İNALCIK, HALİL

ANASAYFA

İNALCIK, HALİL; The Ottoman Empire, The Classical Age, 1300-1600;

Londra, Weidenfeld and Nicolson; 1973.

Halil İnalcık’ın temel eseri. Türkçeye de çevrildi. Çeşitli monografik çalışmalarının sentezi niteliğinde.

Fatih Devri Üzerinde Tetkikler ve Vesikalar; Ankara, Türk Tarih Kurumu, 1995 (ilk baskı 1954).

Fatih ve fethe karşıt güçler hakkında ilginç bilgiler var. “Şahabettin-Zaganos partisi genç hükümdarı bütün zaferleri gölgede bırakacak, en büyük şan ve zaferi sağlayacak bir teşebbüse, İstanbul’un fethine teşvik ediyorlardı” (s. 90). Lala Şahabeddin Paşa Arnavid ili sancak beyliği, vezirlik ve Rumeli beylerbeyliği yaptı. Zaganos Paşa da Arnavid sancak beyliği yapmıştı. Bu göreve Saray’da hazinedar-başılıktan gelmiş. Varna Savaşı’ndan önce vezir olmuş. “Genç sultanın otoritesini kurmak, müstakbel azametinin temellerini hazırlamak hususunda kimse onun kadar candan gayret göstermiyordu. O, Çandarlı Halil’in baş düşmanı ve muhalif siyasetin ruhu olacaktır” (s. 86). Çandarlı’nın hasımları arasında Uç Beyi Turahan ve İkinci Vezir Saruca Paşa da var. Chalkokondyles’e göre Rum olan Saruca Paşa Batı ile ilişkilerde “başlıca rolü” oynuyor. Macarlara karşı Sırplardan yana ve Sultan Murat’ın Sırp despotunun kızı Mara ile evlenmesinde önemli rol oynuyor (s. 87). Çandarlı’nın barışçı politikasına karşı genç padişahın etrafında “çoğu vaktiyle uçlarda beylik yapmış hakiki askerler” var; bunlar devletin gaza ananesine bağlı olarak fetihten yanalar. Halil Paşa ise, Devlet’in 1444’de Haçlılara karşı felaketin ucuna gelmiş olduğunu anımsıyor ve yeni bir maceradan korkuyor. Yeniçeriler de Çandarlı’dan yana. II. Murat tahta dönmüş iken, Edirne’de isyan ve yangın çıkarıp; Şahabeddin Paşa’nın evini yağma ediyorlar; paşa kaçarak kendini kurtarıyor. Halil Paşa araya girerek durumu yatıştırıyor. Kemalpaşazade’ye göre Rumeli Hisarın yapılmaya başlandığı sırada (1452) Divan’da Halil, Şahabeddin Paşa, Saruca Paşa ve Zaganos Paşa bulunuyordu. (s. 112). Fatih Mehmet ikinci kez tahta çıktığı zaman da, 1444’te ilk kez sultan olduğu sıradaki gibi, etraf karışmıştı. Anadolu ayaklanmış, Karamanoğlu İbrahim Bey eski topraklarını geri almaya başlamıştı. (s. 113). 

İstanbul’u fetih konusunda Sultan Mehmet “zaruri görünen fikir birliğini sağlamak ve müttefikan kati bir karara varmak üzere fevkalade bir toplantı” düzenledi ve toplantıda “heyecanla fetih üzerinde azim ve kararını bir daha ilan edince herkes bu fikir etrafında birleşti”.  Çandarlı da “ister istemez gerilemişti” (s. 126-128). Yine de daha sonra, buğday taşıyan bir Bizans ve üç  Ceneviz gemisinin Osmanlı donanmasını yenerek Halic’e girmesi ve Hünyadi’nin ve bu arada da büyük bir Haçlı donanmasının harekete geçmek üzere olduğu haberlerinin yayılması üzerine, iki toplantı daha yapıldı ve her ikisinde de Çandarlı kuşkularını yeniden iletti. Buna karşılık Zaganos ve Şahabeddin paşalar ile Turahan Bey şiddetle fetihten yana idiler.  İki toplantıda da şahin paşalar görüşlerini yinelediler. Ayrıca donanmanın bir kısmının Galata’dan Haliç’e indirilmesi de moralleri yükseltmişti. 29 Mayıs saat gece yarısından sonra 1-2 sularında taaruz başladı ve şehir sabaha fethedildi. (s. 128-131). Fetih’ten sonra Fatih’in ilk işi Bizanslılarla işbirliği yaparak surlar üzerinde üzerinde kendi kuvvetleriyle çarpışmış olan Şehzade Orhan’ı aratmak oldu. Sonra onun öldüğü anlaşıldı.

Fethin ertesi günü Çandarlı Halil Paşa tutuklandı ve idam edildi. Artık iktidara onun düşmanı paşa ve beyler hâkim olmuşlardı. İnalcık, Aşıkpaşazade’den alıntı yaparak Şahabeddin Bey’in genç sultan üzerinde ne kadar nüfuz sahibi anlatır. Buna gören İstanbul’u “şenlendirmek” üzere vilayetlerden sürülüp getirilenlere boşalmış evler mukataa olarak verilmiş ve bu da şikâyetlere neden olmuştu. Şahabeddin’in bastırması üzerine bunlar mülk olarak verildi. (s. 134).

Fatih, Çandarlı’nın idamından sonra fetih taraftarı ve Çandarlı düşmanı paşa ve beyleri de (Zaganos, Şahabeddin, Turahan) birer birer iktidardan uzaklaştırmış ve sürgüne yollamıştır. Buna neden, İnalcığa göre şuydu: Ulema ve kapıkulunun büyük çoğunluğu (“yeniçerilerin gözdesi”) Çandarlı Halil ve siyasetine bağlıydı ve idamı bir “garez” sayılmış, büyük bir üzüntü ve tepkiye yol açmıştı. Buna karşı, Fatih, bu işi “mesuliyeti tamamen onun eski düşmanları üzerine yüklemek için” yapmıştı! (s. 136).

Eserin en ilginç taraflarından biri de kuruluş ve yükseliş döneminde Rumeli’de Hıristiyan sipahilerin katkılarıyla ilgili. İnalcık bu beraberliğe işaret ederek “artık ciddi hiçbir tarihçi Osmanlı hakimiyetinin yerli idareci ve askeri sınıfları ortadan kaldırdığını ve onların yerine imtiyazlı feodal bir hakim sınıf olarak Müslüman Türklerin gelip yerleştiğini iddia etmiyor” diyor. (s. 137). Hıristiyanların devşirme ve gulam sistemiyle idareye katılmaları dışında voynuklar ve Martoloslar gibi askeri gruplardan da zaman zaman doğrudan doğruya yararlanılmıştır. Balkan tarihi konusunda “eserleri klasik hale gelen” C. Jirecek’e göre, “Rumeli’de timarlı sipahilerin çoğu eski Bulgar, Sırp, Arnavut veya asil Rum ailelerinden inmektedir ve eski Sırp Devleti’nden birçok müesseseler kalmıştır” (s. 138). Rumen tarihçi N. Iorga da aynı yönde açıklamalar yapmıştır: “Bizans, Slav ve Osmanlı siyasi nizamları bir tek bütün içinde birbiriyle kaynaştı”; yazara göre “İdareciler nadiren Türk menşeinden idiler”. (Histoire des Etats Balkaniques; Paris, 1925. İnalcık, s. 139). Bunu sağlayan anarşiden bıkmış olan Balkan köylüsünün bir güvence aramasıydı. Ancak katılım da ancak Müslümanlığı benimseyerek sağlanıyordu. Nihayet Osmanlı kuruluşunu “gazi geleneği”ne dayandıran P. Wittek de tezini benzer verilere dayandırmıştı. İnalcık ondan da şu cümleleri alıntılıyor: “Osmanlıların taarruz ettikleri memleketin medeniyetine o derece intibak etmeleri akritoi’ların (Bizans hudut askerleri) kitle halinde onlara iltihakını ve hisarların ve küçük şehirlerin kendiliklerinden teslim olmalarını daha kolay bir hale getirmiştir” (The Rise of the Ottoman Empire; Londra, 1938, s. 42; İnalcık, s. 140).

İnalcık, daha sonra “II. Murat ve Fatih Sultan Mehmet devrine ait timar ve tahrir defterlerine göre, Balkanlarda Osmanlı yayılışının tamamiyle muhafazakâr bir karakter taşıdığını, ânî bir fetih ve yerleşme mevzubahis olamayacağını, eski Rum, Sırp ve Arnavut asil sınıfları ve askeri zümrelerinin yerlerinde bırakılarak mühim bir kısmının Hıristiyan timar-erleri olarak, 15. Asırda Osmanlı Devleti’nin hiçbir şekilde bir İslamlaştırma politikası gütmediğini rakam ve delilleriyle göstermeye çalışacağız” diyor (s. 140) ve Osmanlı tahrir ve icmal defterlerine, bazı İtalyan raporlarına ve ilk Osmanlı vakayinamelerine dayanarak bu konuda aydınlatıcı bilgiler veriyor. 

–The Emergence of Big Farms, Çiftliks: State, Landlords and Tenants (Contribution à l’Histoire Economique et Sociale de l’Empire Ottoman;  kol. eser; Louvain, 1982)

Şeriat toprakta özel mülkiyet, örfi kanun ise devlet kontrolü sağlıyor. (s.105) “Osmanlı İmpratorluğu’nda ve genel olarak İslam ülkelerinde toprak tasarrufunun tarihi, tarımsal arazi üzerinde devlet kontrolü ile birey kontrolü arasındaki sürekli kavga olarak özetlenebilir.” (s. 104)

Çift hane sistemi Orta Doğu’ya özgü bir sistemdir. Miri araziye, devlet, “normal olarak evli” bir ekiciyi (ve erkek mirasçılarını) “devamlı ve özgür bir şekilde miri araziye tasarruf etmek” hakkı ile yerleştiriyor. (s.105)

İnalcık, Barkan’ın Osmanlı Devleti’nde Çiftçi Sınıflarının Hukuki Statüsü (Ülkü, IX-XI, 1937-38) ve Toprak Tarihimizde Tanzimat başlıklı makalelerine gönderme yapıyor.

Temel olarak hane-çiftlik veriliyor. (Barkan’ın verdiği Kanunname’de var. Kanunnameler, 1943) Verimliliğe göre 60-150 dönüm arasında değişiyor. Bu da timar sisteminin parçası. Timar da “bölünmez-bozulmaz” olarak kalıyor. Sistem, çift-hane temeli ile “durgun ve değişime dirençli” bir şekilde kaldı. Timarlı sipahi kendisine verilen timarda devletin saptamış olduğu vergileri “ücret” olarak topluyor. (s.106) Bu “Orta Doğu imparatorlukları geleneği”. (s.107)

XVI. yüzyılda bozulma. Başlıca bozulma şekli sultanların “bazı kontrol hakları” vermeleriyle başladı. “Saraydan etkili kişiler ya da saraya yakın çevreler devlet topraklarını ihsan yoluyla mülk edindiler ve sonra da bunları vakıf arazi statüsüne dönüştürdüler.” Bu üretim düzeninde bir değişiklik yapmadı. (s.108)

Çiftlik sisteminin dışında kalan kullanılmayan ya da terk edilmiş (Mavat) arazide büyük çiftlikler nasıl kuruldu? “XVIII. yüzyıldan önce büyük çiftlikler yönetici zümre mensupları tarafından genellikle mavat arazi üzerinde kuruldular ve emek olarak da en çok serf ya da yarıcı statüsündeki köylüler kullanıldı.” (s. 108) (Bk. İnalcık’ın pirinç ekimiyle ilgili incelemesi) “Şenlendirme” ile “temlikhane” veriliyor. Mufassal deftere yazılıyor. Ödeme ile ekilecek (paid hands) ve hasatın ne oranda bölüşüleceği de deftere kaydediliyor. (s.109) (Çok sınırlı örnekler veriliyor)

Büyük çiftlikler mukataa-malikane sistemiyle birlikte, özellikle Celalî isyanlarından sonra yayıldı. 1609 tarihli bir ‘adaletname’ye gönderme yapılıyor. Buna göre “aralarında eyaletlerdeki kapıkulları da bulunan etkili kimseler Celalî İsyanlarının yarattığı karışıklık dolayısıyla köylerde terkedilmiş arazilere el koydular. Bu arazilere serfler ya da yarıcılar yerleştirerek onları özel malikaneleri haline getirdiler. Emeğin azalması dolayısıyla bu tarz araziler genel olarak çitlendiler ve hayvan çiftliklerine dönüştürüldü ve böylece gerçek ‘ranch’lar haline getirildiler.” (s.111)

1600’den sonra devlet mali sıkıntı yüzünden malikane sistemine (hayat boyu kiralama, sonra da mirasla devrin kabulü) geçti. (s.112) Bir “Eshabı mukataa” zümresi ortaya çıktı. Çift-hane sistemi hakim olmaya devam etti. Fakat toprak sahibi ile çiftçi arasındaki ilişki derin değişikliğe uğradı. Devlet yerine geçen yeni sınıf (lease-holders) kârını azamileştirmeye çalışmaya başladı. Çiftçiler harap oldu. Devlet bir çare olarak iltizam usulünün uygulama alanını genişletti. Uzun süreli kiralama (leasing-out) sistemi çöküntü ile paralel olarak yaygınlaştı. Saraylı gözdeler, üst düzey yöneticiler, valiler vb. arasından yeni bir “ayan” sınıfı doğdu. (s.112) XVIII. yüzyıl ticari devrimi (bk. Bruce Mc Gowan) süreci hızlandırdı. “Plantasyon” tipi çiftlikler çoğaldı. Fakat temel “çift-hane” yapısı değişmedi. “Öyle görünüyor ki, Osmanlı toprak sistemi ile Avrupa Kapitalist Dünya Ekonomisinin etkisi altında Doğu Avrupa ülkelerinde ortaya çıkan gelişmeler arasında bir paralellik kurmamız haklı değildir.” (Bk. H. Stahl, “Traditional Romanian Village Communities”) (s.113-114) Üretici zümreye verilen geniş arpalıklar üretim yapısını değiştirmedi. Bunlar ancak “plantation-like” olarak düzenlenince üretim yapısı değişir; oysa arpalık sistemine “absantaizm” egemendi. Bunların gelirlerini, genellikle yerel nüfuzlu halk arasından seçilen kethüda ya da voyvodalar topluyor. Rantın bu şekilde yerel ajanlar ya da mültezimler tarafından toplanması yaygınlaşınca bunlar “ayan” haline geldiler. Özellikle 1760-1808 arası bunların yükseliş dönemi. “Bu dönem Avrupa’nın Doğu’nun tarımsal ürünlerine artan talebi ve yükselen fiyatlar yüzünden ‘ticari devrim’ denilen dönemle örtüşüyor.” (s.114) (Bk. İnalcık, Centralisation ..) Bu dönüşüm sadece dış etkilere açık sınırlı bölgede oldu. İnalcık, XVIII. yüzyıldaki plantasyon tipi işletmeler için daha çok Cvijik, Busch-Zantner ve Stoianovitch’in çalışmalarına dayanıyor. (Özellikle Stoianovitch’in Land Tenure..; The Journal of Economic History, XIII. 1953)

XVIII. yüzyılda büyük (plantation-like) çiftliklerin “fizik” yapısının betimlenmesi.

Stoianovitch’e dayanarak veriyor. Toprak sahibinin ya da temsilcisinin oturduğu malikane (manor); ekicilerin yerleştirildiği kulübeler; rakip ayanlara karşı savunma amacıyla yapılmış bir taş kule (yeni zorunlu bir unsur); hayvanlar için ahır; fırın, ardiye, nalbant vb. Büyük çiftlik bütün bir köyden ibaret olabilir, ya da büyük çiftlik, kural olarak, bir köy-çiftliktir denilebilir. Yeni tip çiftliğin sosyo-ekonomik yönleri konusunda Stoianovitch şu tanımı vermiş: “çiftlik, ılımlı toprak rantı ve az emeğe dayanan bir sosyal ve iktisadi sistemden aşırı toprak rantı ve emek kullanımına dayanan bir sisteme geçişin ifadesidir.” (s.115) Stoianovavitch, toprakta yarıcılık, nakliye ve diğer hizmetler de ağaya verilen belli ranta ekleniyor. Böyle bir sisteme de “iç kolonyalizm” deniyor. (s.115)

Avrupa pazarlarına yönelik ihracat: Serez, Teselya, Epir, Makedonya, Trakya, Maritza vadisi, Arnavutluk sahilleri, Tuna eyaleti (Bulgaristan), Kosova, kısmen Bosna ihraç merkezleri (pamuk, hububat vb) Mısır ve Suriye’de de paralel gelişmeler var. (Bk. G. Baer; A History of Landownership in Modern Egypt 1800-1950; Londra, 1962. Y. Nagata; “The Iltizam System in Egypt, in Turkey; Journal of Asian and African Studies; Tokyo, XIV, 1977. s.169-194)

İnalcık’a göre yeni çiftlikler “marjinal topraklar”da, “iyileştirme çalışmaları” ile kuruldu.Özellikle kırsal (pastoral) ve su altında kalmış arazilerde. (s. 116) İnalcık, bu konuda miri arazilere öncelik veren Christo Gandev’e katılmıyor. (s.124) 1815 ve 1816’da iki Teke mütezellimi Hacı Mehmet Ağa ile Saruhan mütezellimi Karaosmanoğlu Hüseyin Ağa çiftlikleri örnekleri. Mütezellimler yerli eşraftan, sevilen, vali ya da Hazine adına vergi toplayan ve bazı diğer idari-mali görevler yapan insanlar. Hüseyin’in malikânesi 8, Mehmet’inki 12 çiftlikten oluşuyor. Bu çiftlikler 600-1700 (Hüseyin) ve 700-13000 (Mehmet) dönüm arası değişiyor. Tarımın pahalı olması ve emek yokluğu yüzünden birçok yerde çiftlikler mandıra (dairy farms) veya süt üretimi ve hayvancılık alanı haline getiriliyorlar. Mütesellimler bir küçük güvenlik gücü besliyor ve savaşta da orduya asker veriyorlar. (s.119) Çiftliklerde küçük bir kısım da bağ, pamuk tarlası vb. olarak kullanılıyor. Emekçiler reaya veya “özgür köylü”. Rant genellikle ürün-rant, bazen da para-rant. Bir üçüncü tip de “muaccele”. Kira (leasing) sırasında yıllık kira (icar) getiriyor. İnalcık, Batılı kaynaklar da (hangileri olduğunu söylemiyor) çiftliklerin fizik betimlemesini yaptılar, diyor.

Vidin’de büyük çiftlikler. Bunlar daha çok devlet topraklarının kiralanması ile ortaya çıktılar. Devlet “en eski zamanlardan beri” işlenmeyen toprakları kiraya veriyor. Toprak mukataa yoluyla tapu karşılığı devrediliyor. (s.120) 1760-1850  arası tarihlerde Orta Avrupa piyasalarında hububat fiyatları yükselmişti. 1850’de bunlarda köylü ayaklanmaları çıktı. (Bkz. Halil İnalcık’ın doktora tez konusu: Tanzimat ve Bulgar Meselesi, TTK Yayını,1943).

Tanzimat ve Bulgar Meselesi; İstanbul, Kronik Yayınları, 2017. (İlk baskı 1943).

Bulgarlar XVIII. yüzyıl sonlarına kadar tanınmıyorlardı. Seyahatnamelerde de hiç geçmezler. “Hakiki bir milli kalkınma hareketi” olarak canlandılar. (s. 18) Rumlar onları Rumlaştırmak istiyordu. Bulgarlar XVIII. yüzyıl sonlarına kadar tanınmıyorlardı. Seyahatnamelerde de hiç geçmezler. “Hakiki bir milli kalkınma hareketi” olarak canlandılar. (s. 18) Rumlar onları Rumlaştırmak istiyordu.

Önce bir papaz 1762’de Bulgar tarihini yazdı. “Bulgarlığından utanma” olgusunu eleştirdi. Bulgar çorbacıları zamanla İstanbul, İzmir, Selanik gibi şehirlerde koloniler kurdular. (dışarıda da Viyana, Moskova, St. Petersburg’da). XIX. yüzyıl başlarında Odesa’da da mevcutlar. İsyanda komiteciler, Ruslar ve İngilizler rol oynadı.

İlk ayaklanma Vidin isyanı. 1849’da bastırıldı. 1850’de yeniden patlak verdi.

Reayayı sadece köy ağaları ve çorbacılar değil, “küçük memurlar” da istismar ediyorlar. Onlardan da şikâyetler var. (s. 76) “Tanzimat tarafından liberal garp zihniyetiyle kurulmuş olan ve Hıristiyan azanın da dahil bulunduğu taşra meclisleri Vidin’de esas itibarıyla bütün Vilayet idaresini Müslüman ayanına bırakmaktan başka bir netice vermemiş ve malum hadiselerin zuhurunu hazırlamıştır.” (s. 77)

Vidin’de angaryaya tabi, topraksız köylüler Müslüman ağalara karşı ayaklanıyor. Bu ağalar nasıl oluşmuştu?

İNALCIK, HALİL; QUATAERT DONALD (Ed.); The Economic and Social History of the Ottoman Empire: 1300-1914. (Halil İnalcık: The Ottoman State: Economy and Society 1300-1600); Cambridge University Press, 1994.

“İltizam sistemi en eski zamanlardan beri başlıca vergi toplama usulü idi. Alternatif yöntem de mültezimin işini yapmak için hükümetin ‘emin’ adı verilen ücretli bir memur tayin etmesi idi.

Eserde “reaya”, “slave” ve “dependent subject” hepsi aynı anlamda kullanılıyorlar.

Başka bir vergi toplama yöntemi de Sultan’ın genellikle sipahi bölüğüne mensup kullarını göndermesiydi”(s.65) “Tüm vergi gelirlerini merkezi hazinede toplamak yerine ademi merkeziyetçi bir toplama ve ödeme sistemi izleniyordu. İnşaat veya ücretlerle ilgili yerel harcamalar mültezimlerya da, merkezi hükümetin ödeme emri ile, eminler tarafından yapılıyordu. Mültezimler ödeme emirlerin ve yerel kadılar tarafından verilen teslim belgelerini hükümetle nihai hesaplarını düzenlemek için kullanıyorlardı.” (s.65) “İltizam sistemi bütün Osmanlı ekonomisini üzerinde büyük bir etki yapan bir maliyeci grubun ve spekülatif işlemlerin doğmasına yol açtı.” (Büyük iltizamlar, İstanbul gümrükleri, Sırbistan altın ve gümüşleri vb Her biri 10-20 milyon akçe getiriyor.) (s.66) Türk, Yunan ve Yahudi maliyecileri “konsorsiyum”u ya da Galata’da oturan yerli ve yabancı İtalyanla bu mültezimliğe talipler. Poll-tax, cizye de iltizama veriliyor. Vergiler şer’i vera örfi vergiler.

“.. Yeniçeriler ve sultanın diğer kulları, tüm askeri elit gibi sarayın dışına çıkmayı ve memlekette bir timar sahibi olarak bağımsız bir hayat ve aile kurmayı sabırsızlıkla bekliyorlardı. Tahrir defterleri timar sahipleri içinde yüksek bir oranın kul kökenli olduğunu gösteriyor… Timarlılar içinde başka bir grup da Osmanlı öncesi askeri sınıfın üyelerinden ya da gönüllülerden oluşuyordu.” (s.73) “Bu politikanın, son tahlilde, iktisadi yollardan çok fetihler sayesinde vergi ve rüsum şeklinde yeni gelirler elde etmek isteyen Osmanlı sisteminin askeri yayılmacı veya sözde ‘feodal’ karakterini ortaya koyduğu söyleniyor.” (s.73) Bazı eyaletler (Mısır, Bağdad, Yemen gibi) mali otonom; yalnız bir vergi veriyorlar.

XVII. yüzyılda bir sürü timar bedel olarak tekrar hazineye döndü. (s.73) (1699’da bedel yekunu Erzurum, Maraş, Şam ve Halep için 15 milyon akçe oldu.) Bosna’da ise yerel ailelerin mülkü haline geldi. Bir gelir kaynağı da makamların satılması (peşkeş).

Raiyet çiftlik Chayanov’a dayanılarak anlatılıyor. Genel olarak 5-15 hektar büyüklüğünde çiftlikler. Bağımsız tarlalardan oluşuyor. Aileye tekabül ediyor. Bunun altında “nim-çiftlik” var; bunlar aile için en küçük birim. (Slavca baştina) Buna sahip olmayanlara “yoksul”, “fakir” deniliyor. (s.148) “Tüm Osmanlı mali-tarımsal sistemi Osmanlı vergi sisteminde çift-resmi denilen köylü ailesi vergisi ile özetlenebilir.” (s.149) Ayrıca kişisel vergiler evli (bennak), bekar (mücerred), ve diğer “küçük rüsum”…

İki baştan tasarruf: Malikane-Divani Sistem.

Eski sultanlar hep toprak temliki yapmış ve bunları daha sonraki sultanlar da tanımışlar. Orta Anadolu’da, Arap eyaletlerinde vb. “Böylece, Osmanlı Devleti eski mülk sahibi ailelerin mirasla mülk edinme  haklarını tanıyordu.” (Satabilir, vakfedebilir.) Bu yapılırken sultan için yardımcı askerler isteniyordu. Fakat, timar sisteminden farklı olarak, asker verilmezse mülk hakkını kaybetmiyor. Malik kısmı “malikane-tithe-aşar” olarak, devlet hissesi de (divani) toprak verimliliğine göre alınıyor. “Özel mülk sahibi bir şahıs veya bir vakıf olabiliyordu ve Sultan divani hissesini sipahi ya da bir memuruna arpalık olarak, ya da herhangi birine bir ihsan olarak verebiliyordu.” (s.128)

İnalcık’ın Klasik çağda Osmanlı İmparatorluğu’nu inceleyen temel kitabının (The Ottoman Empire; The Classical Age, 1300-1600; Londra, Weidenfeld and Nicolson, 1973) dışında bazı önemli makalelerini toplayan eseri için bk. From Empire to Republic, Essays on Ottoman and Turkish Social History. (The Isis Press, İstanbul, 1995) Bu eserde Osmanlı üretim biçimi ile ilgili tartışmaları eleştirel bir şekilde ele alan bir makale bulunuyor. Ayrıca Çift-Hane sistemi, Osmanlı tarih yazıcılığının doğuşu ve Türk modernleşmesi ile ilgili makaleleri var.

Tanzimat Nedir? (Tarih Araştırmaları; İstanbul, 1941. DTCF yayını)

İnalcık’ın bu ilk incelemesi bir çok açıdan şaşırtıcı özellikler taşıyor. İnceleme “Halil İnal” olarak imzalanmış. İlginç olan, İnalcık, Tanzimat’ı tamamen toplumsal gelişim açısından ele alıyor. Timar sisteminin bozulmasından sonra çiftlikleşme sürecine dikkati çekiyor. Yani henüz Türkiye’de üretim biçimleri tartışmaları başlamadan, Halil Bey bu konuda dikkate değer bir analiz yapıyor. Arşiv belgelerine değil, diğer Osmanlı kaynaklarını ve çağdaş tarihçilerin bulgularını değerlendiren bir çözümleme.

Timar sisteminin bozulması yeniçerilerin artması ve tagallübünün çoğalması sonuçlarını doğurmuştu. “1804’te Devlet Belgrat’ta Yeniçerilere karşı Sırplarla işbirliği yapmak zorunda kaldı.” (s.243) Kanuni’nin sadrazamlarından Rüstem Paşa zamanında iltizam sistemi yaygınlaşmaya başladı. Timar ve zeamet sahipleri de iltizama veriyorlar; vakıflar da iltizamla yönetiliyorlar. Tarihi Cevdet’de “mültezim güruhu”ndan söz ediliyor. (II. s.143) Tanzimat Fermanında, iltizam usulünden “alatı tahribiyeden olup hiçbir vakit de semerei nafiası görülmeyen iltizamat uslü muzirrası” diye söz ediliyor. İltizam dışında ağalar ve çorbacılar zümresi malikane çiftlik sistemi kurarak köylüyü “feodal bir rejimde olduğu kadar müşkül şartlar” içine soktular. (s.245)

Çiftlikler dört şekilde kuruluyorlar.

1) Padişah temlikleri ile. Başlangıçtan beri tanık olunan bu çiftlikler, Şeri miras hükümlerine göre satılabilir, hibe edilebilir, vakıf yapılabilir. (Vergileri azalttığı için geniş ölçüde uygulanmadı);

2) Mukataaların tapu ile satılmaları. Satışı mültezimler veya memurlar yapıyor. Müzayedeyi kazanana “tapu” adında bir tasarruf senedi veriliyor. 1851 tarihli bir muahhar senet Tanzimat’tan sonra da köylerin toptan satıldığını gösteriyor. (s. 246) 1858 Kanunnamesi bir köyün toptan mülk edilemeyeceğini öngörüyor. H. İnal, bunların mülk olmadıklarını kaydediyor. Böyle kurulan çiftliklerdeki ağalar “sipahilik devrindeki reaya gibi” daimi kiracı vaziyetinde idiler. Devlet isterse geri alabilirdi! (toprak erkek evlada geçiyor);

3) Miri toprakların mülk olarak satılmaları. Daha çok son zamanlarda, mali sıkıntıların yol açtığı bu uygulama, Barkan’a göre çiftliklerin artışında en yoğun yöntem;

4) Miri toprakların şahıslar (derebeyler, yeniçeriler, sipahiler vb) tarafından gaspı. Bu da kökeni Kanuni’ye kadar giden bir çiftlikleşme metodu!

XVIII. yüzyılın ikinci yarısında ayan ve derebeyi her tarafta hazır ve nazır! III. Selim de bunlardan ürküyor. Senedi İttifak, “adeta, İmparatorluğun feodal teşkilatının resmi bir ifadesi” idi. (s. 249). Her şeye rağmen ayan ve beyler köylüye Batı’daki gibi serf şeklinde sahip değildi. Çorbacılar dahi idari görev görüyorlar; fiilen Osmanlı casusu durumundalar. (J. Ancel, s.170).

“Tanzimatla miri topraklar mutasarrıflarına, Garp kanunları tesiri ile tam mülkiyet hakları tanınmaya başlamış; fakat böylece Rumeli’de geniş sahalar kaplayan bu miri arazi, köylünün değil, ağaların mülkü haline gelmişti.” (s.251) “Tanzimat bu arazi meselesini büyük köylü kitleleri lehine çevirmemekle yeni Osmanlı İmparatorluğu’nun temeli olacak esas inkılabi yapamamış oldu.” (s. 251) Vidin isyanında (1850) hemen hepsi Müslüman olan ağaların sömürüsü ayaklanmanın başlıca nedeni oldu. On bin kadar Bulgar birden ayaklanarak köy ağalarını, subaşıları öldürdüler. Sırp isyanları da köylü isyanlarından kaynaklandı. Bunların da kökeninde köylü hareketleri var. Bunlar “milli kültür mirasının sığındığı manastırlarda XVIII. asırda  vatanperverane gayelerle başlayan tarih ve dil tetkikatı sonucu” olup, Balkanlarda Fransız İhtilalinden önce başlamışlar. (s.253) Hepsini Alman filoloji çalışmalarına bağlıyor. Hedefleri “ağalar, paşalar, Rum Ortodoks Kilisesi.” (s.253) Tanzimat “her sınıf tebaanın müsavatı” ilkesini değişmez bir ilke olarak koydu. (s.255)

Fakat bu hareket muhalefet de yarattı. İsyan sırasında Girit’e giderek Ada’ya büyük ayrıcalıklar veren Ali Paşa, oradan payitahta yolladığı layihada, kavimlerin “din ve mezhepten başka mevadda yekdiğerine mezc ve tahliti”, “Devleti tahkime ilacı münferid” olarak görüyordu. (s.257) Ziya Paşa, Ali Paşa’ya “Hıristiyanlardan paşalar, balalar, ulalar yaptın!” diye çatıyor. (Sungu, Yüzüncü yılında Tanzimat, s.794)

İnalcık’ın sonucu: Tanzimat’ın nedeni “toprak nizamındaki bozukluk olmuştur.” Tanzimat’ın, “ağaların ellerindeki mukataaları yavaş yavaş kendi mülkleri haline sokmalarına imkan vermekle vaziyeti daha ziyade kötüleştirdiğine şahid (olduk).” (s. 259)

Tanzimat ve Bulgar Meselesi; Ankara, 1943. (Eserin ilk baskısından aldığım notlar).

Osmanlı fetihleri Boyar (feodal) sistemini ortadan kaldırarak köylünün durumunu düzeltmişti. Timar sisteminin feodalizmle hiçbir ilgisi yoktur. (İnalcık, Barkan’a ve Köprülü’nün Belleten cilt. V’de çıkan makalesine gönderme yapıyor.) Köylü tapu resmi, resmi çift gibi kiracılık durumuyla ilgili devletin tayin ettiği vergileri sipahisine ödedikten sonra artık hiçbir angarya ile mükellef değildi. Timar “tam devletçi bir siyaseti temsil etmekte idi.” (s. 85)

Timar sistemi bozulunca devletin ihtiyacı arttı. Timarlar doğrudan mukataa haline getirilmeye başlandılar. Temlikler, satışlar, gasplar vb. başladı. Mülk haline gelen bir kısım arazi de vakıf statüsüne sokuldu. Devlet yine de temliklerde titiz davrandı. XIX. yüzyılda yine miri arazi geniş. Devlet mukataaları iltizam usulü ile işletiliyor. Bir de icareyi muaccele var: Mukataaların peşin para (kira) ile ve yıllık bir hisse alınmak suretiyle ihalesi. Vidin’de de durum bu. Bu sistem ağalık yaratıyor. Çünkü bunlar timarlılar gibi heran azledilebilir konumdan çıkıyor, fiilen toprağın sahibi oluyorlar. (Miri araziye dayanan ağaların İmparatorluk’taki şümulü bilinmiyor.) Buna “Gospodorluk rejimi” deniyor. İsyanın kökeni burada.

Ağaların Müslüman olması, burasının Serhat (sınır) Kalesi olması ve Hıristiyanlara verilmemesi isyan tohumlarını ekmişti.

Köylünün verdiği (ayni, nakdi ve emek) vergiler. (s. 94) Devlete verdiğinden çoğunu da ağalara veriyor. Tanzimat çok bir şey değiştirmedi. Angarya kalktı; fakat toprak “bervechi serbestiyet malik ve mutasarrıf” olan “ashabı çiftlikat”a da herhangi bir şekilde “gadrolunmasına” pek ziyade dikkat edildi.

Yazar Tanzimatçılardan şöyle söz ediyor: “Bütün Avrupa’yı kaplamış olan hürriyet fikirlerinin sathi bir telakkisi ile İmparatorluğu ıslaha kalkan bu devlet adamları..” (s. 96) Angarya bile tamamen kalkmadı: odun taşıma mecburiyeti..

1847’de kızlara da veraset hakkı tanındı; isyanlar isyanları izledi..

Capital Formationin the Ottoman Empire; The Journal of Economic History; Mart, 1969, Cilt. 29.

İmparatorluk Antikite’den beri var olan “Yakın Doğu-(Near East)” devlet modeli olarak değerlendiriliyor. Yönetici zümre vergi ödemiyor. En elverişli servet yapma yolu tüccarlık. Multeka ve nasihatnameler ticareti çok olumlu karşılıyorlar. Buna karşılık bazı tarikatler (Karmatî, Melamî, Bayramî) ve Gazali ticarete karşı bir tutum içindeler. Tüccar loncaları zanaatkâr loncalarına göre daha özgürler ve hisba ödemiyorlar. Hisba zanaatkâr loncalarının korunması ve fiyat, kalite kontrolü.  Kâr oranları % 10; nadiren % 15 ve daha fazla. Zanaatkârlar Tüccarlara düşman duygular içindeler. (Kaynak: Salihlioğlu; Osmanlılarda Narh Müessesesi; Belgelerle Türk Tarihi Dergisi; 1967, No: 1)

Riba (spekülatif kâr) yasak. Tüccarlara nadiren (hile vb.) müsadere uygulanıyor. “Müsadere, özellikle, servetlerini Defterdarlıktaki ilişkileri sayesinde yapan mültezimlere ve devlet adamlarına karşı uygulanıyordu.” (s. 107)

XV ve XVI. Yüzyıllarda Bursa

1502’de Bursa’da ipek dokuma tezgâhları var. Bunlardan İstanbul’da XVI. yüzyıl ortalarında 300 kadar var. Bursa’da 1467-1468 yıllarındaki 319 terekeden sadece % 3,3’ü 50 000 akçeden fazla. (45 akçe bir  Venedik dükası). 1487-88’deki 402 terekeden de sadece % 3’ü 50 000 akçeninin üstünde. En zenginler nadiren 200 000 akçeyi (4 500 düka) aşan bir servete sahipler. (s. 109) Servetler önce paradan (kuyumcular, sarraflar vb.), sonra sırasıyla gayrimenkul, köle, kumaş ve ipekten geliyor. En zengin sarraflar. Örneğin sarraf Abdülrahman 199 035 akçelik bir servet bıraktı. (s. 109) Köleler genellikle dokumacı ve ticarî ajan olarak kullanılıyor. (s. 109) Hacı İvazpaşaoğlu Mahmut Çelebi’nin (devlet memuru)  serveti çok farklı bir şekilde teşekkül ediyor. Serveti 67 420 akçe ve hububat, çiftliğindeki hayvanlar ve babasının vakfından elde ettiği gelirlerden oluşuyor.  Zenginlerin çoğu devlet yöneticisi veya tüccar! Bu tüccarların zenginleri de azat edilmiş esirler. Ticarette ve ipek imalinde ulema da yer alıyor. Köleler de özgürlüğe kavuşup zenginleşiyorlar. Halep ve Şam ‘la büyük ticaret yapılıyor; Bursa ayrıca İran ipeklerinin transit yolu. Floransalı tüccarların temsilcileri de var. İpek alıp Floransa’da çok kârlı satıyorlar. Zaten en büyük kârlar ipekten geliyor.

Bursa’da iş bölümü ve loncalar çok gelişmiş. En büyük imalatçı Mehmet efendinin 500 tezgahı var. İran’dan ham ipek geliyor. Bedestan’da “hamcı”lara dağıtlıyor. Oradan “dolapçılar” loncasına gidiyor. Sonra da “boyacılar”a. Sonunda hamcı, hazırlanmış ipeği dokumacılara satıyor. Böylece hamcı ve dokumacı baş sanayici insanlar olarak ortaya çıkıyorlar. (Bu konuda referans: F. Dalsar; Bursa’da İpekçilik; 1961) (s. 114)

Çalışanlar üç grup: 1) Kul (slaves); 2) Şagird (çırak); 3) Ecir (ücretliler). (s. 115)

Bursa’da köle ticareti gelişmiş. Köleler 30-120 düka arası satılıyorlar. Şagird bir muhafız tarafından teslim ediliyor. Mesleği 1001 gün içinde öğrenmeli. Fütuvva ahlakı içinde yetiştiriliyor. Zaviyede kuralları öğrenme durumunda. Dokuma tezgahları genellikle evlere, bazen da kârhanelere (workshop) yerleştirilmiş durumda. İnalcık bu örgütlenmeyi “bir bakıma”, “kapitalist üretim” sayıyor. (s. 116)

Dokumacılar ithalat ve ihracatta tüccarlara tabiler. Onlar kadar zengin olanları yok. (XVI. yüzyılda 1000 dükayı geçen servet çok; XV. yüzyılda 500 dükayı geçen pek az.) Loncadan izinsiz dükkân açanlarla savaşıyorlar. Bu savaşta iktidar loncaları tuttu. XVI. yüzyıl sonlarından itibaren ailede mirasla geçmeye başladı ve kast sistemi gibi (quasi-caste) bir sistem doğdu. Yine de büyük şehirlerin kenar mahallelerinde izinsiz dükkanlar vardı. İşçi direnci yok; sadece bir ölçüde yamak loncalar (boyacılar, dolapçılar) direndiler. (s. 117)

Bunun dışında bir de ticari kapitalizm var. Evde çalışan dokumacılara parça başına ücretle ham ipek satıyorlar. Bu sistem Batı Anadolu’da Merzifon, Erzincan, Erzurum, Diyarbakır’da pamuk bez ve iplik için kullanıldı. (s. 118) Devlet talebiyle çalışan özel teşebbüsler de var. Örneğin Selanik çuhaları. Yeniçeri üniformalar yapıyorlar (Sefaradim Yahudiler yapıyor). Başka yerlere de (Balkanlara ve Tuna’nın kuzeyine) satılıyorlar. 1664’te dokumacıların isteği üzerine tezgahlar bir fabrikada (factory) toplandı. (s. 119)

İstanbul

İstanbul’un iaşesi için konmuş yasaklar var. Evliya Çelebi 2 000 “Karadeniz reisleri” ve “3 000 Akdeniz reisleri”nden söz ediyor. Bunlar Türk veya Rum. Akdeniz Reisleri gemi sahibi kimseler. Bazıları 7-10 kalyon sahibi. 20 000, 25 000 dükalık servete sahipler. Avrupa’dan Hindistan’a kadar ticaret yapıyorlar. (s. 120) Ege kıyıları ve adalar kaçakçılarla dolu. Grek tüccarlar servet yapıyorlar. Yönetici sınıftan bir grup da arpalıklarından, özel malikanelerinden ya da vakıflardan büyük miktarlarda hububat satıyorlar. Örneğin Sultanın doktoru Moses Hamon arpalığından 1550’de 308  ton buğday satma izni almıştı. (s. 120) Marranonos’ların iktisadi hayatta özel bir yerleri var. Mendes ailesi Avrupa’da baharat ticaretini kontrol ediyordu. 1530’larda 300-400 bin dükalık bir servete sahiptiler. 1553’te aile sultanın izni ile İstanbul’a yerleşti. (s. 121) Aileden Josef Nassi de çok zengindi. Servetlerinin bir kısmını getirdiler. Ester Kira gümrük, cizye ve ağnam vergileri iltizamını almıştı. Para tağşiş etti diye bir de ayaklanmaya neden oldu. (s. 123) Hazır para 400 bin dükası müsadere oldu. Çok zengin Grek ve Müslümalar da var.

Edirne

Barkan XVI. yüzyıl ortaları XVII. yüzyıl ortaları arası Edirne tereke defterlerini inceledi. 3128 kişinin tereke defterinden 93’ü yayınlanmış. Bunlar ortalama yarım milyon akçelik (1/4’ü bir milyon akçe) tereke ler.1605’ten önce ölen beş kişi 10-18 bin dükaya sahipler. (Marranos’lara göre çok az bir değer.) (s. 124) Bir sancak beyi XV. yüzyıl sonunda 4-12 bin düka, beylerbeyi bunun iki katı elde ediyormuş. (s. 125)

Burada da en zengin sarraflar. Sonra tüccarlar; özellikle çuhacı ve bezzazlar; sonra da, genellikle askeriye ve ulemadan,  toprak sahipleri. Bostancıbaşı Süleyman Ağa (doğumu 1605) 1 217 000 akçelik bir tereke bırakmış. 2 561 koyunu var. Köylülerden de 180 000 akçe alacağı bulunuyor; ayrıca 2350 altın nakidi var. (s. 128)

Vakıflar

Vakıflar asıl amaçlarından sapmış durumdalar. Evladiye vakıfları aile çıkarlarına dayanıyor.

Sokollu’nun Eskişehir civarında Feridun beyle yaptığı vakıf örneği.. Dam ve kanal inşası, çeltik ekimi için su temini maddeler arasında. Köylüler ürünün yarısını vakfa verecekler. Hamam, cami, çeşme, imaret, han, kervansaray vb. hep böyle yapıldı. Edirne’de Süleyman Ağa 8333 dükayı vakıf yaptı; % 15 faize verilecek. Gelir nesli tükenene kadar karısına ve çocuklarına gidecek. (s. 134)

Osmanlılarda Raiyet Rüsumu; Belleten, Ekim 1959, no: 92.

İnalcık’ın önemli makalelerinden biri.

Şu saptama önemli: “Osmanlı İmparatorluğu’nda çiftçi ailesi, birçok Ortaçağ devletinde olduğu gibi, ziraî işletmenin ve binnetice vergi sisteminin en mühim ünitesi olarak görülmektedir. Fatih Kanunnamesi’nin tahlili, ‘çift resmi’nin menşede birtakım hizmetlerden ibaret olduğunu göstermiştir. XVI. asırda ise onun bu gibi feodal hizmetlerle münasebeti büsbütün unutulacak, nakdî maktu bir arazi vergisi olduğuna inanılacak, hatta Ebussuûd, onu şeri vergiler arasında mütalaa ederek haracı muvazza sayacaktır.” (s. 583-584) İnalcık, feodal emek ranttan ayni ranta geçildiğini söylüyor; fakat sanki feodal vergiden çıkılmış gibi bir ifade kullanmış. (“nakdî” vergi aslında paranın sadece ölçüt olarak kullanılmasını ifade ediyor.)

Osmanlılarda el emeği topraktan üstün sayılmıştır. Sipahiler arasında toprak ihtilafından çok ‘raiyet ayartmak’ ihtilafı var. Boş arazi üzerine raiyet toplayanlara Devlet vergi muafiyetleri sağlıyor. (s. 584)

Raiyet rüsûmu’nun bağlantıları çift resmi ve bağlantıları. Bu örfi vergi; askeriye muaf; timarlı sipahiye gidiyor. XV. asır ortalarına kadar 22 akçe olarak hesaplanmış, sonra artmış. (Kulluk – 7 adet hizmet yekûnu – aynî veya nakdî).

Askerî sınıf (sipahi, yeniçeri, saray halkı, ümera, ulema..)  “ehl-i berat” olup Raiyet Rüsumu’ndan muaf.

Diğer rüsum: Mücerred, bennak resmi. İspençe önce gayrimüslimlerin ödediği çift resmi idi. Terim muhtemelen XIV. yüzyıl sonlarında Trakya fetihlerinden sonra girmişti. Özellikleri: 1) Büluğa ermiş her gayrimüslim ispençe öder; 2) ispençe örfi baş vergisidir. XVIII. asırda dahi örfi rüsumdan sayılıyor. O zaman Şeriat’a aykırı diye (cizyeden başka ikinci bir baş vergisi bi’dat) bazı yerlerde kaldırıldı. Cizye Şer’i vergi, Hazine’ye gidiyor.

Bazı durumlarda ispençe toprağa bağlı vergi (haracı muvazzafa) sayılmış. 3) göçebeler, şehirliler, kasabalılar da ispençe öder; 4) ispençe çift resmi gibi genellikle timara tahsis edilir.

Gayrimüslim dul kadın “Bîve” ismini alır ve bîve resmi öder.

Sened-i İttifak ve Gülhane Hattı Hümayunu; Belleten, no: 112, Ekim 1964.

Senedi İttifak “büyük ayanın devlet iktidarını kontrol altında tutma teşebbüsü” olarak tanımlanıyor. Gülhane Hattı ise “ona karşı… merkeziyetçi devlet idaresinin” mutlak egemenlik hedefine yönelişi.

Senedi İttifak Şer’i bir vesikadır. Tarafların (Sultan hariç) yeminine dayanıyor. Tarafları: Devlet ricali (sadrazam, reis efendi vb.); ulema ricali; yeniçeri, sipahi ağaları  bir taraf; ayan öbür taraf. 1808’de doğdu ve aynı yıl; Alemdar’ın ve devlet merkezinde ayan egemenliğinin ortadan kaldırılması ile ölü bir vesika haline geldi. (s. 609)

II. Mahmud Rus savaşı 1812’de bittikten, özellikle 1815’den sonra ayana karşı harekete geçti. (Bu konuda Tarihi Cevdet’te bilgiler var.) Merkezi kuvvetlerin modern silahlarla donatılmış olması etkili oldu. Bu siyasete Halet Efendi akıl hocalığı yaptı. Halet Efendi “Saray istibdadının bir sembolü haline geldi”. (s. 610)

Sonunda II. Mahmut ayanların en güçlüsü Tepedelenli’ye karşı harekete geçmeye karar verdi. Tepedelenli Yanya kalesinde İngiltere’den getirttiği en modern toplarla uzun süre direndi. (Cevdet, XI, 49)

II. Mahmut yine de Mehmet Ali karşısında tam bir başarısızlığa uğradı. “Selim devri geleneğine uygun ıslahatın mümessili bir asker olan Hüsrev Paşa’nın temsil ettiği siyaset Nizip’te tam bir iflasla neticelenmiş bulunuyordu.” (s. 610)

Gülhane Hattı bu hezimetten sonra bir radikalleşme. 13 yıl demir idareden sonra Hüsrev Paşa bile bu radikalleşme karşısında geriledi (s. 611).

Gülhane Hattı “Adaletname” geleneği içinde ilan edildi. Fakat içerdiği esaslar çok radikal.

Reşit Paşa Hat’tın ilanından üç ay önce yazdığı özel bir mektupta (bkz. F. E. Bailey, 1942, s. 275) hâmisi Reisülküttap Pertev Efendi’nin öldürülmesini anlatıyordu. Ve Saray istibdadına çatıyordu. “Reşit Paşa gerçekte padişahın otoritesini ve karar verme yetkisini fiilen bürokrasiye devretme emelinde idi.” (s. 615) “Kanunları hazırlayan ve ıslahata nezaret eden Meclis-i Vâlâ devletin eski ve yeni en yüksek memurlarından mürekkep bir meclisti. Sultana bu kanunları yalnız tasdik etme görevi bırakılmak isteniyordu.” (s. 615) Saray’ın dışında iki büyük engel ulema ve ayan. Gülhane Fermanı geleneksel (Örfi) hukuk çerçevesinde ilan edildi. Fatih Sultan Mehmed de Kanunnamesi’ni aynı usulle ilan etmişti ve Şer’i Şerif’e uygun olduğunu belirtmişti.

Hattın getirdiği modern ilkeler: Halkın can ve mal; ırz ve namus güvenliği. Kanunların idarecilerden mürekkep bir Meclis’te bu ilkelere göre düzenleneceği Padişah tarafından yeminle garanti edilmişti. (s. 619)

İmparatorluk tebaasının hukuk eşitliğine dayanan Osmanlı birliği siyaseti Tanzimat’ın en öenmli tarafı. Bu yön giderek (1856, 1876) radikalleşti. Cevdet Paşa’ya göre Ali Paşa Napolyon’un Kod Sivil’ini dahi almak istiyordu. (s. 621)

İnalcık, Reşit Paşa’nın “samimiyeti”ni vurguluyor; fakat Tanzimat’ın “iç ve dış baskılar neticesi bir zaruret”olduğunu da yazıyor. (s. 622)

—  Tanzimat’ın Uygulanması ve Sosyal Tepkiler; Belleten, Ekim, 1964.

Tanzimat idare ve maliyede yeni ilkeler getirdi. “Kağıt üzerinde yapılan ıslahat, yeni adlar altında eskinin devamından, yahut en çok eski ile yeniyi uzlaştıran bir tedbirden ibaret kalmıştır.” (s. 633) Yeni sancak ve kaza merkezleri, iltizamın kalkması vb. gibi..

Mart 1841’de Reşit Paşa’nın azliyle tutucular Rıza Paşa’nın şahsında  iktidara geldiler. (s. 638) Rıza Paşa tüm valiliklere gönderdiği fermanda Şeriat’ın önceliği vurgulanıyor, “mazeretsiz beşvakit namazı terk edenlerin cezalandırılacakları” ihtar ediliyordu. (s. 638) Çok geçmeden iltizam usulüne dönüldü.

Niş ve Vidin isyanları; Bulgar meselesi vb.

İNALCIK, HALİL; KAFADAR, CEMAL (Der.); Suleyman the Second and his Time; İstanbul, Isis Press, 1993.