 167)

Altı Devlet katibi (kalem efendisi): Büyük tezkereci, küçük tezkereci, mektupçu, teşrifatçı, beylikçi, kahya katibi.

Beylikçi, Saltanat divanını oluşturan üç kalemin başında bulunuyor. (s.170)

Bu dairede sadece  altı Devlet katibi ve üç Devlet nazırının görevleri yıllık ve bunlar Sultan tarafından, kapı ricalinin görüşü alındıktan sonra tayin ediliyorlar. (s.171.)

Sadrazam, Kanuni Sultan Süleyman’a kadar on bin kuruş idi; Kanuni Frenk İbrahim Paşa’nın maaşını 25 000 kuruşa çıkarttı. Üç Devlet bakanlığı, altı devlet sekreteri ve defterdarlığın 13 son khodakian’ı (?) dışında bütünmakamlar caize ödüyorlar. Defterdar ve yeniçeri ağası 20 000 kuruş; gümrükçübaşı 30 000 kuruş; eyalet paşalarından en çok 10 000 kuruş caize alınıyor. Bütün bu paralar sadrazama yılda 400 000 kuruştan fazla bir bir gelir sağlıyor. (s.182) Sadrazam ayrıca Devletten malikane (ömür boyu iltizam) satın alanların ödedikleri vergilerin yüzde onuna el koyuyor. Bu satışlar yılda bir milyondan fazla gelir sağlıyor; bunun üçte ikisi sadrazama, gerisi de Hazine’ye gidiyor. Sadrazam eskiden cizye mültezimlerinden 625 000 kuruş sağlıyordu. Bunun üçte birini kendine ayırıyor,  kalanı vezirlere, katiplere ve diğer Devlet görevlilerine veriyordu. Fakat 1771’de mali sıkıntı içinde bulunan III. Mustafa buna toptan el koydu. Fakat çıkan gürültüler üzerine birkaç ay sonra (sadrazama 45 bin, kahya beye 30 bin, reis efendiye 20 bin, çavuş başına 15 bin, altı katibe de 55 bin olmak üzere) 320 bin kuruş iade etti. Sonuç olarak, bütünü itibariyle, sadrazamın gelirleri 4-5 milyon kuruşa varıyor. Çok masraflı bir konakta yaşıyor. Padişaha ve Devlet ricaline bol bol hediyeler veriyor. Ölünce de malları müsadere ediliyor. (s.187)

Vezirlerin olağan ve olağan dışı gelirleri de sadrazamınkine benziyor. (s.189)

“Bu tarz vergileme usulü daire şefleri tarafından daireleri çerçevesinde uygulanıyor. Bu şekilde kamu yönetiminin her kısmında yürürlükte olan mevkilerin satışı usulü tasavvur edilebilir.” (s. 189)

Divan

Kanuni zamanında Divan’da üç kubbe veziri var. Rekabetler ve kıskançlıklar doğuyor. III. Ahmet, sadrazam Şehit Ali Paşa etkisi ile onları kaldırdı. Artık vezirde paşa titrini taşıyan tek vezir var; o da kaptanı derya. (s.213)

III. Ahmet, Divan toplantılarını haftada bir güne indirdi. Yazar eserini yazarken altı haftada bir kere toplanıyor. Aynı tarihte Divan şöyle oluşuyor: 1) Sadrazam; 2) (sağında) Kaptan Paşa; 3) (solunda) iki Kazasker; 4) Nişancı; 5) Üç tane defterdar. Yani toplam sekiz kişi. Ayrıca üç tuğlu bütün paşalar Divanın tabii üyesi. (s.214) Bu durumda Saray’daki Divan bir adalet divanının beyhude bir temsili; buna karşılık sadrazamın konağında topladığı Divan asıl amacına uygun kaldı: Bu, haftada beş gün açık olan bir yüksek mahkeme. (s.225) Sadrazamın sağında Rumeli kazaskeri, solunda Anadolu kazaskeri oturuyor. Çavuşbaşı, önünde ayakta duruyor. Şikayetçiler şikayetlerini bizzat anlatıyorlar; davacı yok. Kimse korkudan itiraz edemiyor. Yalnız Müslüman kadınlar sık sık itiraz ediyorlar. (Yazar buna şaştığını söylüyor.) Kararı herkes, büyük iltifatlarla, sadrazamın üstüne yıkmaya çalışıyor. Bir de olağanüstü durumlarda ayak divanı var. (s.232)

Maliye

Kanuni vergiler (Rüsumu Şeriye).

1) Arz Haraciye: Zimmilere konulan vergi. Bir kısmı sabit; buna haracı muazzaf veya çift akçesi veya tasma akçesi deniyor. Bir kısmı ise ürüne oranla ve en az % 10 olmak üzere (yarıyı geçmemek şartıyla)  alınıyor: Haracı mukaseme. Böyle topraklar Müslümanların eline geçince veya vakıf olursa hep aynı vergiye tabi oluyorlar. (s.234)

2) Arz Öşrüye: Hırıistiyanların eline geçerse haraç arazi oluyorlar. Tekrar Müslümanlara geçerse yeniden öşür oluyor.

3) Resm-i Gümrük: Müslümanlar için malın değerinin % 4’ü; zimmiler için % 5’i; Avrupalılar kapitülasyonlara göre (% 3) ödüyorlar.

4) Cizye: Üç kategori. Ala, avsat ve adna. Sırasıyla 11 kuruş; 5,5 kuruş ve 3 ¾ kuruş. (s.235)

Sekizinci büro her yıl 1 600 000 makbuz hazırlıyor. Bunlar 180 paket halinde, aynı sayıda tahsildara dağıtılıyordu. Bu paketler mühürleniyordu ve ancak, Muharrem ayının ilk gününde, kadılar huzurunda açılıyordu. Yılın ilk aylarında iltizam memurları Hıristiyan ve Yahudileri gördükleri her yerde durduruyorlar ve onlara vergiyi ödeyip ödemediklerini soruyorlar; ödedilerse makbuzu göstermelerini istiyorlardı. Sık sık reşit olmayanlar, yaşlılar ve din adamları hakkındaki vergi muafiyetleri hakkındaki hükümlere riayet etmiyorlardı. Azalan nüfus durumunda da  vergi kağıtlarının sayısı değişmiyordu. İstanbul için böyle 160 000 vergi kağıdı vardı ve şehirden (1780’lerde) 12 milyon kuruş toplanıyordu. Bu miktar Kanuni zamanında 17 milyon idi. (s.237)

Çingene ve Kıptilerin vergileri de (Anadolu, Suriye, Mezopotamya) 260 000 kuruşa iltizama verilmişti. Mültezim, vergi mükellefi sayısı 45 000’i bulan bu halklar üzerinde feodal kaza haklarına sahipti. (s.237)

Müslüman olanlar da bu vergiyi ödüyordu. Çünkü “schismatique” sayılıyorlardı. 1694 tarihli bir Hatt-ı Şerif’e göre adam başı beş kuruş ödüyorlardı.

5) Ticarî mallara konan vergiler. a) Mastarya (sadece İstanbul’da): Kiloyla satılan her mal üzerinden, olağan gümrük vergisinin dışında, bunun yarısı; diğer mallarda üçte biri; b) Mizan: ipek destesi için 36 akçe; koşnil (kırmızböcek) okkası için kırk akçe; c) Kahve bid’atı; d) Sadece İzmir’de mum ile ham ve iplik pamuk bid’at’ı; e) Amed: ihracat için çıkış limanlarına gelen Osmanlı ürünlerinden alınan resim; f) Bac: eyletlere göre değişen transit hakkı; g) Nizam-ı Cedidi: III. Selim’in koyduğu (üzüm, şarap, pamuk, yün vb.) özel vergi.

6) Aded Ağnam: Ulema, yeniçeriler ve emirler 150 koyundan aza sahip iseler ödemiyorlar. Bu vergi mültezimleri celep Keşan adını alıyor. (s.239)

7) Avarız: İmparatorluğun şehirlerinin, her mahallesinin ödemesi gereken vergi. Bedeli 500 akçe veya 4, 1/5 kuruş.

8) Bedeli Nuzul: İmparatorluk şehirlerinin her mahallesinin 600 akçe olarak ödediği vergi. Bu gelir eskiden eyalet valilerinin, kısmen de Devlet görevlilerinin masraflarına gidiyordu. III. Ahmet bunları Hazine’ye aktardı.

9) Mirasçı bırakmadan ölenlerin varlıkları beytülmale gidiyor. Bunların (10 bin kuruştan fazla terekelerin) iltizamını alanlara “beytülmalci” deniyor.

10) Eflak, Buğdan, Ragusa gibi vassal memleketlerin ödedikleri vergiler. Eskiden çok az ödüyorlardı. Halen Eflak 310 000 kuruş; Buğdan 170 000 kuruş ödüyor. Ayrıca buğday, bal, tuz, balmumu, hayvan şeklinde ayni vergiler de ödüyorlar.

1791’de Rus Çarı ile yapılan bir anlaşmaya göre Eflak 750 000 kuruş, Buğdan da bunun yarısı kadar vergi vereceklerdi. Ragusa ise üç yılda bir 12 00 düka altın (28 125 kuruş) ödeyecekti. Ayrıca dört tane de yaldızlı gümüşten yapılmış leğen vereceklerdi. (s. 240)

11) İrsaliye veya Hazine: Mısır 744 bin kuruş (bin iki yüz kese) irsaliye ödüyor. Bunun 300 000’i Sultan’ın özel hazinesine gidiyor. Bağdad, 270 000; Girit Adası, 160 000; Bosna 52 000; Dirarbakır, 46 500; Belgrad 27 000 (vb) kuruş ödüyorlar. (s.241) Bu eyaletler ayrıca yerel masraflarının büyük kısmını da karşılıyorlar. Mısır bunların dışında Saray’a pirinç ve 5000 okka şeker; İstanbul’daki Kapantı Derya’ya bir miktar fitil; Mekke ve Medine’ye de kahve ve pirinç gönderiyor.

Vergi Toplama Sistemi

Başlangıçta emanet sistemi uygulanıyordu. II. Mehmet zamanında iltizam usulü başladı. Genel mültezimler Devlet büyüklerinden (vezirler, saray ileri gelenleri, eyalet valileri) oluşuyordu. Fakat bu hakkı satıyorlardı.

II. Mustafa yıllık iltizamları hayat boyu (malikane) haline çevirdi. (s.243) Bu sistem Memluk sistemleri zamanında Mısır’da uygulanıyordu. Malikaneyi alan Mal-Miri denilen fiyattan başka Mal-ı Muacele denilen bir avans ile Resmi Kalemiye (iltizamın onda biri) bir vergi ödüyordu. Bu sonuncunun 2/3’ü sadrazama, 1/3’ü de defterdara gidiyordu. (s.243)

III. Ahmet Avusturya, Rusya, İran savaşları sırasında, Hazine için yine yıllık vergi aldı. III. Ahmet zamanında iltizamlar İstanbul’da, defterdarlıkta yapılıyor. Miri Tellal Başı açık artırma yapıyor. Yine de defterdar ve sadrazam anlaşırlarsa (boş iltizamlar hakkında) istediklerini yaparlar. III. Mustafa zamanından beri iltizamlar yılda iki kez yapılıyorlar. Topraklar Mart ayında, diğerleri Muharrem ayında. (s.246)

İltizam satışlarını kolaylaştırmak için Hükümet onları “sehm”  adı verilen parçalara ayırıyor. Fakat kural olarak her iltizamın tek bir mültezimi olacak. Bunun için ya belli süreli mültezimler ya da ortak seçilen bir mültezim sorumlu oluyor. (s. 246) Herkes “sehm”inden bir “hüccet” (mukavele) ile yakınları lehine feragat edebiliyor. Ancak hücceti iki kadıasker ve çavuşbaşı imzalamalı. (s.246) Fakat iltizamların çoğu böyle taksim edilmedi. En önemlileri de “en büyükler”e ait. (s.247) Örneğin Selanik gümrüğü yılda 160 000 kuruş sağlıyor; oysa 48 500 kuruş iltizama verilmiş. Mal-muacele’de 300 000 kuruş varken, 140 000 kuruşa iltizama verilmiş. Büyüklere verilen iltizamlar eski şartlarda verilerek büyük kârlar sağlanırken, diğerlerinde III. Ahmet’ten sonra müthiş artışlar oluyor ve halk eziliyor. III. Ahmet zamanında 30-35 bin kuruş ödeyenler, 1780’lerde 150 binden fazla ödüyorlar. (s.249)

22 sancak valilere iltizama verilmiş; onlar da ya tekrar iltizama veriyorlar ya da ağa, voyvod, muhassıl, nazır gibi sıfatlar taşıyan kimselerle yönetiyorlar. Bu 22 sancak “malikane-i miri” adını taşıyor. Üç eyalet de “miri mansibi” adı altında paşalara iltizama verilmişler. (s.250)

Değişen gelirler: 1) Mal-ı muacele: malikane için peşin ödenen para. Hazineye yılda üç milyon kuruş sağlıyor; 2) Her “sehm” el değiştirirken  1/10’u Hazine’ye gidiyor; 3) Üç tuğlu paşa bir yere tayin olununca Hazine’ye 22 500 kuruş ödüyor. (s.251)

Para

I. Mahmuttan itibaren sadece Saray’daki bir darphaneden basılıyor.

Mekke Hacı, Hint malları ve Rus kürkleri için memleketten her yıl, büyük kısmı altın olmak üzere 20 milyon kuruş çıktığı söyleniyor. (s.254)

Halen kamu gelirleri toplamı yıllık 35 milyon kuruş kadar. (s.255) Bunun yarısı Hazine’ye gidiyor; kalan yarısı da yerel, cari masrafları karşılamak üzere çeşitli gelir dallarının tahsisi şeklinde kullanılıyor. (Saray masrafları vb.)

Barış zamanında Hazine masrafları 30 milyon kuruşu pek geçmiyor. Esas olarak kara ve deniz askelrlerinin maaşları ve Saray’ın masraflarına gidiyor. (s.256) Diğer yöneticiler has, arğalık, paşmaklık, zeamet vb. ile masraflarını rahatça karşılıyorlar. Süvariler ise timarla geçiniyor. Din adamları ve camiler vakıflarla; mahkeme ve kadılar da kaza resimleri ile yaşıyorlar. (s.256) “Devlet müsteşarlığından basit kalem efendiliğine kadar sivil memurlar  belli bir maaş almıyorlar. Sadece makamlarının gelirleriyle yaşıyorlar.” (s.257) Kimsenin emeklilik hakkı da yok; sadece hiçbir geliri olmayan devlet ileri gelenleri yerlerini kaybedince belli bir yıllık alıyorlar: Vezir, 5-6 bin kuruş; şeyhülislam, 3042 kuruş; kazasker, 500 kuruş. (s.257)

Genel gelirler:  Mehmet II. 10 milyon kuruş; Kanuni Süleyman 26 milyon kuruş; Mehmet IV. 20 milyon kuruş. (s.258)

Savaş durumlarında olağandışı olarak 1) savaşa katılmayan timar sahipleri bedel-i cebelu alıyor; 2) Maliyenin 1/10’u  iltizamcılardan isteniyor; 3) Eyaletlerden aynî vergiler alınıyor. Hükümet bunları elde edemezse zorla para alıyor. (s.259)

Devamlı savaşlar sultanların büyük servetler edinmelerine hep engel oluyordu. Her seferin 10-12 milyon kuruşa mal olduğu hesap edildi. Birkaç yıllık bir barış sonunda I. Mahmut böyle bir servet yaptı ve tasarrufçu sultan ölürken arkasında 15 milyonluk bir servet bıraktı. Fakat sonra çıkan Rus savaşı hepsini eritti. Bunun üzerine arka arkaya para tağşişine gidildi. (s.259)

Kamu Hazinesi (Hazineyi Amire) sultanın özel hazinesinden ayrı; fakat sıkıntı zamanlarında birleşik gibi hareket ediliyor. Sultan Hazinesi’nden devlet hazinesine iki kazasker huzurunda belli mükellefiyetler karşılığı aktarmalar yapılıyor ve vezir ve baş defterdar da belgeyi imzalıyor. Bu alacaklar halen 42 milyon kuruşu geçiyor ve sultanlar “bunları devamlı yinelemek hakkını” saklı tutuyorlar. Eğer yıl sonunda artan para olursa o sultanın hazinesine gidiyor. Devlet Hazinesi bir buçuk milyon kuruş da Vakıf Hazinesi’ne borçlu. Buna “Dolap” deniyor. Kızlarağası idare ediyor ve Saray’da saklanıyor. (s.260)

Devlet başka bir yerden borç almadığı başka bir borca sahip değil. Buna karşılık her türlü mültezimden birikmiş birkaç milyon kuruşluk alacağı var. (Hep mühlet alıyorlar.) Bunlar genellikle sarraf ileri gelenleri ve ulemadan kişiler. (s.260-261)

Defterdarlık

Defterdarın sabit bir geliri yok. Buna karşılık defterdarlıktan çıkan tüm kağıtlara konulan resimlerle yaşıyor. (s.263) Beş önemli memuru bulunuyor.

1) Baş-Bakî kulu: Kamu alacaklarını toplamakla görevli;

2) Cizye Baş-Bakî kulu: cizye mültezimlerini kontro ediyor;

3) Veznedar-Başı: Hazinede ödemelere ve gelirlere riyaset ediyor;

4) Sergi Nazırı;

5) Sergi kalfası: Bu son ikisi Hazine işlemlerinin kayıtlarını tutuyorlar. (s. 264)

Defterdarlık teşkilatı 265-273 sayfalar arasında anlatılıyor.

Eyaletler..

Üç çeşit mülkiyet bulunuyor. 1) Arz Haraciye; 2) Arz Öşriye; 3) Arz memleket veya Arz havz veya Rakabe-i beyt’ül mal. Bu son şekil araziler “askerlere, hatta sivil görevlilere, ekicilerin borçlu olduğu vergiyi kendileri için toplamak ve onlar üzerinde feodal bir kaza uygulamak, buna karşılık da süvari olarak askeri hizmet yapmak üzere” veriliyorlardı. (s.275)

Halen 26 eyalet, 163 liva veya sancak 1800 tane de kaza bulunuyor. 62 liva paşalık adı altında paşalar tarafından yönetiliyor.

Eyalet paşaları bulundukları livaları doğrudan yönetiyorlar; eyalete bağlı diğer livaları ise üç tuğlu vezir ve paşalar veya iki tuğlu paşalar veya muhassıl, mütesellim, voyvoda denilen kimseler yönetiyor. (s.278)

Eyalet Paşaları:

1) Kendi livalarındaki zeametlerden;

2) Her yıl Devlet’in kendilerine verdiği eyaletlerin 2-3 livasının gelirlerinden (bunları iltizama veriyorlar veya bir voyvoda ile yönetiyorlar);

3) kendilerine bağlı hr livadan, liva başına 1 000-2 000 kuruş alarak (savaşta bu miktar iki katına çıkıyor; ancak paşalar savaşa gitmiyorlarsa bunun yarısını Devlet’e veriyorlar) yaşıyorlar. (s.279)

22 liva ömür boyu iltizama veriliyor. Bunlara Malikaneyi Mirî deniyor.

Bosna, Mora ve Aydınlı her yıl bağlı oldukları eyalet valisine; Gelibolu, Rodos livaları kadırga kaptanı beylere; Ergani livası bu kazanın maden eminine; Kıbrıs, sadrazama; Ege adaları (tek liva), kaptan paşaya (voyvoda yönetiyor) iltizama veriliyorlar. Malikaneler dışında valiler bir yıllığına tayin ediliyorlar. (s.281)

Toprakların statüsü.

I) Mülk araziler (haraç ve öşür araziler);

II) Mirî araziler. Bunlar devredilemez ve dokuz sınıfa ayrılıyorlar.

1) Gelirleri Hazineyi Amire’ye gidenler; 2) Ekilmemiş ve boş topraklar (adiyet); 3) Sultana ait topraklar (Hassı Hümayun); 4) Devlet toprakları (Emlakı Hümayun). Byunlar genellikle müsaderelerden veya mirasçı bırakmadan ölen kimselerin topraklarından oluşuyor; 5) Haseki sultanın, şehzadelerin ve kan bağıyla bağlı hanım sultanların toprakları (Hassı Selatin); 6) Sadrazamın, vezirlerin, kaptan paşanın, üç tuğlu paşaların toprakları (Hassı vüzera); 7) İki tuğlu paşaların toprakları (Hassı Ümera); 8) Saray yüksek yöneticilerine, Miri Livalara ait topraklar (Arpalık); 9) Zeamet ve timarlar. (s.282)

Bir paşa üç tuğlu paşalığa merasimle terfi ediyor. Bir samur kürk alıyor. Sarayın en önemli memurlarından olan Mir Alem paşaya üç tuğ, bir de sancak sunuyor. Reis Efendi belgesini (beratını) veriyor. Nişancı da kendisine gümüşden bir divitle Sultan’ın tuğrasını ve bir de güzel işlemeli bir önlük takdim ediyor. (s.284)

Eskiden eyalet paşaları sultan tuğrasını bulundurup onun adına emirler çıkarıyorlardı. Bu suistimallere yol açıyordu; III. Ahmet zamanında kaldırıldı. Üç tuğlu paşaların önünden dokuz süvari; iki tuğlu paşaların altı süvari; tek tuğlu paşaların da üç süvari gidiyor. Ayrıca hepsinin bir askeri müziği var. (s.285)

“İdari işlerde Hükümet eyalet büyükleri tarafından seçilmiş ve hükümet tarafından tasdik edilmiş ve Ayan ya da İş Erleri denilen iki ya da üç kişinin yardımını alıyor.” Komutan emirlerini bunlar aracılığıyla uygulatıyor.” (s.286)

Bazı eyaletlerde Ayanlık babadan oğla geçer hale gelmiş. Bunların çoğu halıkı paşaların zulmüne karşı koruyacağına, paşayla işbirliği yaparak halkı eziyor. Paşaların İstanbul’da koruyucuları var. (s.286) Paşalar birinin malına göz koyunca onu bir cürümle itham ediyor; sonra da bir “cinayet bedeli” alarak cürmü affediyor. Bir üç tuğlu paşa konağı en az beş yüz kişi ile yönetiliyor. İki binden fazla kişinin çalıştığı konaklar da var. Ahırlarında iki yüz, üç yüz at bulunuyor. Tayin olurken büyük para ödedikleri gibi, yerlerini koruyabilmek için, her yıl da paralar ödüyorlar. (s.287) Görünüşte islami inanca çok bağlılar; zaten kimse idari yeteneklerini övmüyor; sadece “iyi bir Müslüman” diyorlar. (s.288)

Asî paşalara kapıcıbaşı tuzak-mesaj yolluyor. Burada vaat edici, yatıştırıcı, paye verici şeyler söyleniyor. Aslında kapıcıbaşı hiçbirşey belli etmemeli. Son derece hilekar olmalı. Bunun için bazen aylarca hazırlanıyor. Yoksa kendi hayatından olur. (s.290-291) Paşalıktan yaşlanarak ayrılanlar Başkent’te kalamıyorlar. (s.291)

Her eyalet kendi yerel masraflarını karşılıyor. Bunlar arasında idari harcamalar, kalelerin bakımı, yiyecek ve techizat nakliyeleri, birliklerin geçidi gibi maddeler var. Halka konulan vergilerin adları şöyle: Salyane, avarız, iştira, sarsat, nefer-am, kaftan-baha, zahire-baha, öşr-diyet vb. Bunların hepsi de iğrenç Cibayat adı altında toplanıyor. Bunlar dini kanunların (Şeriatın) müsaade ettiği vergiler değil. (s.292) Fakat modern bir devletin ihtiyaçlarına yetmedikleri için (eskiden konmuşlar) devlet de yardım ediyor. Veya, hep geçici denerek, halkın itirazlarına rağmen bunları artırıyor. (s.293)

Sanayi ve ekonominin gelişmesine en büyük engel mülkiyetin güvenlik içinde olmaması ve müsadereler. Eyaletlerde bu yüzden sefalet artıyor. Her taraf serseriler, haydutlar ve dilencilerle dolu. Savaş sırasında askerler düşman mülküyle İslam mülkü arasında fark gözetmiyorlar. (s.296) Zengin Müslümanlar İstanbul’a, zengin Hıristiyanlar da yurt dışına kaçıyorlar. (s.297)

İstanbul 600 000 kadar nüfuslu. Binaların genişletilmesine izin verilmiyor. Zaman zaman da buraya gelenler, yeniden yerlerine yollanıyorlar. İaşe zorluklarını karşılamak için. (s.297)

Eyalet sistemine dahil olmayıp, Hükümet’in tayin ettiği paşalarla yönetilen birimler:

1) Mekke: Ali’den gelen bir Şerif yönetiyor;

2) Medine: Şeyyhül Harem sıfatı ile Saray’ın kara ağalarından biri tarafından yönetiliyor;

3) Eflak-Buğdan: İki yüzyıldır Fenerli Rumlar yönetiyor. Eskiden üç yıl için tayin ediliyorlardı; halen bu süre yedi yıl;

4) On dokuz Kürt kazası (Ekrad Beyliği): Çıldır eyaletinde babadan oğula geçiyor yönetim;

5) Diyarbakır’ın altı Kürt kazası;

6) Aynı eyalette diğer beş kazada seçimle gelen  Ekrad hükümeti;

7) Musul’da iki Kürt kantonu (kazası) daha;

8) Sivas’ta altı Türkmen kazası (Ağa sıfatı taşıyan bir komutana bağlılar);

9) Asya eyaletlerinde voyvoda emri altında bulunan Kıptiler; vergilerini de voyvoda topluyor;

Tunus, Cezayir ve Trablus’ta seçimle gelen (fakat merkezde onaylanan) dayılık sistemi. (s.299) Dayı, iki tuğlu mirman. Vergi ödemek bir yana, ara sıra techizat şeklinde vergi alıyorlar.

Yeniçerilerin alt bölümleri: Cemaat, Bölük, Seymen veya Sekban, Acemi oğlanları. Bunlar da “Orta” veya “Oda”lara ayrılıyorlar. Toplam 229 orta var; bunların 77’si İstanbul’da, diğerleri eyaletlere dağılmış durumdalar. (s. 312)

Cemaat: IV. Murat, II. Osman’ın katlinde rol oynadığı gerekçesiyle 65. Orta’yı kaldırdı; böylece 101 orta 100’e indi. Yine de lanetliler. Bunlardan 11 orta İstanbul’da.

Bölük: 61 orta; bunlardan 30’u taşrada.

Seymen: 34 orta; 33’ü taşrada.

Acemi Oğlanlar: 34 orta; hepsi İstanbul’da.

Ağa ve Ocak ağaları Divan’ı teşkil ediyor: Seymenbaşı; zağarcıbaşı; samsuncubaşı; turnacıbaşı; kulkahya. Ayrıca yazıcılar (katipler) var. Bunun dışında 34 küçük lonca “kârhane” adı altında Ocağa bağlı. her biri 25-30 zanaatkâr yeniçeriden oluşuyor. Hepsinin birer ustası var. Savaşta da, barışta da yeniçeriler için çalışıyorlar. (s. 323)

Özdemiroğlu Sinan Paşa, daha sonra da Koca Sinan Paşa Ocak’a haydutları bile soktular. (s.328) 1727’de III. Ahmet’in sıkı yasaklamalarına rağmen bugün de (1780’ler) her çeşit insan giriyor. (s.329)

Sayıları III. Murat zamanında 60 bin idi; III. Mehmet zamanında (1598) 101 bine çıktı. Giderelk daha da arttı ve IV: Mehmet’in ilk yıllarında 200 bini aştı. Fakat aynı Sultan döneminde Tarhoncu Ahmet Paşa bunların sayısını 55 bin olarak sabitleştirdi. 1655’te Kara Murat Paşa 80 bine çıkardı. III. Murat da sayılarını ve güçlerini azalttı. (s.330-331) III. Mustafa taşra milislerine ve başıbozuk erlere daha çok başvurdu. Bunlar sadece savaş sırasında ücret alıyorlar; fakat savaşta başarısızlar. Zaten bunlardan “dahili sükun” bekleniyordu. (s.331)

“Yeniçerilerin gerçek sayısını bilmek mümkün değildir… Genel olarak sayıları 120 000 olarak hesaplanıyor. Bunların 20 000’i (kağıt üzerinde) İstanbul’da. Bununla beraber kışlalarda 3000 asker bile yok.”

Üç sınıf yeniçeri var: 1) Eşkinciler: Fiilen hizmette olanlar; 2) kayıt olup da bir “orta”da yer açılsın diye hizmetsiz ve ücretsiz olarak bekleyenler (150 bin kadar); 3) her sınıftan çok sayıda Osmanlı da, bu Ocağa katılmayı şeref addettikleri için yeniçeri adını alıp, türban takıyorlar. Bunlara “Taslakçı” (“aspirant”) deniyor. (s. 332)

Sulh zamanı maaş alabilmeleri için üç yıl hizmet etmeleri gerekiyor. Ödeme makbuzları ödenmesi gereken “esame”leri çok aşıyor. Bunların ticareti yapılıyor. Her savaş da sayılarını artırıyor. Yeniçeri ağası, meşru varisi olmadan olmadan ölen yeniçerilerin malını, 1/10’unu beytülmalci ve orta şefine verdikten sonra kendi alıyor. Ancak miras 10 bin kuruşu geçerse devlete gidiyor. (s.335)

Esamelerin çoğu saray ağalarının, ulemanın ve devlet büyklerinin eline geçmiş. (s.339) III. Mustafa bunu önlemek istemiş; başaramamış. En yüksek esamayi yeniçeri ağası (günde 300 akçe) alıyor; sonra günde 120 akçe ile orta şefi geliyor. (s.340)

Yeniçerilere bazı ihtiyaçları (ekmek, mum, et) aynî olarak veriliyor. (s.341) 12 bin yeniçeri (ilk tesbitlerden kalma bir rakam) de Selanik çuhası giyecek alıyorlar. (s.342) Bunlar yetersiz olduğu için yeniçeriler fırıncı, kasap, camcı, silahçı vb. olarak çalışıyorlar. Halkı, özellikle zimmileri soyuyorlar. (s. 350)

Yeniçeriler hiç vergi ödemiyorlar; nadiren müsadereye uğruyorlar; ayrıcalıklı bir kategori oluşturuyorlar. (s. 353)

Yeniçeriler hoşnutsuzluklarını önce cami ve kışlalara yazılar yazarak ortaya koyuyorlar. İkinci aşamada yangınlar çıkarıyorlar. (s.359)

Diğer birlikler: topçular, cebeciler, top arabacılar, sipahiler, silahdarlar (altı bölük halkı), humbaracılar, lağımcılar. (s. 367)

Askeri iktalar: Timarlar: “Sipahiler kendilerine verilmiş olan ve reaya (Hıristiyan ya da Müslüman) tarafından ekilen timarın devlete vermesi gereken vergiyi alıyorlar; ayrıca bu topraklar üzerinde feodal (“signeuriale”) yargı hakları bulunuyor. Reaya işlediği toprağın mülkiyetine (“propriété”) sahipti; fakat toprak onun ölümünde, oğlundan başka bir aile ferdine gidecek olursa sipahinin izni ve bir para ödenmesi gerekiyordu. Eger toprağı tasarruf edenin (“possession”) hiç mirasçısı yoksa işlediği toprak, sipahi tarafından, kendi akrabalarından birine değil, ölenin komşularından birine veriliyor.” (s. 373)

Bu sistem bozuldu. Sipahiler ölünce beratları başkalarının eline geçiyor. II. Mustafa paşaların berat verme yasağını tazeledi; fakat suistimal bu kez hükümete geçti. (s.376)

1768 Rus harbinda sadece 20 000 cebeli vardı. (s. 367)

Eyalet Askeri:

Her eyalet savaş zamanında 1 500- 3 000 arası asker (piyade ve süvari) veriyor. Diyarbakır, Van vb. Kürtlerden 25 000 asker, Türkmenlerden de 10 000 asker topluyorlar. 6000 de Bulgar voynuk orduya katılıyor (s.378). Bunu 1376’da I. Murat kurdu. Katılanlar hiçbir vergi ödemiyorlar. Eflak ve Buğdan Beylikleri de savaşta voyvoda liderliğinde öncü olarak kullanılan birlikler veriyorlar. Eskiden tüm eyaletlerden toplanan asker sayısı 120 000’i buluyordu. (s.379)

Paşaların kapı halkı:

Paşalar hasları ile kapı halkı besliyorlar. Bu hasların zeamet ve timarlardan farkı, bunların şahsa değil, makama bağlı olmaları. Eskiden sancak beyleri görevden uzaklaştırılamaz idi. Savaşa gönüllü ve kalabalık askerlerle, heyecanla katılıyorlardı. Hatta savaşa mecbur olduklarının iki katı askerle katılıyorlardı. Toplam, 150 bine kadar çıkıyorlardı. (s. 380) III. Murat bunları azledilebilir hale getirdi ve iki veya üç tuğlu paşalar tayin etti.

Paşaların kapı halkları ile zeamet ve timarlıların temin ettikleri ordu eskiden 450 binden fazla asker sağlıyordu. Bir kısmı savaşıyor; diğer kısmı eyaletleri koruyordu. Eski örgütlenme halen de mevcut; fakat ancak 60 bin asker toplanabiliyor. (s.381)

Olağanüstü birlikler ve serbest (francs) birlikler.

Bunlar 1) Miri-askeri; 2) yerli neferat; 3) dal-kılıçlar; 4) serdengeçtiler; 5) Göüllülerden oluşuyor.

I) Miri-askerî veya ücretli askerler. Bunlar 1 000 piyade veya süvariden oluşuyor. Binbaşı adındaki süvariler topluyor. “Bir tüfek ya da bir kılınç sahibi veyahut da bir mızrağı ya da bir çift tabancası olan herkes bu birliğe kabul ediliyor. Bunlar 25 kuruş katılım bedeli alıyorlar. Bunun dışında piyadelerin aylık ücreti 2,5 kuruş; süvarilerin ise beş kuruş. Binbaşı ise savaşa katılım için 2 000 kuruş alıyor ve birliğe yapılan ödemenin onda biri de kendisine gidiyor. Savaş bitince serbest kalıyorlar; fakat yeniden angaje olabilirler. Feodal birliklerin çöküşü buna yol açtı. III. Mustafa zamanında ordunun büyük kısmını teşkil ediyorlardı. Sultan sipahi ve yeniçerilerin sayısını artırmaktan çekiniyordu.  1768 Savaşı’nda 97 mirî-askerî birlik vardı. Fakat bunlar disiplinsiz ve eğitimsiz idiler. (s.382);

II. Yerli neferat: Tehdit edilen biryerin civarından ve içinden toplanan bölükler. Tehlike ortadan kalkınca bunların da varlığı sona eriyor. (s.383);

III. Dal-kılıçlar: Her birlikten 200-500 kişi arsında seçilen ve en tehlikeli işlerde kullanılan askerler. Bölükler Halide örgütleniyorlar. Dalkılıçlar savaş bitince birliklerine dönüyorlar. Çok iyi kazanıyorlar.(s.383);

IV. Serdengeçtiler: Bunlar dalkılıçlardan da cesurlar. Genellikle bunlar yeniçeri. En önde savaşıyorlar. Bayrak denilen 120 kişilik birlikler oluşturuyorlar. Komutanları “serdengeçti ağası”;

V) Gönüllüler: Fakir fukara para kazanmak için veya dinî fanatizm nedeniyle  “gönüllü” yazılıyor. Dervişler halkın fanatizmini kamçılıyor ve asker topluyor. Genellikle yeniçeri bayrağı taşıyorlar. “Ordu ilerledikçe yığın büyüyor ve bunlara yiyecek vermeyi reddeden halkın hali harap!” En cesur ve atak olanları komutan oluyor. (s. 384)

Savaş:

Önce Şeyhülislam bir fetva veriyor. Sonra bütün camilerin imamları Divan2da toplanıyor. Reisleri (Ayasofya imamı) Kur’an’dan savaşa ait ayetler okuyor. (s.387)

Savaş kararıyla beraber, hedef ülkenin elçisi hapsediliyor. Böylece düşmanı bilgiden yoksun kılmak; o ülkedeki Osmanlıları korumak ve barış müzakerelerinde koz olarak kullanmak gibi faktörle rol oynuyor. (s. 388)

Daha sonra beylerbeylerine savaşın nedenlerini açıklayan fetva yollanıyor. Hazırlıklar başlıyor. Müneccimbaşı en müsait zamanı söylüyor. (s.389) Saraya tuğ dikiliyor. Kırk gün sonra, savaş Avrupa’da ise Davutpaşa’da, Asya’da ise Üsküdar’da birlikler toplanıyor. Tuğ, altı hafta saray avlusunda kaldıktan sonra sadrazam sarayına naklolunuyor. Ertesi gün At meydanından yeniçerilerin esnaf ortaları, devişlerin éallah!” ve “Hu!”  nidaları ile harekete geçiyor. Bu merasime, birlikleri daha kalabalık göstermek için, İstanbul’dan da bir çok esnaf ve zanaatkâr katılıyorlar. (s.392) İki gün sonra da yeniçeriler başkentten hareket ediyorlar. (Daha bir sürü merasim var; bkz. S. 387-399) Seferden önce sadrazam yerine kaymakam tayin ediliyor. Bu iktidar ikiliği bir sürü çelişki ve entrikaya yol açıyor. (s.399-400)

Savaş kampı için yeni görevler yaratılıyor: Kadı, imam, para ayarlarını ve fiyatları denetleyen müffettişler vb. “Böylece askeri kamp bir sürü memur, din adamı, derviş, hizmetçi, tüccar vb. kalabalığı ile  bir sürü çadır ve bagajı da barındırıyor.” (s.402)

Ordunun büyük kısmı düzensiz birliklerden oluşuyor. Erler arasında bir sürü serseri ve haydut da var. 1768 seferinde olduğu gibi 300, 400 bin kişi toplanıyor. (s.402) Yeterince teçhizat ve iaşe yok. Ayrıca bir plan da bulunmuyor. (s.403) 23 Nisan’dan önce sefer başlamıyor. 26 Ekim’den itibaren de kış karargâhına çekiliyor. Şefler tesadüfî ve yetersiz. (s. 403) Müneccimlere göre hareket ediyorlar. Bazen da sarayın telkinleri ile karargahın telkinleri çelişiyorlar. Askerleri coşturmak için padişah mesajlar yolluyor; bahşişler veriliyor; dualar ediliyor vb. (s.412)

Şeyhülislam ve iki kadıasker sultanın sefere çıkmasını istemiyorlar; çünkü kendileri de çıkmak zorunda kalacaklar. Daha çok tehlikelerine işaret ediyorlar. Kaymakam sadrazamın baş rakibi. (s.417) Onun için o da sefere çıkmak istemiyor. “Orduya serasker komuta edince, bu sefer de Koca Sinan Paşa’nın 1596’da belirttiği gibi, İstanbul’da kalan sadrazam, parlak zaferlerin ellerine emperyal halkayı geçirmesinden korkarak, onu engelliyor, suistimal ediyor, her şeyden yoksun bırakıyor.” (s. 418)

“Seferin başlangıcında devlet 300 000 er toplayabilir; olaylay mutlu bir şekilde gelişirse asker bulmada sorun çıkmıyor; fakat en küçük terslikler ortaya çıkınca moral bozuluyor ve asker kaçakları orduyu eritiyor; yeni asker bulmak da çok zorlaşıyor.” (s.419)

Donanma

Halen donanma 21 savaş gemisinden oluşuyor. (Teknik özellikleri veriliyor)

Aslında Osmanlı topraklarında bir donanma için her şey mevcut. Demir, çam, meşe, reçina, katran, zift, kenevir, bez vb. Bunları üreten şehir ve kazalar, her yıl eskiden saptanmış düşük fiyatlarla donanmaya bunlardan belli bir miktar veriyorlar. (s.423) İki büyük bronz top dökümhanesi var. İstanbul, Gelibolu ve Selanik de barut fabrikaları çalışıyor. 1708 yılından beri de tophanede büyük bir çapa dökümhanesi kurulmuş bulunuyor. (s. 424)

“Geçen yüzyılın sonuna kadar Devlet, her biri on altı kürek sırası olan kırk kadar kadırga sahibi idi. Bunlar takım adaya bağlı şehir ve adalar tarafından sağlanıyorlar ve onların adını taşıyorlardı. Komutanları eşraftan gelen iki tuğlu paşa derecesinde beyler idi. Komutanlık hayat boyu, hatta babadan oğla geçme idi; fakat III. Mustafa ve I. Abdülhamit zamanlarında bu tarz gemiler terk edildi; sadece bunların çok süsülü amiral gemisi kaldı; o da bazı merasimlerde kullanılıyor. (s.424)

Gemiler karavela ve fırkata adını taşıyorlar. Deniz erleri levent, topçu, tayfa, kalyoncu vb. Daha uzman olanlar, özellikle manevralarda rol alanlar  da “ailackdji” (?) lakabını taşıyorlar. (s.426)

Donanmanın örgütlenmesi ayrıntılı bir şekilde anlatılıyor. Kaptan paşanın sabit bir ücreti yok. Takımadaları iltizama veriyor. Bütün kaptanlardan da “caize” alıyor. (s. 432) Sivil memurlar da var: Tersane emini, ambarlar emini, kalyonlar katibi vb. (s. 435)

“Donanmada daima çok sayıda köle var. Bunlar iki sınıf. Birincisi cürüm işlemiş ve kamu hizmetine mahkum olmuş; ayakları zincire vurulmuş forsalar (pai-zend’ler); ikincisi de savaş esiri alınmış ya da yabancı armatörlerden gasp edilmiş köleler.  Bunlar donanmada hizmet ediyorlar ve manevralarda işe yarıyorlar; fakat bu kullanımın bir de riskli tarafı var; bazen hile yapıyorlar, ya da ayaklanıp gemiyi kaçırıyorlar.” (s. 437)

Dıs İlişkiler

İmparatorluk 400 kişilik bir “sürü”den (“horde”) kuruldu. (s.439)

Vakayinamelere göre I. Selim, 1518’de Saadet Giray’a bir saltanat sancağı verdi ve ona günde bin akçe maaş bağladı. Kırım Hanlarının Osmanlı Hanedanı’na bağlılığını sağlamak istiyordu. Fakat ancak 1587’de İslam Giray II. dualarda Sulatn Murat’ın isminin kendi isminden önce okunmasına razı oldu. (s.444)

Osmanlı elçileri İstanbul’a dönünce bir sefaretname yazıyorlar. “Sefaretnamelerde sadece merasimlerle ilgili ayrıntılar ve çocukça gözlemler bulunuyor. Genel olarak orada kendi tutumlarının bilgeliğini, her fırsatta İslamın şanına ve Sultanın onuruna saygı gösterilmesi için ne kadar dikkatli olduklarını övgüyle anlatıyorlar. Hepsi de nasıl özel bir dikkatle karşılandıklarını, daha önceki elçilerden hiçbirine gösterilmeyen saygının nasıl kendisine gösterildiğini  anlatıyorlar.” (s. 510)

“Babıali nihayet 1793’te Viyana, Londra ve Berlin’de daimi elçilikler açma kararı aldı.” (s.513) Müslümanlardan, elverişli şartlara rağmen adam bulunamadı. Sonunda çaresiz, Fenerli Rumlarda maslahatgüzarlar tayin edildi. (S.514)

MUSTAFA REŞİD PAŞA VE DÖNEMİ SEMİNERİ, BİLDİRİLER; Ankara, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1987.

Tarih Kurumunun 13-14 Mart 1985’te, Ankara’da düzenlediği seminere sunulan bildiriler. Aralarında Sina Akşin, Yusuf Halaçoğlu, Neşet Çağatay, Mehmet Kaplan, Bilal Şimşir (91 belge), Ahmet Mumcu ve Musa Çadırcı’nın da bulunduğu on dört bilim adamı tarafından verilen tebliğler.