15 Kasım 2020
EMPERYALİZM, KÜRESELLEŞME ve ABD SEÇİMLERİ
On altı yıl önce, Amerika’da yine bir başkanlık seçimi sırasında, bir Japon gazeteci bu ülkenin küresel planda belirleyici rolüne işaret ederek, “neden bu seçimde herkes oy kullanmıyor?” diye sormuştu. Mademki bu seçimi tüm dünya vatandaşları, “nefesleri kesilmiş halde” izliyorlardı, o halde en azından internet aracılığıyla bir “seçim oyunu” (mock election) oynanabilirdi! (İHT, 25 Mart 2004).
ABD’deki bu son seçimlerin dünyada daha da büyük bir heyecanla izlendiğini görünce Japon gazetecinin bu esprisini hatırladım. Üstelik bu kez yarışma, bazı özgül koşulların da katkısıyla, daha uzun sürdü ve şimdi de aynı heyecanla “uzatmaları” izliyoruz. Kuşkusuz dünya ve küresel dengeler hızla değişiyor; Amerika bile artık yirmi yıl öncesinin Amerikası değil; değişmeyen tek şey ise sermaye hegemonyası! Oysa o da yeni stratejik arayışlar peşinde ve bu arayışlara da, son dört yıl boyunca, “Trump modeli” (Trumpizm) damgasını vurdu.
İşte ABD’de son seçimler bu koşullarda yapıldı ve kazanan da belli oldu. Oysa Trump bir türlü yenilgiyi kabul etmiyor; “seçimi ben kazandım!” diyor ve tüm dünya da bu garabeti şaşkınlıkla izliyor. Şimdi soru şu: Trumpizm, geçici bir fırtına olarak mı kalacak, yoksa dünya düzeninde daha da şiddetli sarsıntıların öncü işareti mi olacak? Sanırım bu konuda doğrulara ulaşabilmek için sorgulanması gereken nesnel kategori, kapitalist üretim biçiminin günümüzdeki işleyiş biçimi, yani çağdaş emperyalizm olmalıdır. Son ABD seçimleri de gerçek anlamını ancak bu zemin üzerinde kazanabilir.
***
Emperyalizm aslında bağımsız bir kavram değildir; kapitalist üretim biçiminin 19. yüzyıl sonlarında aldığı şekle verilen addır. Daha önce siyasal bir akımı, kralların “imparatorluk” tutkusunu ifade eden bu terim, 20. yüzyıl başlarında yeni bir anlam kazanmış ve bugün hala canlılığını koruyan tartışmalara yol açmıştı.
O sırada kuramcıların üzerinde anlaştıkları nokta şuydu: İleri kapitalist ülkeler, artık rekabetçi dönemi geride bırakmış, tekellerin oluştuğu ve gelişmemiş ülkelere sermaye ihraç eden metropoller haline gelmişlerdi. Anlaşmazlık ise şu noktadaydı: Bu gelişmenin sonuçları ne olabilirdi?
Şu oldu: Tekelleşmenin ve kolonyal rekabetin barışçı yollarla çözülebileceğini savunan Kautsky ve II. Enternasyonal haksız, Lenin haklı çıktı ve sonunda da dünya savaşı patladı. Sonra da genel kriz, Nazizm, Büyük Savaş, soğuk savaş vb derken bugünlere geldik. Geldik ama yüz yıl önceki sorunlar da -üstelik daha da büyümüş olarak- hala karşımızda duruyor ve çözümlerini bekliyor.
***
Aslında kapitalist üretim biçimi tarihte ilerlemeci bir rol oynamış, daha önceki kölelik düzenini tasfiye etmişti. Feodal serflerin yerini alan emekçiler yer yer daha da acımasız bir sömürü nesnesi olsalar da, artık modern bir sınıf olarak örgütlenme ve direnme olanaklarına sahip oluyorlardı. Kaldı ki, kapitalizm, başlangıçta sadece metropollerde oynadığı rolü giderek tüm dünyada yayıyor ve sınıf kavgasına küresel ufuklar açıyordu.
Marx ve Engels daha Manifesto’da (1848) bu nokta üzerinde durmuş, kapitalist üretim biçiminin “ulusal sınırları aşarak, insanları küresel bağlarla birbirine bağlayacağını” ve kültürel planda da “tek yanlılık ve dar kafalılık”ları yok edeceğini söylemişlerdi. Peki, kapitalizm, emperyalizm aşamasında da bu misyonu sürdürüyor muydu?
O dönemde açıkça altı çizilmese de, tüm emperyalizm kuramcılarına göre, sürdürüyordu. Hatta Rosa Luxembourg, tezini, sermayenin ancak kapitalizm öncesi üretim ilişkileriyle çevrili olduğu koşullarda ve bu ilişkileri çözerek yenilenip büyüyeceği esasına dayandırmıştı. (R.L; Sermaye Birikimi, 1913).
Bu konuda Lenin de farklı düşünmüyordu. Ona göre de en ileri ülkelerde oluşan “sermaye fazlalığı”, “küresel kapitalizmin çarkına kapılmış” ülkelere gidiyor ve orada kendi sınırları içinde mümkün olmayan kârlar sağlıyordu.
Oysa aynı zamanda gittikleri yerlerde de kapitalist üretim ilişkilerini geliştiriyorlardı. Lenin’e göre, bu sermaye ihracı “çıkış ülkelerinde gelişmeyi bir dereceye kadar yavaşlatsa bile, kapitalizmin dünyada derinlik ve yaygınlık kazanmasını sağlıyordu”. O dönemde bu ihraç, “esas olarak kredi ve devlet borçlandırması şekillerini alıyor, sanayi işletmelerine yatırım yapılmıyordu”. Bugünkü dille, portföy yatırımları doğrudan yatırımlara nispetle ağır basıyor ve finans-kapital tefeci kârlar sağlıyordu. (Lenin; Emperyalizm, 1917).Yine de Lenin ve Rosa Luxemburg, Doğu’da pazar ekonomisinin bu yollarla finanse edilen demiryolu politikası sayesinde nasıl geliştiğini kuvvetle vurgulamışlardır. Luxemburg’un rakamlarla anlattığı gibi, Osmanlı tarihinde “batılılaşma”, “modernleşme” gibi başlıklar altında incelenen döneme, aslında, 1850-1890 yılları arasında İngiltere, 1890’dan sonra da Almanya sermayesi ile finanse edilen demiryolu politikası damgasını vurmuştu.
***
Bugün ilk emperyalizm tartışmalarının yapıldığı dönemden yüz yılı aşkın zaman geçmiş bulunuyor ve bu arada yıkıcı savaşlar, iktisadi krizler yaşandı. Oysa emperyalizm olgusu ortadan kalkmadı; aksine, rafine yöntemler kullanarak çok daha yaygın ve yoğun şekillere büründü. Bugün insanlık 1900’lerden çok farklı bir kapitalizm profili ile karşı karşıya ve o yıllardaki uluslararası sermaye akımlarıyla ilgili veriler, bugünkü rakamların yanında gülünç görünüyor.
Kuşkusuz bu gelişmenin çeşitli nedenleri vardır. Oysa iki etken bu konuda en belirleyici rolü oynadı gibi görünüyor. Bunlardan birincisi, kökeni 1960’lara uzanan, fakat son kırk yıl içinde küresel bir iletişim ağı oluşturan teknolojik devrim; ikincisi de, otuz yıl önce, Sovyet sisteminin çözülmesi oldu. Bilgisayar çağı, finansı ve ticareti kamçılıyarak uluslararası sermayeye yepyeni ufuklar açıyor; Thatcher ve Chicago Okulu iktisatçıları kılavuzluğunda gerçekleşen Perestroika da uluslararası ekonomiye beklenmedik bir pazar sağlıyordu. Böylece Rusya da kapitalist zincire eklenmiş ve “küreselleşme” tamamlanmış oldu.
Londra’da çıkan liberal The Economist dergisi 2006 başlarında (21 Ocak) bilançoyu şöyle çıkardı: “Çin, Hindistan ve eski Sovyetler Birliği’nin pazar ekonomisine katılmaları, küresel emek gücünü iki katına çıkardı. Emek gücünü bollaştırıp, sermayeyi ona nispetle kıtlaştıran bu durum, sermaye girdilerine kıyasla ücretler üzerinde bir baskı oluşturdu. Böylece zenginlerin kârları ulusal gelirde rekor düzeylere ulaşırken, emekçilerin payları azaldı”. Oysa bu, “öykünün sadece bir kısmı” idi. Öbür kısmı olarak da, dergi, 2005 yılında, kalkınmakta olan ülkelerin toplam üretiminin (satın alma gücü paritesi ile) dünya üretiminin yarısını -hafifçe de olsa- geçtiğine işaret ediyordu. Yani uluslararası sermaye bu kısa dönemde hem nalına hem mıhına vurmuş, bir yandan tekelleşmeyi artırırken, öte yandan da kapitalizmi tüm dünyaya yaymıştı.
Tekelleşme ve sermaye ihracı ile ortaya çıkan kutuplaşmanın bir tarafında Çin’in, öbür tarafında da ABD’nin yer aldığı bugünlere böyle geldik. Bu demektir ki kapitalizmin özüyle ilgili olan bu gelişme ne Thatcher ile Reagan’ın saldırgan liberalizmi ile başladı, ne de Trump’ın faşist korumacılığı ile biteceğe benziyor.
***
Gerçekten de Çin, bugünkü “dünya atölyesi” konumuna doğrudan dış sermaye yatırımları sayesinde geldi. Öyle ki, 1984-89 yılları arasında ülkeye yılda ortalama 2,2 milyar dolar yabancı sermaye girerken, Sovyet sisteminin de çöküşüyle bu süreç hızlanıyor, 1992-2000 arası 30,8 ve 2000-2013 arasında da 170 milyar dolara çıkıyordu. Ne var ki Çin yönetimi, yarı-kolonyal geçmişinden ve Mao’cu öğretiden alınan derslerle bunları kontrol altına almış ve reel sektöre yönlendirmesini bilmişti. İşte Çin Başkanı Xİ Jinping de, 2017 Davos toplantısına bu anlayışla katılıyor ve Trump’ın korumacı eğilimine karşı küreselleşmeyi övüyordu. (Le Monde Diplomatique; Aralık 2017).
***
Aslında “küreselleşme” çağında sermaye ihracı da küreselleşmiş ve her ülke, kendi olanakları ölçüsünde, bu emperyalist uygulamaya katkıda bulunmaya başlamıştı. Türkiye de bu akımın dışında kalmadı. Cumhurbaşkanı Yardımcısı Fuat Oktay’ın bir açıklamasına göre (28 Ocak 2019), Türk sermayedarlar da bu alanda üstlerine düşeni yapmışlar ve yabancı ülkelere toplam 38 milyar dolar yatırmışlardı. Aynı sermaye içerde de gerekli hallerde bunları koruyacak dronları vb üretiyordu. Çağdaş emperyalizmin bir yeniliği de sermaye ihracına yeni usullerin eklenmesi oldu. Artık bazı metropollerde bir takım fabrikalar sökülüyor ve emeğin daha ucuz, vergilerin daha düşük, çalışma koşullarının daha elverişli olduğu ülkelere taşınıyordu. Bu tarz yer değiştirme (delocalisation) uygulamaları da uluslararası planda kutuplaşmayı keskinleştiren ek bir faktör oldu.
***
Günümüzde bu kutuplaşmanın bir tarafında Çin ve devlet kapitalizmi varsa, öbür tarafında da ABD ve çağdaş tekelleşme abideleri olan GAFAM (Google, Amazon, Facebook, Apple, Microsoft) beşlisi bulunuyor. Geçtiğimiz Ağustos ayında bu beşliden, Facebook dışındaki üçünün borsa değeri bir triyon, Apple’inki de 2 trilyon doları geçti. Üstelik 1 trilyonluk değere 42 yılda ulaşan Apple’e, 2 trilyona ulaşmak için 21 ay yetmişti. (NY Times, 19 Ağustos 2020).
GAFAM beşlisinin toplam değeri de 5,6 trilyon doları bulmuştu. Oysa değerleri Türkiye milli gelirinin sekiz katı olan bu şirketler, toplam olarak 1,2 milyon kişi çalıştırıyor, vergi vermiyor ve giderek banka hizmetlerini de üstlenmeye başlıyorlardı. Dijital çalışma yöntemleri sayesinde, Covid 19 pandemisinden en kârlı çıkan da onlar oldular.
Ne var ki maddi üretimi periferiye naklederek işsizliği artıran, hatta algıları da kontrol altına alıp yönlendiren bu yeni emperyalizm, “gözetleme kapitalizmi” yöntemleriyle sonunda tüm rejimleri de sarstı. (Shoshana Zuboff; The Age of Surveillance Capitalism, 2019). Son yıllarda “sağ”lı “sol”lu söylemlerle iktidara gelen, fakat hepsi de aynı oyunu oynayan “popülist” rejimler aslında bu kutuplaşmanın ürünü oldular. Ve son ABD seçimleri de, traji-komik Trumpizm uygulamasıyla, bu gelişmedeki en tehlikeli halkayı gözler önüne serdi.
***
170 yıl önce, Marx, Yeni Renanya Gazetesi’nde (Şubat, 1850) “Gelecekte Pasifik Okyanusu Antik çağda Akdeniz’in, günümüzde de Atlantik Okyanusu’nun oynadığı rolü, yani Dünya ticaretinin büyük suyolu olma rolünü oynayacak ve Atlantik Okyanusu da, bugünkü Akdeniz gibi, bir iç deniz durumuna düşecek!” diye yazmıştı. İşte çağdaş “küreselleşme”nin yol açtığı kutuplaşmada ABD ile Çin Halk Cumhuriyeti’ni karşı karşıya getiren süreç de bu oldu.Bu süreçte geleneksel imalat dalları, sayısız emekçiye ve dev bir pazara sahip Çin’e kayarken, ABD de sayıca az ve kalifiye emekçi kadrolarıyla “high-tech” sanayi tekelleri kuruyordu. Oysa demokratik rejimlerde bunun bir de bedeli vardı. Fabrikaları kapanan ya da sökülerek başka ülkelere taşınan bölgeler elbette bir tepkide bulunacaklardı.
Aslında ABD siyasal rejimi bir çeşit “denge ve fren” sistemine dayanır. Bunu da anayasa ve neredeyse onun kadar önemli olan seçim sistemi sağlar. Öyle ki, Anayasa, başkanı büyük yetkilerle donatırken, seçim sistemi de Senato’ya adeta onu kısıtlayıcı bir rol vermiştir. Başkan, en önemli tayinleri ancak senatonun onayıyla yapabilmektedir. Ne var ki, senato, oluşma şekliyle, bu rolü daha çok kırsal Amerika lehine oynuyor. Çünkü her eyalet, nüfusuna bakılmadan – ister Wyoming gibi 580 bin, ister Kaliforniya gibi 40 milyon nüfuslu olsun- Senato’da iki üyeyle temsil edilmektedir. Bu da Paul Krugman’ın “Senato Amerikası” dediği kırsal kesime, dolayısıyla Cumhuriyetçilere büyük bir avantaj sağlıyor. İşte “Trumpizm” denilen garabeti yaratan da bu anti-demokratik mevzuat oldu. Üstelik, bir önceki seçimde olduğu gibi, rakibinden üç milyon daha az oy alan bir adayın başkan seçilmesi de bu ülkede kimseyi rahatsız etmiyor. İşte, çağın ironisi, milyarder bir iş adamı, ırkçı ve demagojik bir söylemle geneksel muhafazakârların yanına küreselleşme kurbanı “beyaz yakalıları” da ekledi ve hanesine yetmiş milyon oyu kaydetmeyi becerdi. Bu bir başarıydı. Ne var ki bu başarı yetmedi ve narsist başkanın iktidardan kovulmasını önleyemedi. Şimdi “hukuk”a başvuruyor ve kendi tayin ettiği hâkimlerden medet umuyor.
Kuşkusuz bu yüz kızartıcı çabalar da faydasız kalacak ve Beyaz Saray’daki tiyatro yakında sona erecek. Oysa kavga yine de bitmeyecek; çünkü yetmiş milyonluk faşizan potansiyel yerinde duruyor ve tehlike de devam ediyor. Üstelik tehlike, çok büyük kısmı alt ve orta sınıflardan oluşan bu 70 milyonluk kitlenin gerçek temsilcilerini bulmasına kadar da devam edecek! Unutmayalım ki toplumsal gelişme çelişkilerle ilerliyor ve tutucu kanatta Donald Trump’ı yaratan kutuplaşma, ona karşı demokrat kanatta da, adaylık yarışında başa güreşen Bernie Sanders’i çıkardı. Bunlardan birincisi, artık Amerikan halkının da aleyhine işlemeye başlayan “küreselleşme”ye karşı milliyetçi ve saldırgan bir korumacılığa sığınırken; ikincisi, barış, eşitlik ve özgürlüğe dayanan bir sosyalizmi savunuyor.
25 Ekim 2020
ERDOĞAN ve AKP’NİN “FİKRİ İKTİDARI”
Cumhurbaşkanı Erdoğan birkaç gün önce tarihi bir konuşma yaptı; yankıları hala sürüyor. Öyle görünüyor ki bazı sözleri belleklere çakılacak ve aylar, yıllar sonra da hatırlanacak. Bu yarı itiraf, yarı özeleştiri havasındaki konuşmasında, Tayyip Bey, önce “hükümet olmakla, muktedir olmak; muktedir olmakla da iktidar olmak” arasında bir ayrım yapmış, sonra da “gerçek iktidarın fikrî iktidar olduğunu” vurgulamıştı. İzleyen cümlelerde ise şu saptamayı yapıyordu: “Medyamız en modern altyapıya sahip ama bizim sesimizi ve nefesimizi yansıtmıyor (…) En haklı olduğumuz konularda bile dünyaya kendimizi anlatamıyoruz. İşte bunun için de fikri iktidarımızı hala tesis edemediğimiz kanaatindeyim”.
Görüldüğü gibi, adı yurtta ve dünyada en otokrat liderler arasında geçen bir cumhurbaşkanı yıllarca “hükümet ettiğini” fakat aslında iktidar olamadığını söylüyordu. Bu “itiraf” gerçekten de şaşırtıcıydı. Oysa bana kalırsa söyledikleri hiç de yanlış değildi; sadece eksikti ve gerçeğin yarısını ifade ediyordu. Çünkü Tayyip Bey bu “kendini anlatamama”nın -aslında çok iyi bildiği- nedenini açıklamıyor ve böyle bir açıklamayı da herhalde zamana ve zemine uygun bulmuyordu.
***
Gerçek şu ki, AKP yönetimi, on sekiz yıllık iktidarı boyunca kendisini hiçbir zaman açıkça “anlatmak” istemedi ve bu yüzden de “fikrî iktidarını” kuramadı. Temel fikirlerini hep gizledi ve sonuç olarak da ülkeyi hep başkalarının fikirleriyle yönetti. Tek bir şartla! Bu fikirlerin, parti kurucularının -hatta onların da bir kısmının- nihaî hedeflerine aykırı düşmemesi koşuluyla! “Yeter ki kan uyuşmazlığı olmasın!” diyordu Abdullah Gül; kendisi de “uyuşmazlığa” düşmeden önce! Oysa bu durumda medyanın yüzde seksen veya doksanına değil, yüzde yüzüne de hükmetseniz, yine “fikrî iktidar”ınızı kuramazsınız!
***
Gerçekten de Adalet ve Kalkınma Partisi, on sekiz yıllık iktidarında hep başkalarının diliyle konuştu; liberal oldu, Gülenci oldu, popülist oldu, antiemperyalist oldu, Avrasyacı oldu ve sonunda da Ülkücü oldu. Ne var ki hepsini de başarıyla birbirine karşı kullanmasını bildi. Liberal solu ve Gülencileri yanına alarak Avrasyacıları; Avrasyacı ve Ülkücüleri yanına alarak da liberalleri ve Gülencileri ezdi. Bu arada her müttefiği de, günü gelip “balyoz”u yiyinceye kadar, kendisini iktidarda sanıyor ve Tayyip Bey’i alkışlıyordu. Erdoğan’ı “Reis” yapan en büyük “ustalık” bu oldu.
***
Peki, R. T. Erdoğan’ı ülkenin değilse de, iktidar partisinin “tek adamı” haline getiren gerçek ideoloji neydi? Böyle bir ideoloji var mıydı?
Hayır, herhalde yoktu. Aslında Erdoğan “kitabî” bir siyasetçi değil; ortaya sistematik bir “dünya görüşü” koymadı; geniş çerçeveli bir din anlayışı vardı; yeri geldi, çok farklı İslamcı akımlarla dostluk kurmada bir sakınca görmedi. Uzun iktidar yıllarında Nakşibendiler, Menzil’ciler, Gülenciler, İhvan hareketi vb hep bu dinci eklektizmin parçaları oldular. Hatta geçmiş yıllarda Esad Suriye’sinin Aleviliği ve son dönemde de Aliyev Azerbaycan’ının Şiiliği dostluk ve kardeşliğe hiç engel teşkil etmedi. Ne var ki Tayyip Bey az çok kutsallaştırdığı iki temel referansını da hiç gizlemedi. Aksine bunları her fırsatta açıkladı; övdü; göklere çıkardı.
***
Bunlardan Sultan Hamid, yönetim anlayışını; Necip Fazıl da “ideolocya” idealini temsil ediyordu. Oysa ikisinin de lügatlarında “demokrasi” diye bir sözcük yoktu. Birincinin saltanatında tüm özgürlük savaşçıları sürgüne yollandılar; ikincinin kuramında da “Führer”den esinlenen İslami bir “Başyüce rejimi” dizayn edildi. Bunlar açıkça anlatılıp övülemediği için başka diller kullanılıyor, sansür ve gizlilik de burada devreye giriyordu. Erdoğan Necip Fazıl’ın gençlere dindarlık ve kindarlık telkin eden “Gençliğe Hitabe”sini daha lise yıllarında okumuş, özümsemiş ve ezberlemişti. İktidar yıllarında da bunu AKP gençlerine okudu. Ne var ki Hitabe’de Mürşid’in “dindarlık ve kindarlık” telkin eden sözlerini okuyor; gerisini okumuyordu. Ve okunmayan kısımda da, laik cumhuriyet, “işgal ordularının bile yapamayacağı bir cinayetle, madde planında kurtarıldıktan sonra ruh planında ebedî helâke mahkûmiyet” şeklinde tanımlanıyordu!
***
Bu susuş aslında bir “imkânsızlığın” anlaşılması mıydı; yoksa ileri-geri adımlarla taktik bir arayışı mı ifade ediyordu? Bunu belki de hiçbir zaman öğrenemeyeceğiz. Hatta bu konuda ola ki Tayyip Bey’in kendisi bile kesin bir kanıya varamadı ve hep tereddütler içinde bocaladı. Oysa bu arada boş da durulmuyor, eğitimde, diyanette, tarikatlaşmada her türlü fırsat kullanılıyordu. Hatta komşu ülkelerde cihatçı ordular bile kuruldu. Oysa bütün bunlara rağmen şu gerçek de ortaya çıktı: 2000’li yıllarda, Cumhuriyetimizde, Şeriatçı bir rejime olanak sağlayacak koşullar artık aşılmış bulunuyor. Ve aslında bu hiç de yeni bir şey değil! Unutmayalım ki AKP döneminde göklere çıkarılan Necip Fazıl’ın kendisi de en fazla mahkûmiyete, tek parti dönemini din düşmanlığıyla suçlayarak iktidara gelen Menderes yıllarında uğramıştı. Bugün hiç hoşlanmadıkları “Atatürk’ü Koruma Kanunu” da yine DP yıllarında çıkarılmıştı. Sanırım bunları bugünlerde en çok hatırlaması gereken de herhalde AKP iktidarı olmalı!
11 Ekim 2020
TARİHİN AYNASINDA TÜRKLER ve AZERİLER
“Türk-Yunan savaşı” başlamadan bitti ve çözüm arayışı diplomasi alanına taşındı. Oysa bu kez Azeri-Ermeni savaşı başladı ve gündemin başköşesine oturdu. Egemen söyleme göre Azerbaycan’la “İki devlet, bir millet” halindeydik ve Tayyip Bey “Azerbaycanlı kardeşlerimize tüm imkânlarımızla ve tüm kalbimizle destek vermeyi sürdüreceğiz” diyordu. Mücadele “Karabağ işgalden kurtulana kadar” sürecekti. Aliyev de durumdan memnundu. O da Bakü’ye giden dışişleri heyetimize hislerini şu sözlerle duyurdu: “Her şey çok güzel gidiyor; inşallah Karabağ’a Azerbaycan bayrağını kardaşım Tayyip Bey’le birlikte dikeceğiz!”.
Mesaj alındı ve anlaşıldı: Geçtiğimiz günlerde TV kanallarında Doğu Akdeniz krizini uzun uzun yorumlayan ağızlar, artık bundan böyle haftalarca da Karabağ savaşını yorumlayacaklar. Tabii genellikle de Saray’dan gelen “La sesi”yle uyumlu olarak!
Peki, Türk-Azeri ilişkileri konusunda tarihin sesi neler söylüyor? Halklara ne gibi dersler veriyor; hangi yönleri gösteriyor? Suriye ve Libya savaşlarında taraf olunduktan sonra, Kafkas savaşına da taraf olmanın olası sonuçları yeterince düşünüldü mü?
***
Aslında tarihte “millet”ler uzun ve zahmetli süreçler içinde doğdular ve bu süreçlerin mimarları da otarşik tarım ekonomilerini tasfiye eden “devrimci burjuvazi”ler oldu. Aynı sürecin araçları ise ulusal bir para birimi yaratan merkez bankaları, ortak bir dille kolektif bellek oluşturan okullar, Roma hukukundan ya da seküler törelerden esinlenmiş hukuk “kod”ları ve her erkeğin vatan hizmeti yaptığı ordular oldu. “Tasada ve kıvançta ortak” denilen, fakat “tasa” daha çok halka yüklenirken, “kıvanç”ı varsılların paylaştığı “modern millet”ler böyle doğdu.
19. yüzyıl bu evrimin yol açtığı kanlı iç ve dış savaşlarla doludur. Bu dönüşümde çağın gereksinimlerine yanıt veremeyen eski imparatorluklar çöküyor ya da yarı-sömürge haline geliyor, onların yerini de kapitalist metropoller çevresinde oluşan sömürge imparatorlukları alıyordu. Bu tabloda, merkez (Osmanlı) bankası Avrupalı sermayedarlar tarafından kurulan; bir kısım vergileri yabancılar (Düyun İdaresi) tarafından toplanan ve kendi hukukunu ülkesindeki yabancılara ve onların koruduğu yerli gayrimüslimlere uygulayamayan (Kapitülasyonlar) Osmanlı İmparatorluğu da tipik bir yarı-sömürge haline geldi.
***
İlginçtir ki bu topraklarda modern anlamda “millet olma” (uluslaşma) çabalarına, kendisini “millet-i hâkime” olarak gören halka karşı, “millet-i mahkûme” sayılan Rum, Ermeni ve Balkan halkları giriştiler. Bu hareketleri bölücülük sayan, buna karşılık tutarlı bir entegrasyon politikası geliştiremeyen, üstelik Türk milliyetçiliğini de bir bölücülük kaynağı olarak gören İmparatorluk artık tam bir “hasta adam” konumundaydı. “İttihad-ı anasır”, “imtizac-ı akvam” gibi başlıklar altında bir “çağdaş ulus” programı üzerinde tartışan Yeni Osmanlılar ise muktedirlerin hışmına uğradılar.
Gerçekte II. Abdülhamid dönemi Osmanlı “yarı-sömürgeleşme” sürecinin son halkasını ve tipik bir örneğini teşkil etti. İmparatorlukta, “Mülk Devlet” anlayışı ulusallığı dışlıyordu. Müstebit sultan devlet işlerinde en güvendiği kullarını gayrimüslimler, özellikle de Ermeniler arasından seçti. Hazine-i Hassa’sını (servetinin yönetimini) önce paşa, sonra da nazır yaptığı Agop Efendi’ye emanet etmişti ve dışişleri nezaretinde hukuk işlerini otuz yıl boyunca Noradunkyan Efendi yürüttü. Kısaca Ermeniler, Ermeni; Rumlar, Rum; Yahudiler de Yahudi olarak sahnedeydiler; buna karşılık savaş ve vergilerin yükünü taşıyan ve Türkçe konuşan Müslümanların adı yoktu. Bu koşullarda Osmanlı Devleti modern bir millet oluşturamadan tarihe karıştı.
Orta Asya ve Kafkas Türkleri ise tarihte çok farklı bir çizgi izlediler.
***
Bugünkü Azebaycan toprakları, Anadolu toprakları gibi, 11. yüzyıldaki göçlerle Türkleşmeye başlamış, daha sonra da Selçuklu İmparatorluğu’nun bir parçası olmuştu. Osmanlı Devleti kurulup büyüdükten sonra da İran, Rusya ve Osmanlılar arasında çatışma alanı haline geldi. Daha çok İran etkisi altında kalan ve Safevi Hanedanı zamanında Şii’leşen Azeri halkı, 18. yüzyıl sonlarına kadar özerk hanlıklar bünyesinde varlığını korudu.
Büyük Rus saldırıları 18. yüzyıl sonlarında başladı ve Azeri toprakları 1826-28 Rus-İran savaşı ve Türkmençay Anlaşması ile Rusya ve İran arasında paylaşıldı. Elli yıl kadar sonra da, İstanbul’da “Ulu Hakan” tahta yerleşmeye çalışırken, Ruslar bu kez Hokand Hanlığı’nı işgal ediyor ve Buhara hanlıklarına son veriyorlardı. Böylece Taşkent, Buhara, Semerkant, Bişkek, Fergana, Kaşgar vb gibi simgesel şehirler Rusya hegemonyasına geçiyor ve Orta Asya Türkleri “mazlum milletler” arasında yer alıyordu.
Bu durumda kahramanları ve tarihi referansları da Çarlık zulmüne direnen savaşçılar arasından çıkacaktı. Daha birkaç yıl önce Kırgız sinemasının (Sadık Şer-Niyaz, 2014) destanlaştırdığı “dağlar kraliçesi” Kurmancan Datka belki de bunların en ünlüsüydü. Oysa bununla da kalmadılar; aralarından, başta Sultan Galiyev olmak üzere, anti-kolonyalist ve antiemperyalist kuramcılar da çıkardılar. Başkırt kökenli, Kazan’da eğitim görmüş bu aydın sonra da Bakü’ye göçerek Müslüman sömürgelerin bütünüyle “proleter halklar” oluşturduğunu savunan tezler geliştirmişti. II. Meşrutiyet yıllarında Çarlık zulmünden kaçarak Türkiye’ye yerleşen Kazan ve Kırım Türkleri de “hâkim millet” saplantısına karşı “mazlum millet” bakış açısıyla Kurtuluş Savaşı felsefesine katkıda bulundular. Bunlardan Yusuf Akçura, Türkçülüğü yaşamın her alanına yaymaya çalışan Ziya Gökalp’in tezlerine karşı sınıfsal analizi ve seküler yaklaşımı ile en etkilisi oldu.
***
Osmanlı yönetici zümresi 19. yüzyılda Orta Asya’daki kolonyal gelişmelere tamamen kayıtsız kalmıştı. 1867 Temmuz’unda Rus Çarı II. Alexandre, Alman asıllı General Kaufmann’ı fütühat için “Türkistan Genel Valiliği”yle görevlendirirken Sultan Abdülaziz Avrupa gezisindeydi ve Elysée ve Buckingham saraylarında sömürgeci batıya şirin görünmeye çalışıyordu. Amacı onların desteğiyle kendi imparatorluğundaki “hâkim millet” statüsünü korumaktı.
Oysa o sırada batılı metropoller Rus Çarlığı’nın yayılma siyasetini yakından ve kaygıyla izliyorlardı. Onlar için “Doğu tehlikesi” artık Osmanlı’dan değil, Rusya’dan geliyordu ve bu tabloda Osmanlı’ya düşen rol de Çar’ın emellerine set çekmek, ya da Namık Kemal’in ifadesiyle, “Rusya’ya karşı dikilmiş bir bostan korkuluğu” olmaktı. (Hürriyet, 20 Temmuz 1868). Bu stratejinin adına da “Doğu Sorunu” dediler. Ne var ki “Doğu Sorunu” bir dünya savaşı faciasıyla sonuçlanacak ve Osmanlı Devleti de bu facianın enkazı altında kalacaktı.
Artık yeni bir dönem başlıyor ve bu dönemde de -tarihin ironisi- Osmanlı Türkleriyle Kafkas Türkleri yine farklı kamplarda yer alıyorlardı.
***
Dönüm noktası Ekim 1917 Devrimi oldu. Lenin, İstanbul’u Çarlık Rusyasına veren gizli anlaşmayı “eşkiyalık anlaşması” diye yırtıp atmış, Bolşevikler Rusya’da yeni bir toplum inşasına başlamıştı.
Anadolu’da ise bu görev Mustafa Kemal Paşa ve Kuvayı Milliye müfrezelerine düştü. Tarihi koşullar, farklı ilke ve sınıflara dayanan bu iki hareketi “nesnel müttefikler” haline getirmişti. Anadolu Türkleri ilk kez modern bir millet olma kavgası veriyor ve bu kavga da “mazlum halklar” adına yürütülüyordu. “Biz hayatını, istiklalini kurtarmak için çalışan emekçileriz; zavallı bir halkız!” diyordu Kemal Paşa.
Ne var ki emperyalist kamp da boş durmuyordu. Onlar için hayati sorun sosyalizmin yayılmasını önlemek ve bunun için de Sovyet Rusya’yı izole etmekti. Ferit Paşa Hükümeti’ne Sevr’i empoze eden Lloyd George ve Lord Curzon, bu amaçla Kafkasya’da da Ermeni, Gürcü ve Azeri cumhuriyetlerini de kurduruyordu. Bu bağımlı devletler Kafkasya’da sosyalizme set oluşturacak, devrime her türlü yardımı önleyecekti. Emperyal Devletler Paris Barış Konferansı’nda bölgeye ordu göndermeyi de tartışmış, fakat sadece silah ve askeri malzeme yardımında anlaşabilmişti. Azerbaycan Hükümeti de Lenin’in gerici General Denikin’e karşı ortak hareket önerisini reddetti ve Hazar Denizi’nde İngilitere’yle işbirliği kararı aldı. Bu da onlar için sonun başlangıcı olacaktı.
***
Kafkas barajını yarma ve Sovyet Rusya ile temas kurma azmi, Kemalist stratejinin de temelini oluşturdu. Mustafa Kemal Paşa, 5 Şubat 1920’de silah arkadaşlarına gönderdiği mesajda, emperyalizmin Sovyet devrimini kuşatma planının tehlikelerini anlatıyor ve bu planın başarısı halinde Anadolu Türklerinin, “sömürge askeri olarak”, hem Kafkas halklarını “itaatinde tutmak”, hem de “Bolşevik istilasının durdurulmasını sağlamak” için kan dökeceklerini söylüyordu.
Neyse ki korkulan olmadı ve Azerbaycan Parlamentosu 27 Nisan 1920’deki tarihi toplantısında “hâkimiyeti çarpışmadan Bolşeviklere verme” kararı alıyor ve Azeri tarihinde yeni bir sayfa açılıyordu. (C. Hasanlı; Azerbaycan Tarihi 1918-1920; 1998, s.409). Ankara Hükümeti Sakarya zaferinden sonra, Kars Anlaşması ile, Kafkas Sovyet cumhuriyetlerini tanıyacak ve Doğu sınırlarını güven altına alacaktır.
***
Çarlık Rusyası sosyalist devrimcilere çeşitli halklardan oluşan, uçsuz bucaksız bir coğrafya devretmişti. Rusların nüfusun % 43’ünü oluşturduğu bu 160 milyonluk “halklar hapishanesi”nde Orta Asya ve Kafkas Türkleri de nüfusun üçte biri kadardı ve bunlar genellikle “doğulu zihniyet” yaftasıyla küçümsenmekte idiler. Lenin’in durumu anlamak için bölgeye gönderdiği müfettiş Safarof da tüm Bolşevik partilere Rus militan ve teknisyenlerin hâkim olduğunu saptamıştı. Bu yüzden 73 yıl süren Sovyet yönetiminde, teoride kabul edilen “halkların kendi kaderlerini tayin hakkı” pratikte bir türlü uygulanamadı ve 1989’da, Gorbaçov, Birlik’te ayrışmaya yol açacak Glasnost’u ilan ederken de Azerilerle Ermeniler arasında Dağlık Karabağ için ilk çatışmalar başladı.
Azerbaycan bağımsızlığı, 1991’de, etnik kavgalar ortamında doğdu.
***
Sovyetler Birliği döneminde Türkiye Azerbaycan arasındaki ilişkiler Ankara-Moskova hattına bağımlı ve çok kısıtlı kalmıştı. II. Dünya Savaşı’ndan sonra Soğuk Savaş yıllarında ise bu ilişkiler tam bir güvensizliğe ve husumete dönüştü. Bu koşullarda Birliğin dağılması ve “Türkî Cumhuriyetler”in kurulması da Türkiye’de sevinç uyandırıyor ve umutla karşılanıyordu. Sanki Türklerin tarihi yurtlarında devir teslim işlemi yapılacak, “Büyük Rus” hegemonyasının yerini Osmanlı-Türk “hâkim millet” hegemonyası alacaktı.
Oysa hayaller çabuk çöktü. Kuşkusuz ilişkiler eskiyle kıyaslanmayacak kadar yoğunlaşmış, karşılıklı sevgi artmıştı. Ne var ki “Türkî Cumhuriyetler”de artık ikinci dili Rusça olan ve evrensel kültüre daha çok bu dille açılan elit zümreler oluşmuştu. Demokratik gelenekten yoksun bu coğrafyada oligarşik yapıları ve bir çeşit “hanedan iktidarları”nı bu seçkinler oluşturdular. Sovyet Rusya’da bir işçi ailesinde dünyaya gelen ve önce KGB ajanı olduktan sonra Parti’de Politbüro üyeliğine kadar yükselen Haydar Aliyev de bu seçkinlerin güvenini kazanarak cumhurbaşkanı olmuştu. Onun tecrübeli yönetiminden sonra, yerini 2003’te oğlu İlham Aliyev alırken, Erdoğan da ara seçiminde milletvekili seçiliyor ve Azerbaycan’ın 1995 Anayasası ile kurduğu “Başkanlık” (pratikte otokratik) rejimine doğru uzun yürüyüşüne başlıyordu. Bu durumda, on yedi yıl sonra, bugün, benzer iktidar yapısı ve anlayışıyla aralarında sıkı bir dostluk kurmuş olmalarında da şaşırtıcı bir taraf yoktu.
***
Oysa bu on yedi yıl hiç de koyu bir dostluk içinde geçmemişti. Erdoğan ilk dostlarını hep Arap liderleri arasından seçmiş, önce Suriye’de Esad sonra da Mısır’da Mursi en yakın “kardeşleri” olmuştu. Azerilerle ise zaman zaman kaygı verici gerginlikler yaşanıyordu. Örneğin 2009 Ekim’inde, AKP iktidarının Ermenistan’la imzaladığı prtokolleri protesto eden Azeriler Bakü’de Türk bayraklarını indirmiş, Türkçü Devlet Bahçeli de “Ermenistan’ı kazanmak uğruna Azerbaycan’ı kaybetmeyi göze alan AKP zihniyeti”ni kıyasıya eleştirmişti. Oysa daha uzun vadede ortak iktidar yapıları, ortak çıkarlar ve etnik yakınlıklar ağır basacak ve sonunda da Türkiye, Azeri-Ermeni çatışmasında açıkça taraf olan tek ülke haline gelecekti.
Kuşku yok ki bugün Kafkasya’da iki komşunun savaşında Ermenistan işgalci ve haksız konumda bulunuyor ve manevi destek de elbette Azeriler yönünde olmalıdır. Ancak bu yönde aktif bir katılım anlamına gelecek ifadelerden de kaçınılmalıdır. Türk-Ermeni ilişkilerinin arka planı da hatırlanırsa, aktif desteğin son kertede Azerilere ne sağlayacağını düşünmek de gerekmez mi?
Aslında nüfusu Ermenistan’ın üç katı, savunma bütçesi tüm Ermeni bütçesinden çok büyük ve ordusu da Rusya, İsrail ve Türkiye’den satın alınan silahlarla donanmış bulunan Azerbaycan, gasp edilmiş topraklarını geri almak için verdiği mücadelede mutlaka kendi koşullarına ve olanaklarına en uygun yolu bulmalıdır. Ve bu kavgada haklı davasına en büyük katkı da -mevcut koşullarda hayli iyimser görünse de- ancak bölgede adil bir barışa, özgürlüğe ve halkların çıkarına uygun ve haksever Ermenilerin de katıldığı ortak bir dayanışmayla gerçekleşebilir.
9 Ağustos 2020
BİR DEMOKRASİ ÖYKÜSÜ
1955 yılı sonbaharıydı. Kasım’ın 29’unda siyasal hayatımızda hiç görülmemiş bir olay yaşandı. İktidar partisinin Meclis gurubunda, keyfi yönetim ve yolsuzluk iddialarını ciddiye alan vekiller ayaklanmış, hükümeti istifaya davet ediyorlardı. Oysa Demokrat Parti daha bir yıl önce, rekor bir oyla (% 57,6) seçimleri kazanmış, halk güvenini tazelemişti. Şimdi ise, Menderes, öfkeli vekillerini yatıştırmaya çalışıyor, onlara “siz isterseniz hilafeti bile getirirsiniz!” diye yalvarıyordu.
O günlerde bu sözler herkesi üzdü; fakat fazla ciddiye de alınmadı. Nihayet Çankaya’da Atatürk’ün son başbakanı, başbakanlık koltuğunda da şeriatcılıkla hiç ilgisi olmayan eski bir CHP milletvekili oturuyordu. Oysa aradan 65 yıl geçti; artık çok değişmiş bir Türkiye’de, çok farklı koşullarda yaşıyoruz, ama yine “Hilafet” konuşuyoruz. Üstelik bu kez iktidar koltuğunda da çok geniş yetkilerle donanmış, başında takke Kuran okuyan, gençleri camilere akın etmeye davet eden bir Başkan oturuyor. Ve tuhaf bir şekilde de bu Başkan kendisini Erbakan ya da Özal’ın değil, Menderes’in ve Demokrat Parti’nin manevi mirasçısı sayıyor!
Peki, bu nasıl oluyor? Ne yapmalıyız? Olayı ciddiye alıp üzülmeli, önlemler mi aramalıyız? Yoksa eskiden olduğu gibi “hilafet” söylencelerini bu kez de ciddiye almayarak gülüp geçmeli miyiz?
Aslında ne o, ne bu! Eğer ortada gerçekten ciddi bir tehlike varsa, bu hiç de “hilafetin ilanı” gibi temelsiz tutkulardan doğmuyor! Esasları bin yıl önce saptanmış olan “Hilafet kuramı” çoktan tarih oldu ve -El Kaide, Daeş vb gibi vahşet orduları dışında- 21. yüzyılda artık hiçbir İslam ülkesi böyle bir iddiada bulunmuyor. Aksine, “hilafet” adına yapılan “tartışmalar” asıl tehlikeyi gizler gibi görünüyor!
Aslında Erdoğan’ı Menderes’e çağdışı bir “hilafet özlemi”nden çok, “saltanat tutkusu” bağlıyor. Unutmayalım ki Osmanlı geleneğinde de “Hilafet ve Saltanat” ikileminde ağır basan “saltanat”tı ve Osmanlı hükümdarları hep han, sultan, hünkâr, padişah gibi sıfatlarla anıldılar. Bu bakımdan “cumhuriyet” adı altında “saltanat” sürmek mümkündü ve yeryüzünde böyle “cumhuriyet”ler de vardı!
Oysa ne kadar popülist bir söylemle gizlenirse gizlensin, böyle bir devlet anlayışı, uzun vadede halkın çoğunluğuna sevimli gelemez. Nitekim ne Menderes, ne de Erdoğan başlangıçtaki popülaritelerini koruyabildiler. Zaten birincisi topraksız köylülere toprak dağıtmayı amaçlayan bir kanuna muhalefetle iktidara yürümüş, ikincinin “halkçılığı” da bir “zekat” anlayışını aşamamıştı. Bu nedenle her iki lider de bir süre sonra çıplak gerçeklerle karşılaştılar. 1954’te oy rekoru kıran Menderes, daha ertesi yıl kendi içinden büyük bir direnişle karşılaşıyor ve üç yıl sonra da oyları seçmenlerin yarıdan azına düşüyordu. Oysa Menderes 29 Kasım 1955’teki direnişi doğru okuyabilseydi siyasal rejimimiz çok farklı bir yönde gelişebilirdi. Ama yapamadı; kişisel yapısı buna engel oldu ve “ben odunu aday göstersem milletvekili seçtiririm!” anlayışıyla muhalefeti ezdi ve kutuplaşmayı körükledi: Sonuç da çok hazin oldu. Böylece açılan çığırda darbeler darbeleri izliyor ve sonunda da Türk Silahlı Kuvvetleri siyasal sistemin bir parçası haline geliyordu.
***
İlginçtir ki Erdoğan da, Menderes gibi, iktidar olduktan beş yıl sonra büyük bir dirençle karşılaşacaktı. Oysa direniş bu kez parti içinden değil, sokaklardan geliyor ve İstanbul, İzmir ve Ankara’da sokaklara dökülen milyonlar “tehlikenin farkındayız!” diye haykırıyordu. İktidar sarsılmıştı ve bu durumda bir seçim yapmak zorundaydı. Ya geri bir adım atacak, laik cumhuriyeti tehlikede görenleri rahatlatacak, ya da sertleşecek ve otoritesini daha da artırmaya çalışacaktı.
Erdoğan ve arkadaşları bu ikinci yolu seçtiler; çünkü darbeler döneminin kapandığına, halkın artık “ara rejim” istemediğine ve hiçbir darbe girişiminin de sokak mitingleriyle, sloganlarla başlamayacağına inanıyorlardı. Böylece özünde laik ve demokratik olan bir direnişi, kendi değerlerini paylaşmayan, fakat gösteri yapan milyonları da “postalcı” diye karalayan bir aydın kesimini arkalarına alarak püskürttüler. Böylece giderek bir karşı-devrim niteliği kazanan bu operasyon, hesaplı ve planlı bir şekilde, birkaç aşamada gerçekleşme sürecine girdi.
Erdoğan, adeta Mustafa Kemal Paşa’nın devrimci stratejisini taklit eder gibiydi; ama onu tamamen ters yönde uyguluyordu. Nasıl Atatürk devrimci girişimi “safhalara ayırmış” ve hedefe “kademe kademe” ilerlemişse, Erdoğan ve yakınları da karşı-devrimi safhalara ayırıyor ve her safhada başka bir grubun desteğiyle hedefe ulaşmaya çalışıyordu. Böylece çeşitli “açılımcı” kesimler (“ileri demokrat”lar, Kürt açılımcıları, Gülenciler ve geniş bir çıkarcı grubu) “kademe kademe” bu harekete yardımcı oldular. 2010 Anayasa referandumu bu koşullarda oylandı; TSK, sahte belgeler ve toplu davalarla bu ortamda budandı ve bir genelkurmay başkanı da yine bu ruh hali içinde “terörist” suçlamasıyla tutuklandı.
***
Ne var ki gerçekler de birer birer ortaya çıkıyor ve eski destekçiler “kandırıldık” diyerek sırayla gemiyi terke başlıyordu. Ve sonunda da iyice kutuplaşmış, devlet ve siyaset anlayışı birbirine zıt iki kampa bölünmüş bir Türkiye resmi ortaya çıktı. Oysa bu arada iktidara tepkiler de sertleşiyor ve Erdoğan’ın manevra marjları daralıyordu.
2013 yılı, bu koşullarda bir dönüm noktası oldu.
27 Mayıs’ta İstanbul’da başlayan Gezi direnişi, dalga dalga tüm ülkeye yayılmış, milyonlarca insan hak ve hukuk özlemiyle sokaklara dökülmüştü. Aslında bu iktidar partisi için de bir toparlanma ve demokratik uzlaşma vesilesi olabilirdi. Oysa olmadı; nefret duyguları ağır bastı ve demokrasi tarihimizin bu parlak sayfası biber gazlarıyla, coplarla, tomalarla bastırıldı.
Yine de huzur tesis edilememişti. Yıl sonuna doğru, bu kez de parti içi bir kavga iktidarı temellerinden sarsıyordu. Gülenciler harekete geçmiş ve emniyet ve yargıya -bambaşka amaçlarla- yerleştirilmiş adamları vasıtasıyla, okullarına el koymak isteyen iktidara ciddi bir ihtarda bulunmuştu. Bazı bakan evlerinde milyonlarca dolar gizlenmişti; ortada son derece kuşkulu bir durum vardı; buna rağmen olay bir “darbe girişimi” ve paralar da “delil” sayıldı ve dosya kapatıldı. Oysa soruşturmalar devam ederken başbakan olan A. Davutoğlu bile “fezleke”yi ciddiye almış ve ilgili bakanlara Yüce Divan’a giderek aklanmalarını önermişti. İşte AKP 2015 seçimlerine bu koşullarda, kolu kanadı kırık olarak girdi ve.. kaybetti!
**
7 Haziran 2015 seçimlerinde -hala “girdiği her seçimi kazanan” denilen- AKP, aslında oyların % 40,8’i ile 258 milletvekili çıkararak Meclis çoğunluğunu ve iktidarı kaybetmişti. Bu durumda muhalefeti teşkil eden CHP, MHP ve HDP geçici bir koalisyon kurarak anayasal sistemi işler hale getirebilir ve demokratik koşullarda yeni bir seçime gidilebilirdi. Oysa olmadı; MHP’nin, Meclis’e kendisi kadar vekil yollamış olan HDP’ye olan nefreti buna engeldi. Böylece koalisyon kurulamadı; işler sürüncemede kaldı; iktisadi hayat felce uğradı ve sonunda da -AKP’ye çok uygun koşullarda- yeni bir seçime gidildi. Beş ay sonra yapılan seçimlerde AKP iktidarı Meclis’te rahat bir çoğunluk sağlıyor, fakat -kaderin cilvesi- HDP de, bu kez MHP’den de fazla vekillik kazanıyordu.
***
1 Kasım 2015 seçimleri AKP iktidarını rahatlatmış, fakat ülkeye huzur gelmemişti. Aksine, bürokraside bazı kilit noktaları ele geçirmiş Gülencilerin gücü kırılamamış, partiyle beraber devleti de sarsacak hale gelmişti. Üstelik “ılımlı ve uyumlu” İslam anlayışlarıyla ABD ve CİA’nın desteği de arkalarındaydı. 15 Temmuz 2016 darbe girişimi bu gelişmelerin sonucu oldu.
***
2016 darbe girişimi, darbeler tarihimizde, alışılmış şemalara uymuyor ve gizemini de hala bir ölçüde koruyor. Aslında böylesine kanlı bir girişimin zamanında haber alınarak önlenememesi, iktidar için de büyük başarısızlık olduğu halde, ülkede FETÖ hakkında bir konsensus oluştu ve bir gün öncesine kadar ülkede şeriatçılığından korkulan kuruluş, bir anda din ve devlet düşmanı, CİA’nın oyuncağı bir terör örgütü sayılmaya başladı. Oysa bütün veriler gösteriyor ki, köşeye sıkışan Gülenciler korkuyla Kemalistlere sığınmaya çalışmış, bu yönde bir de laik ve Atatürkçü bildiri hazırlamışlardı. Niyetleri başlarına da Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar’ı geçirmekti. Böylece, Akar’ın kuvvet komutanlarını da yanına almasıyla, ortaya “Silahlı Kuvvetler Birliği” kontrolünde klasik bir şema çıkacak, darbe de başarıya ulaşacaktı. Kaldı ki bu olasılık karşısında CNN-Türk bile, Erdoğan’la teması sağlamadan önce, darbecilerin bildirilerini yayınlamayı ihtiyata uygun görmüştü. Kısaca 15 Temmuz darbesini, Erdoğan’ın çağrısıyla sokaklara dökülen halktan ziyade, Hulusi Akar ve ordunun üst kademeleri önledi. Nitekim darbeden iki yıl sonra bile, Hürriyet’de (21 Aralık 2018), Ahmet Hakan, “(Hulusi Akar) ‘gel, başımıza geç’ teklifine ‘Evet’ diyebilirdi. Alçak darbe girişimine öncülük edebilirdi. 27 Mayıs’ın Cemal Gürsel’i gibi ülkenin bir numaralı muktediri olabilirdi” diye yazabiliyordu.
***
Darbe önlenmişti; çok da iyi olmuştu; fakat ülkeye ne huzur ne de adalet gelmişti. OHAL koşullarında toplu davalar ve tutuklamalar “ara rejimleri” anımsatan bir hızla devam ediyor ve iktidarla CHP “Fetöcülük” suçlamalarında birbiriyle yarışıyordu. 16 Nisan 2017’de Başkanlık Anayasası bu koşullarda oylandı ve Türkiye, demokrasi tarihinin en köklü değişikliğini küçük bir çoğunlukla (% 51,4) ile yaptı. Bir yıl sonra yapılan seçimlerde de Erdoğan yine küçük bir çoğunlukla başkan seçiliyor, fakat partisi, büyük bir oy kaybıyla yine Meclis çoğunluğunu kaybediyordu.
***
Ne var ki AKP’nin artık korkusu yoktu; MHP yine arkalarındaydı. Ama şu vardı: Ülkücülerin amacı, herhalde geçmişte en ağır suçlamaları yaptıkları bir partiye “kuyruk olmak” olamazdı. Buna karşılık onu “rehin” alabilecek güçte de değillerdi ve bu durumda “hayati” gördükleri bazı noktalarda işbirliğiyle yetindiler. Kaldı ki, her fırsatta “anti-emperyalizm” deseler de, AKP’nin, dışarda uluslararası sermayeye, içerde de karmaşık bir esnaf-KOBİ-müteahhit koalisyonuna dayanan iktisat politikasına itirazları yoktu. İşte “Cumhur İttifakı” bu koşullarda doğdu.
Aslında hedefine “kademe kademe” ilerleyen Erdoğan, tüm müttefiklerini silkeleyip, kendine düşman ettikten sonra, son kertede Ülkücülere sarılmış, fakat biraz da onların esiri olmuştu. Artık Türkiye’yi tek başına Erdoğan değil, garip ve adı konmamış bir koalisyon yönetiyordu. Üstelik uluslararası planda Türkçü-İslamcı girişimler için elverişli bir konjonktür de vardı.
***
Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra uluslararası planda ortaya 19. yüzyılı anımsatan bir tablo çıkmıştı. İki kutuplu dünyanın yerini, 19. yüzyılın “Düvel-i Muazzama”sını andıran “beş büyükler” almış ve NATO da “komünizm tehlikesi” ortadan kalktığı için gevşek ve hedefi belirsiz bir örgüt haline gelmişti. Erdoğan, Ülkücüleri de büyüleyen “Dünya ‘Beş’ten büyüktür!” sloganını bu koşullarda geliştirdi. Ve bununla da kalmadı, tüm ittifak bağlarından azade bir dış politika izlemeye başladı. Bu bağlamda en büyük şansı da Putin’le Trump arasındaki tatlı-sert rekabet ilişkisi oldu. Böylece, içerde kahramanlık destanlarına konu teşkil eden “Fırat Kalkanı”, “Zeytin Dalı” ve Libya operasyonları hep bunlardan biri ya da ötekinin yeşil ışığıyla gerçekleştirildi ve “dur!” denilen yerde de duruldu.
***
Ne var ki Türkiye’nin olanakları bu aktivizmi besleyemiyor, hak ve hukuk tanımayan uygulamalar da rejim krizini daha ileri bir noktaya taşıyordu. Bu koşullarda yargı bağımsızlığı “Aşilin topuğu” haline geldi.
Aslında Parlamenter rejimlerde mecliste çoğunluk elde eden iktidar partileri, yürütme erkinin yanı sıra, yasama erkini de kontrol altına alabilirler. Ne var ki “yargı bağımsızlığı” demokrasilerin “olmazsa olmazı”dır ve onun yokluğunda tüm özgürlükler de yok olur. Oysa bu son dönemde artık yeni anayasa da yeterli görülmüyor, yargı bağımsızlığı fütursuzlukla ayaklar altına alınıyordu. Bir sanık (Osman Kavala) hakkında mahkemenin verdiği beraat kararının, Devlet Başkanı tarafından “bir manevra” sayılarak, ilgilinin alelacele yeniden tutuklanması açık bir anayasa ihlali ve tam bir hukuk skandalıydı.
Bütün bu uygulamalar yurt dışında da yakından izlendi ve sonunda da Türkiye’yi -kendileri de itibarsız birkaç ülke dışında- dostu ve itibarı olmayan, bir ülke bir haline getirdi. Üstelik 2008 krizini aşmak için batılı merkez bankalarının yarattığı yapay para bolluğuyla bugünlere gelen ülkelerde artık bu yollar da tıkanmaya başladı. Ayrıca hesapta olmayan bir pandemi darbesiyle, kırılgan ekonomiler daha da kırılgan hale geldi. İç politikada ise, AKP’nin birlikte yeni hamleler deneyebileceği potansiyel dostlar artık kalmadı ve durum acı çıplaklığıyla anketlere yansımaya başladı. 1 Kasım 2015 seçimlerinde, oyların % 61’4’ünü alan AKP-MHP ittifakı 24 Haziran 2018 seçimlerinde % 53,7 ile yetinmiş, son anketlere göre de % 50’nin hayli altına inmişti. Devlet Bey’in daha dün “FETÖ’cü” diye karaladığı Akşener’e bugün “evine dön!” çağrıları da, herhalde barajın altında görünen bir hareketin çaresizliğinden kaynaklanıyordu. Kısaca Cumhur İttifakı gidici; tünelin ucu göründü ve Beştepe’nin belki son umut olarak yaktığı Ayasofya kandili de bekleneni vermedi. Yine de ortam her türlü provokasyona elverişli ve bu geçiş döneminde aydınlatma ve öncülük yapma görevi de tüm sorumluluğuyla devrimci demokratlara düşüyor!