
ENGELHARDT, EDOUARD-PHİLİPPE;
La Turquie et le Tanzimat ou Histoire des Réformes dans l’Empire Ottoman; Paris, 1882. 2 Cilt.
Tanzimat konusunda Batı’da yazılmış en önemli kitaplardan biri. Yazar (1828-1916) diplomat ve devletler hukuku uzmanı. Tuna nehri seyrüsefer nizamnamesini hazırlamış. Uluslararası Hukuk Enstitüsü üyesi. Berlin Konferansı’na da Fransa delegesi olarak katılmış. Eserleri arasında şunlar da bulunuyor: le Droit d’Intervention et La Turquie (Paris, 1880); L’Angleterre et la Russie á propos de la Question Arménienne, (Paris, 1883). Fransız diplomatı olarak, kuşkusuz, tüm eserlerinde Fransız çıkarlarını savunuyor.
Eseri Türkçeye de (kısaltılmış olarak) “Tanzimat” başlığı altında çevrildi. (Milliyet Yayınları, 1976.) Daha sonra da Ali Reşad tarafından yapılan entegral bir çevirisi Kaknüs yayınlarından 1999’da yayınlandı. Notarım arasında hem Türkçe hem de Fransızca baskılardan alıntılar var. Örtüşmeyenleri hep birlikte aktarıyorum. Türkçe versiyondan yaptığım alıntıları belirtiyorum.
Yeniçeri kırımı hakkında Engelhardt da duruyor. II. Mahmut yeniçerileri rüşvetle bölmeye çalışmış. Yazar “birçok tarihçilerin aksine et meydanındaki katliamı önceden planlanmış bir hareket olarak görmüyoruz” diyor. (Türkçe, s. 17) Müsadere kalkıyor. “Müsadere ve mirasa hazinece el konması gibi eylemler, yeniçerilere yapılmış olan zoraki cömertliklerden doğan açıkları kapama zorunluluğunun sonucu sayılmalıdır.” (Tr. s. 21) Fakat 15 gün sonra bir Yahudi sarrafın, bir yıl sonra da Reisülküttap Sayda’nın malları müsadere oluyor. (Tr. s.22) II. Mahmut “olmama isteğine rağmen Türk kalıyordu.” (Tr. s. 24) 1842’de ilk Protestan kilisesi açıldı; çok geçmeden Amerikalılar da katıldılar.
1843 askeri nizamname ve ordunun yapısı hakkında bilgiler. (Bunlar Ubicini’de de bulunan bilgiler). Bosnalı soylular Müslüman olmuş, Hıristiyan halkı baskı altında bulunduruyorlar. Gülhane Hattı’nı da tanımıyorlar. (Tr. s.66) İstanbul ve Beyrut dışındaki tüm gümrükler bir Ermeni ailesinin elinde bulunuyormuş ve söylentilere göre Reşit Paşa bundan kişisel olarak “büyük kredi” almış ve aileyi koruyormuş! (Tr. s. 71)
Valiler Ermeni sarraftan aldıkları kredi ile iltizam satın alıyorlar. Ölüm-dirim hakkına da sahip olarak, “kral naibi” gibi hareket ediyorlar. Bunların yerine defterdar, muhassıl, mal müdürü kondu. Daha sonra valilik tekrar ihdas edildi; fakat merkeze bağlandı.
Lord Stratford, Müslümanların Hıristiyan olmalarının serbest kılınmasını; Sultanın bunu açıkça “ilan etmesini” istiyor. Berlin de İngiltere’yi destekliyor. (s. 88; Fr. I. 130) Reşit Paşa Islahat Fermanına, “işten el çektirilmenin ve izzeti nefsinin kırılmış olmasının verdiği tepkiyle olsa gerek” (s. 94) karşı çıktı.
Bulgarlar Fener Patrikhanesi’nin baskısından kurtulmak istiyorlar. Önce Osmanlı Hükümeti’nin izniyle bir Bulgar Cemaati kuruldu. 1860 Nisan ayında bir heyet Babıali’ye çıkarak Rum Patrikliği’nin ruhani liderliğini artık tanımadıklarını bildirdi. (s.118) Fakat onlar da bölündüler. Selanik ve Manastır’da Katoliklik başladı; fakat Fransa ihtiyatlı davrandı ve bunları desteklemedi. Rusları ürkütmemek için bu konudaki Bulgar taleplerini reddetti. (s.119-120)
III. Napolyon Osmanlı Devleti’nde ırkların karışmasını savunuyor. (s.142) Ruslar tam aksi fikirde. Osmanlılarda da galip ve mağlup halklar kavramı var. (s.154)
Muhbir gazetesi, eskiden Müslüman-Hıristiyan eşitliğini savunurken, Girit İsyanı sırasında cihattan, ilk halifeliğin saf ilkelerinden bahsetmeye başladı. (s.168)
Mıhtaryanlar kendilerini Ermenilerin gerçek temsilcisi sayıyorlar. (s.203)
1870’de Osmanlı Devleti uzun müzakerelerden sonra Bulgar Kilisesi’nin özerkliğini “Eksarglık” adı altında, tanıdı. Bu da Bulgar bağımsızlığının temeli oldu. (s.218) “1770’e kadar Bulgarlar bir milli ruhban sınıfına sahiptiler. Bu tarihte Rumlar Babıali’den 7 Bulgar piskoposunun Athos dağına sürülmesini sağladılar. Bunların yerini rum ruhban sınıfı aldı.” (s.214)
1864’de İngilizler Müslümanları da Protestan yapmaya başladılar. Biri imam 5 müslüman Protestan oldu ve “Müslümanlığa kıyasıya dil uzatmaya” başladılar. (s.219) Bu büyük tepkilere yol açtı.(Fr. II. 81) İngilizler yatıştırıcı rol oynadılar. Protestanlar kırk yıllık çabadan sonra ancak 20-25 bin kişiyi Hıristiyan yapabildiler. (s. 223)
Fransızca Versiyon
Giriş:
İmparatorluğun tecrit ve çöküntüden kurtulması için iki yol vardı: 1) Sekülerleşme. Bu yol çok radikal; halk hazmedemez; 2) Devleti dinden özerkleştirme. “Cahil ve fanatik” halkı tedricen alıştırarak, dinin daha özgür bir yorumuyla bu yol tutulmalı (s. 4) Bu yol “her şeyden önce Avrupa’yı tatmin edecek ve susturacak” yol. Reayanın Müslüman halkla tam eşitlik içine sokulması ile uygulanabilirdi. (s. 4)
Yazar yeniçeri kırımı hakkında ilginç bir yorum getiriyor: “Şayet, büyük güçler tahrip edilenin yerini doldurmakta acele etmeseydiler, Yeniçeri kırımı, korkmakta haklı olunduğu şekilde, çoktandır çöküşe mahkum bir siyasal yapının tahribini çabuklaştıracağı gibi, bir yenilenme ve kuvvet güvencesi de olabilirdi” (s. 13-14)
II. Mahmut yeniçeri kırımından sonra kıyafet reformları yaptı. Hristiyan ve Yahudilere bunları yasakladı. Şeyhülislama sultana itaat konusunda bir risale yazdırdı. Yazar “despote farouche – haşin despot” diyor. (s. 17)
CİLT: I. Osmanlı reformları hakkında bir gözlem. III. Selim’in “Avrupa tipi reformlar esprisi derin bir bilgisizlik ve bir yığın saçma hayaller” den başka bir şeye dayanmıyor. (I. 47)
Sadrazam Reşit Paşa ile Serasker Rıza Paşa’nın iktidarları birbirlerini tamamlıyordu: “Her ikisinin de zeka ve karakterlerinde bir sürü boşluklar vardı; fakat, onlar, o zaman, çağdaş tarihin en hareketli dönemlerinden birinin yıkıcı etkilerine karşı Türkiye’nin çıkarabileceği tüm hayatiyeti ve direnci temsil ediyorlardı. Reformcu ilerleme fikirleri Reşit Paşa’nın adıyla anılıyordu; Rıza Paşa ise, daha özel olarak Türk ulusunu şahsında simgeleştiriyordu; tehlikeli günlerde Osmanlı bağımsızlığı fikrini o canlandırabilir ve desteği düzenli ordu için zorunlu olan yutseverliğin gizli güçlerini o harekete geçirebilirdi. Biri Avrupa’nın öbürü ise Müslüman halkın takdirini kazanmıştı.” (I. 87)
1860’larda Protestanlar Müslümanlar arasında da serbestçe propaganda yapabiliyorlar.
Mali krizin üç nedeni: 1) Tedavülde tağşiş edilmiş paraların ve hiçbir madeni değere bağlı olmayan kağıt paraların dolaşması; 2) Ciddi bir bütçenin olmaması; 3) Gelirlerle giderler arasında dengeyi sağlayacak idare usullerinin mevcut olmaması. (I. 99-100)
Kırım Savaşı hakkında askeri düşünceler. Yazar burada St-Priest’in Revue des Deux Mondes’daki bir makalesine (15 Mayıs 1860) gönderme yapıyor.
Kırım Savaşı’ndan sonra Osmanlılar gayrimüslim reayaya II. Mehmet’ten beri tanıdıkları tüm hakları tanıyorlar; fakat, “kolektif garanti” fikrine hiç yanaşmıyorlar. (Bu konuda Gorçakof’un önerisi anlaşmaya konulmak bile istenmişti.)
Babıali, Fransa’nın telkiniyle, haracı kaldırıp Hıristiyanları askere almayı kabul ediyor. Orduda albaylığa, sivil hayatta da birinci derece memurluğa kadar yükselebilecekler. Kiliselerini de izinsiz olarak onarabilcekler. Bütün bunlar 7 Mayıs 1855’te ilan edildi. Fakat bu önlemler Müslümanlardan çok Hıristiyanlar arasında protestolara yol açtı. Hatta Rumelide Ortodokslar ülkeyi terk etmekle tehdit ettiler. (s.126-127) Sonra bunlardan vazgeçildi. Engelhardt Hıristiyanları suçluyor; reformlardan yararlanacak olanlar onlara karşı idiler. (s.127) daha sonra Ali ve Fuat Paşalar da 1857’de bir reform tasarısı hazırladılar. Önce 3 500 hıristiyan askere alınacak. Bu rakam giderek 35 000’e kadar çıkacak. (s.145-46) Fakat nasıl bir kompozisyon olacak? Müslüman ve Hıristiyan askerler karışacak mı? Yoksa ayrı birlikler mi oluşturacaklar? Karma ordu fikri benimsendi. Ortodoks Rumlar ayrıcalıklarını koruyacaklar mı? Kilise bununla meşgul. (Kilise’nin itirazı için bk. La Presse d’Orient; 30 Kasım 1857)
Bu arada Yunanlılar Rusya’ya karşı mesafe almışlar. Rum Patrikhanesi “panislavizm istilasına karşı en büyük engel” olarak görülüyor. Rumlar kendilerini slav olarak değil, Yunan kökenli olarak görüyorlar. Oysa Avrupa Türkiyesi’nde Yunan asıllı Rumlar bir milyonu bile geçmiyor. (s.149) Bulgarlar XVIII. yüzyıl ortalarına kadar iki Kilise’ye (Ochrida, Prisrend) sahiptiler. Sonra Rum egemenliğine geçtiler. Halkı Osmanlı paşaları kadar, hatta daha fazla soydular. (s.149) H. Bulwer demiş ki “işlere alışkanlık, eski bir üstünlük ve hatta belli bir incelik, bir çeşit içgüdüsel kuvvet Osmanlı ırkına, Devlet’te başka hiçbir ırkın rekabet edemeyeceği bir üstünlük sağlıyor.” (s.167)
Avrupa’nın Osmanlı işlerire karışması sorunları daha da çetrefil kılıyor. Örneğin Fransızlar Hıristiyanların karma birlikler içinde askerlik yapmalarını istiyorlar; İngilizler ayrı birliklerden yanalar; Ruslar ise hiç askerlik yapmasınlar diyorlar. (s.187-88) Sultan Mecid Kırım Savaşından sonra Fatih Camisi’ne gitmiş ve “Gazi” ünvanını almıştı. (s.189) Abdülaziz “şiddetli ve inatçı” idi. (s.200) Bu sultanın gerici eğilimleriyle Ali ve Fuat paşalar “muzafferane” savaşıyorlar. (s.199)
Vilayetler hakkında ilk kanunun çıkışı.
Toprak mülkiyeti: Mülk arazi hukuken özgür. Fakat uygulamada, “özellikle Müslüman mülkleri için” bu ilke her zaman geçerli değil. (s.208) Miri arazi ya tapu karşılığı özel şahıslara veriliyor; bu durumda çocuklara geçiyor ya da kanunun tayin ettiği diğer yakınları “tapu vergisi” ödeyerek alıyorlar. Vakıf araziler satılamıyorlar. Bütün bu kısıtlamalar gayrimenkullerle ilgili alışverişleri azaltıyor ve bu da “gayrimenkullerin değerini düşürdüğü gibi, devleti de başka yerlerde Hazine’nin temel kaynağını oluşturan gelirden mahrum ediyor.” (s. 208)
Vakıf arazi “Osmanlı toprağının büyük kısmını devletin ve camilerin ellerinde dondurarak, tarımcıların Ortaçağda olduğu gibi bağımlı ve hayli zayıf konumdaki ekiciler olarak kalmalarına yol açıyor.” (s. 209)
Halil Şerif Paşa 12 Şubat 1867 tarihli yayımlanmamış muhtırasında şunu yazmış: “Türkiye’yi sadece meşrutiyetçi bir rejim kurtarabilir ve güçlendirebilir. Bir Anayasa derhal Müslüman devletin Rusya’ya üstünlüğünü sağlayacak. Bir Anayasa, Müslümanlar ve Hıristiyanlar arasındaki siyasal ve sosyal farklılıkları ortdan kaldırarak her ikisini de aynı adalet mekanizmasına tabi kılacak. Herkesin hukukunun garanti edilmesi herkeste vazife duygusu yaratacak. Türkiye’de siyasal ve sosyal hayatın yeniden canlanışı derhal çalışma aşkını ve onunla birlikte kamu zenginliğini yaratacak.” (s.231) (Engelhardt, bu fikirleri küçümsüyor; yüzyılların birikiminin kırk yıllık reform deneyiyle değişemeyeceği kanısında).
CİLT: II.
Yazar Ali ve Fuat paşalar dönemini “Tanzimat’ın Fransız dönemi” olarak ele alıyor. (s.3-4)
Galatasaray hakkında bilgiler. 1869’da Galatasaray’ın 622 öğrencisi var. 277 Müslüman; 91 Gregoryen Ermeni; 28 Katolik Ermeni; 85 Rum; 65 Latin Katolik; 29 Yahudi; 40 Bulgar; 7 Protestan. (s.15) “Galatasaray Lisesi’nin öğretimi, net bir şekilde, Fransız Hühümeti’nin himayesinde başlatılan yeni eğitim sisteminin esprisini ortaya koyuyordu. Devlet öğretimi, cami öğretiminin yerini alıyordu; bilim, ulusal dinden ayrılıyordu.” (s. 16) Abdülziz Avrupa dönüşünde çok liberal bir nutuk atmıştı: “İnançları ne olursa olsun, bütün tebaam aynı vatanın çocuklarıdır” Din farkı onları bölmemelidir.” demişti. Abdülaziz Agathon Efendiyi vekil yaptı. İlk kez bir Hıristiyan vekil oluyordu. (s.20)
1868’de Şurayı Devlet yeniden düzenleniyor ve Abdülaziz çok demokratik bir nutukla açıyor. Yazar bu kurumu “ilkel halde bir parlamento” olarak görüyor. (s.19-20)
Metternich Türkler’e “Türk kalın; hukuku Doğu’nun adetleriyle tam bir tezat halinde olan devletleri model almayın!” tavsiyesinde bulunmuştu. Oysa Abdülaziz’in dinler arası eşitliği vurgulaması gayrimüslimler arasında sevinç uyandırdı. (s.21) Başlangıçta Şurayı Devlet üyeliklerinin 1/3’ü gayrimüslimlere verildi; fakat heyet çok düzeysiz. Divanı Ahkamı Adliye, Mahkemeyi Temyiz ve Mahkemeyi Nizamiyelerden oluşuyor. Buraya seçilenler de çok yeteneksiz. (s.24)
Abdülaziz’iz III. Napolyon’dan oğlu Yusuf İzzettin için mürebbiye istediği söyleniyormuş. (s. 30)
Ruslar, Kırım Savaşı’ndan sonra güneyde büyük stratejik yollar yapımına girişti. Osmanlı Devleti de onu taklide çalışıyor. Yazar, Osmanlı Devleti’ne demiryollarının girmesi konusunda kötümser bir görüşte: “Viyana ya da Pest’ten hareket eden lokomotifler, Osmanlılar için böğründe ölüm ve yıkım taşıyan Truva atları olmayacaklar mı?” (s. 43) Bu tahribatı, yazara göre, “mal ve fikir” taşıyarak yapacaklar. Divan’da benimsenen görüşe göre “geniş bir demiryolu ağı”Boğazları İmparatorluğun “en kırılgan yerine”, yani Tuna hududuna bağlayacaktı. Rusçuk-Varna arasında ve Çernova-Köstence arasında zaten vardı. Selanik ve İstanbul’dan kalkan iki hat daha düşünüldü. Fakat bunları yapacak (değerlendirme, kontrol vb.) kamu işleri idaresi mevcut değil. Ayrıca bu trafiği besleyecek kara yolları yok. Fuat Paşa buraya Avrupa sermayesi yığıldığı için bizi de korurlar diye düşünüyordu. Oysa, kendisine 1869’da Servie Savaş Nezaretinden birinin söylediği gibi, “Şark Meselesi’ni çözmede demiryolları, tırtıllı toplardan daha etkili olacaklardı” (s. 439). (Demiryolları için bk. Nicolaides, III. s.192)
1854’te (daha sonra 1855, 1858’te) borçlanmalar mali istikrarı sarstı. Bütçe açıklarını kapatmak için devamlı kredi aranıyor. (Özellikle 1869’da). Yazar bu açıkları kapatmak için, her şeyden önce, yüksek yöneticilerin “her türlü mantığın dışındaki” aylıklarını kısmak gerek, diyor. “Bütçe parazitlerin av alanı”. (s.47)
Devletin reformu için bir çok yabancı “uzman”a raporlar hazırlatıldı. Bunlar arasında, Engelhardt, şu isimleri veriyor: MM. Foster, Tricou, Hobart, Mercet, Harrison.
Toprak kanunları da değişmeli. “Osmanlı toprağının dörtte üçünün, daha uzun süre Devlet’e ve camilere tabi kılınması ve köylünün, işlediği toprak üzerinde temel haklardan yoksun kalması tasavvur edilebilir mi?” (s. 50) Tanzimatın en zor işi toprak sorunu; bürokrasi tamamen kokuşmuş halde!
1867’de yabancılara (şehirlerde ve kırsal alanda) toprak mülkiyeti hakkı verildi. Fakat yerli otoritelerin müdahalesinden masun olabilmeleri için konsolosluk bulunan yerlerde olmaları lazım. Oysa binlerce yeni konsolosluk (ya da konsolos naibliği) açılamayacağına göre bu hüküm kağıt üzerinde (“lettre-morte”) kaldı ve tarımda beklenen modernleşme olmadı. (s.125)
1872’de önemli bir hukuk reformu oldu.
1840’da ceza, 1850’de de ticaret “kod”u kabul edilmişti. Oysa “sivil kod olarak Tanzimat’ın çeşitli dönemlerinde ilan edilmiş kanun ve nizamnamelerden başka bir şey yoktu ve bunlar da sık sık kutsal hukuka başvurmayı gerektiren muğlak ve yetersiz derlemelerdi.” (s.122) Bu yüzden “..1872 yılının sonuna doğru, Adalet Nazırı, Devlet Şurası ve Meclisi Valâ’nın bazı üyelerinin da yardımıyla, dönemin en zorunlu ve kullanışlı muameleleriyle ilgili sivil kodun (Multeka) sekiz kitabını sultanın tasvibine sundu.” (s. 124) (Bk. Démetrius Nicolaides, Législation Ottoman, VI) “Şayanı takdir” olan bu çalışmanın başında da genel hukuk ilkeleri yer alıyorlar. (s.124)!
Toprakların çoğunun devletin olması, bir İstanbul gazetesinin önseizle gördüğü şu sorunun doğmasına yol açıyor: “İşgalcinin yapacağı tek şey devletin yerini almak ve mülkiyeti düzenleyen kanunlara göre, çıkarı gereği ülkeden uzaklaştırcağı halkın elindeki miri topraklara el koymak olacaktı.” (s.126) Aslında Devlet de zaman zaman miri araziyi devletleştirmek istiyor. Fakat ilgililere tazminat ödemek lazım.
Softalar ayaklanıyor ve Mahmud Paşa ile Şeyhülislamın kovulmasını istiyorlar. Sultan da onları kovdu. (s.155) Bulgaristan kırımı için “bu son Holokost’tu..” diyor.
Anayasa, daha öncekilerden daha tamam ve daha mantıklı. “Mithat Paşa’nın, tasarısında, ‘Devlet’in Devlet olarak dini olmaması’ ilkesini benimsediğini kesin olarak ileri sürüyorlar.” (Sultan Müslümanların halifesi kalacaktı). (s.166)
1877 Savaşı’nda iki devlet (Rusya ve Osmanlılar) “her bakımdan eşittiler”. Sadece kayıpları yenileyebilen avantaj sağlayacaktı. Oysa sultanın 28 milyonluk tebaasından sadece 13 milyonu asker veriyordu. (s.184) “Plevne’nin kahramanca savunulması işgalciler için belki bir felaket olacaktı; kuşatma kuvvetlerini tehdit eden iki hareketli gücün şefleri arasındaki kişisel rekabet olmasaydı, kuzeyde, Balkanlar bölgesindeki ilk çatışmaların sonucu da bu sonucu verecekti.” (s. 184) Yazar bazı generalleri övüyor. Bunların hepsi 1871’e kadar Fransız misyonu teknik yönetimi altında imişler. Alt mevkilerdekiler çok yetersizler. İstanbul’a bağlı demiryolları tamam olsaydı Türkler savaşta çok daha başarılı olurlardı. 1877’de, 1869’da düşünülenin çok gerisinde kalınmıştı. (Balkanlarda demiryolu 2000 km.) (s.185)
H. Bulwer, “Türkiye’de egemen din, başka dinlere karşı, Hıristiyan ülkelerde rastlanmayan bir hoşgörü gösteriyor.” demiş. (s. 305) Eğitimde asıl reform, 1870’den önceki bir iki yıl içinde yapıldı. 1874’te kurulan Yol ve Köprüler Mektebi (Mektebi Turuku Maabir) Fen Fakültesi’nin yerini tutuyor. Tıp ve Muallim mektepleri de üniversitenin bir parçası sayılmalılar. Fakat, diyor yazar, “bugün bile (1882) Üniversite vazıh bie şekilde ortaya çıkmadı.” (s.297)
1873’te Devlet vakıfları “sécularisé” eden bir kararı sultan onayladı. Fakat uygulama hazır kaynaklar istiyor. Kısır döngü! Reformlar, yeni ihtiyaçlar yaratarak ve ithali artırarak Osmanlı çöküşünü hızlandırdı. (s. 308)