
ZE’EVİ, DROR; Müslüman Osmanlı Toplumunda Arzu ve Aşk, 1500-1900; Çev. Fethi Aytuna,
İstanbul, Kitapyayınevi, İstanbul, 2008.
Eserin özgün baskısı 2006’de “Producing Desire: Changing Sexual Discourse in the Ottoman Empire: 1500-1990” (Berkeley, University of the California Press) başlığı altında yapılmış. Yazar, İsrail, Ben Gourion Üniversitesi Ortadoğu Araştırmaları Bölümü’nde öğretim üyesi.
Yazar daha çok Michel Foucault’dan esinlenerek Osmanlı Ortadoğusu’nda kuruluştan çöküşe kadar cinsellik söylemlerini inceliyor.
I) Başlangıçta Hipokrat, Galenos ve İbn Sina’dan kaynaklanan tıbbi söylem var ve bu sağlıklı yaşamın dört salgı (Osmanlıca “hılt”, çoğulu “ahlat”) arasında kurulacak denge ile gerçekleşebileceği “kanun”una dayanıyor. “Bu tıbbi kavramlar ve teorilerin cinsellikle ilgili sorularda önemi büyüktü ve toplumsal cinsiyetin oluşumu, cinsel eğilimler, cesaret, iktidarsızlık, sapkınlık, üreme gibi sorunlara açıklama sağlıyordu” (s. 22). Tıbb’ın çok saygın olduğu bir dönemde halk da bunları kendi cinsel söylemlerini meşrulaştırmak için kullanıyordu. Osmanlı coğrafyasında 19. yüzyıla kadar egemen oldu. Klasik tıbba göre insan vücudu dört elemandan (hava, toprak, ateş, su) oluşuyordu ve kadın vücudu da sadece canlıların en mükemmeli (kusursuzu) olan erkeğin “kusurlu bir versiyonu” idi. Buna Thomas Laqueur’ün dediği gibi “tek vücut kuramı” demek yerine “kusurlu vücut kuramı” demek daha uygun olacaktı. Laqueur’e göre bu kuram Avrupa’da değişti ve yerini “iki cins kuramı”na terk etti (s. 34-35). Bunun başını J-J. Rousseau ve Mary Wollstonecraft çektiler. Bu yenilikte kadınları “erkeklerin kusurlu bir versiyonu” olarak değil, onları “tamamlayıcı” bir cins olarak gören “iki cins” anlayışı vardı (s. 61).
İslamda eş seçmede (örneğin köle alırken cinsel araç şeklinde) fizyonomi (kiyafetname) ve firasetname bilimleri yararlı oluyor. Galenos’un Roma’sında olduğu Osmanlı kültüründe de cinsellikte “itidal” lazım; ifrat ya da ısraf “iktidarsızlığa ve hastalıklara yol açıyor”. (s. 47). 19. Yüzyılda cinsellik konusunda Osmanlı toplumunda Avrupa’dan daha “devrimci bir değişim” yaşanıyor. Victoria devrinde, Hıristiyanlığın ilk dönemlerinde görülen “fiziksel bedenin reddi” fikri vardı; böyle bir red İslam kültüründe hiç belirgin olmadı (s. 48).
II) Yazar ikinci bölümde devlet kanun ve nizamnamelerini inceliyor. “İmparatorluktaki bütün mahkemelerine gönderilen kanunnameler uygun ve uygunsuz cinsel davranışlar hakkında, belirli eylemler için yaptırımlar, hatta suçun boyutuna göre parasal cezalar öneriyordu.” (s. 22). Bu kanunnameler ulema kavramlarının izlerini taşısa da şeriatın dışında ikinci bir ana dal oluşturdular. Yine de bu iki ana dal (şeriat ve kanun) bir sinerji yarattılar ve bu da iktidarın tezahürü haline geldi. “Bu iktidar ise, Foucault’nun haklı olarak belirttiği gibi, cinselliği yalnız bastırmakla kalmayıp, çeşitli mekanizmalar –mahkemeler, hukuki formüller, kadılar, cezalar- yoluyla aynı zamanda arzuyu ortaya çıkarmış ve oluşturmuştu” (s. 22).
Fatih döneminde “kadılar şeriatı ve ‘laik’ devlet kanunlarının temel unsurlarını” kaynaştırdılar”. “Bu birleşmeyi mümkün kılan temel ilkeler şeriat ve ötftü” (s. 64). Daha sonra Nişancı Celalzade Mustafa Paşa, alim Kemalpaşazade, ve Ebussud Efendi bu yolda adımlar attılar. Hanefi mezhebinden olan Ebussud Efendi koyu bir tasavvuf düşmanıydı; kanunlarında tarikat önderlerinin idam edilmesini öneren maddeler vardı (s. 96).
1850-60 yıllarında batılı kanunlar alınmaya başladı. “geleneksel bir alim olarak yetişip, saygın bir görev olan Mekke kadılığını yapan Cevdet Paşa reform hareketini benimsemişti ve yeni ‘batı tarzı’ yasaların ateşli bir savunucusuydu” (s. 85).
III) Üçüncü bölümde ibadet senaryosu iki ana temsil biçimi (tasavvuf ve ortodoksi) bağlamında inceleniyor. Bu konularda (evlilik, boşanma, zina, oğlancılık, ayet ve hadis tefsirleri, ilahi aşk vb) geniş bir literatür bulunuyor. Bu bölümde homoerotik (eşcinsel) ilişkilere büyük bir yer veriliyor.
IV) Dördüncü bölümde Osmanlılarda bir bilim dalı olan rüya tabirleri ele alınıyor ve cinsel rüyaların ve anlamlarının yer aldığı geniş bir literatürden söz ediliyor. “Cinsellik ve iktidar arasındaki en bariz bağlantılar bu edebiyat türünde yer almıştır” (s. 24). Ayrıca şeriat ve tasavvuf edebiyatı seçkinlerin tekelinde iken “rüya tabiri” kitapları halk arasında yayılıyordu. Bu sayfalar da homoerotik ilişkilere ait eserler ve uygulamalar uzun uzun anlatılıyor.
V) Beşinci bölüm ise “gölge oyunları”, yani Karagöz oyunlarına ayrılmış. Cinselliğin “kaba ve küstahça” anlatıldığı, kadınların da güçlü olduğu ve batılı seyyahları rahatsız eden bir sanat türü. Bunu eserlerinde abartarak anlatmışlar.
VI) Batılı seyyahların bu konuda yarattıkları abartılı, çarptıcı “kötü” imaj. Yazar özellikle Rycaut’nun 1660’larda yazdıklarını örnek gösterir. Rycaut için Türklerin övgüye değer buldukları “platonik aşk” aslında bir aldatmacadır. Bu “yozlaşmış, çarpık eğilimlerin üstüne sürülen erdem boyasıdır” (s. 179). Aslında söz konudu “şehvetli ateş”ten başka bir şey değildir. Bu ateş “öylesine kızgın”dır ki tutulanları “ölüme kadar” götürür. Yazara göre, Rycaut’nun anlatısında “padişahlar ve vezirler genç içoğlanlarını gizlemedikleri bir tutkuyla süzüp onları baştan çıkarmanın hesaplarını yaparlar” (s. 179). Bu hastalık her yerde yaygın olsa da Yeniçeri ocaklarına ve Bektaşiliğe tamamen nüfuz etmiştir. Ayrıca Rycaut’da “cinsel ahlaksızlık hiçbir şekilde sadece erkeklere özgü değildir”. (s. 180).
Yazar aynı konuda ve aynı paralelde Baron de Tott ve Adolphus Slade örneklerini de veriyor. Bunlardan Tott, fahişelerin feci durumunu anlattıktan sonra yüksek ailelerde de kullanıldıktan sonra feci şekilde öldürülen cariyelerden söz eder. Hükümetin bunların katilini cezalandırmakta hiç de acele etmediğini ilave eder.
Slade eşcinsellik konusunda sultanları bile esirgemez. II. Mahmut hakkında şunu yazar: “Günün gözdelerinden büyük ölçüde etkilenir. Gözdeleri, Fransa Kralı III. Henri’nin saltanatından beri Batılı saraylarda görülmeyen ölçüde onun mahremiyetinin zevkini çıkarır” (s. 184). Anlattığı bir balo hikâyesi ve kapıcıbaşının “artık bunu da gördüm; ölsem de gam yemem” demesi de durumu özetliyor. Slade’e göre ülkede egemen olan sistem “mutlak monarşi ya da şark despotizmi değil, oğlancılıktır” (s. 185). “Eşcinselliğin ve sefahatin egemen olduğu bu toplumların tek yasası toplumsal ve siyasal nüfuzdur” (s. 186). Bu şarkiyatçı söyleme karşı Osmanlı alimleri de bir “garbiyatçı” söylem geliştiriyor. Bu söylemde Ahmet Mithat Efendi’nin önemli bir payı var.
Yazar Osmanlı eşcinselliğinin Kırım Savaşı’ndan sonra ortadan kalkmaya başladığını ve “zen-dostluğun arttığını”, Cevdet Paşa’dan alıntıladığı Ali Paşa, hatta Sultan Abdülmecid örnekleriyle anlatıyor. (s. 193).