2022

26/12/2022

IRKÇI FRANSIZ, PKK ve BEŞTEPE…

Bay “William M” 69 yaşında bir Fransız. En büyük özelliği de ırkçı ve biraz da kaçık olması! Kendi ifadesine göre 2016’da evinin soyulduğu günden itibaren “göçmen”lerden nefret ediyormuş ve bu dürtüyle çeşitli “eylem”ler düzenlemiş. Tabii bu yüzden de başı defalarca polisle derde girmiş! Halen Paris’te üç Kürt’ün ölümü ve diğer üçünün de yaralanmasından sorumlu olarak tutuklu bulunuyor. 

     ***

     Aslında her şey ortada! Türk, Kürt ya da Arap olmak Bay William için fark etmiyor ve o sadece “Avrupalı olmayan herkes benim düşmanımdır!” diyor! Saldırıyı önce 25 Aralık’ta, erken saatlerde gerçekleştirmek istemiş, fakat o saatte orada fazla kalabalık olmayacağını düşünerek “girişim”i ertelemiş! Yaptıklarından hiç  de pişmanlık duymuyor ve tek üzüntüsü planladığı gibi cinayetten sonra intihar edememiş olması! 

     Oysa olan oldu; başta Fransızlar, tüm dünya bu korkunç cinayeti lanetledi ve bu dürtüyle de Paris’te bir sürü kınama gösterisi yapıldı. Bu arada bazı marjinal tipler de aşırılıklara kaçarak ortalığı döküp saçtılar! Her kitlesel harekette ortaya çıkan ve Fransızların “kırıcı” (“casseur”) dedikleri tipler bu vesileyle de ortaya çıkmıştı! 

     ***

    Aslında bu beklenmedik bir durum değildi ve bu nedenle de Fransız kamuoyu bu konuda hayli anlayışlı bir tutum sergiledi. Bakınız en etkili yayın organları bu haberi hangi başlıklarla verdiler:

     Le Figaro (muhafazakâr): “Enghien sokağı cinayetinin kurbanı olan üç Kürde saygı gösterisi yapanlarla polis arasında şiddetli çatışmalar oldu”.

     Le Monde (merkez sol): “Yabancı düşmanlığını kabul eden zanlı Pazartesi sorgu hâkimi önüne çıkacak”.

     L’Humanité (komünist): “Irkçı cürüm mü, yoksa anti-Kürt terör eylemi mi?”.

     İşte genelinde Fransızların tutumu böyle oldu! Suçlu belliydi; olayı takbihte bir uzlaşma içindeydiler; kimse de suçu üstüne atacağı bir “günah keçisi” aramıyordu!

    ***

    İyi de Fransa’da yaşayan Türkler bu durumda ne yapmalı, nasıl bir tavır sergilemeliydi? Cani, “ha Kürt ha Türk!” dediğine göre onların da olayı kınaması, Türk bayrağı altında gösteriler yapması gerekmez miydi? 

     Aslında mutlaka böyle davrananlar da olmuştur. Kaldı ki Kürtler arasında yer yer PKK bayrakları açılmış olsa da kimse tüm katılımcıları PKK’cılıkla damgalayamazdı! Oysa bizde iktidar tam da bunu yaptı ve olaya bambaşka gözlüklerle yaklaştı. Öyle ki Başkan Erdoğan, sözcüsü Ömer Çelik’in ağzından Fransa’ya şu çağrıda bulunuyordu: “PKK terör örgütü yanlılarının nasıl ortalığı yaktığı ortaya çıktı (…) Diyoruz ki PKK terör örgütü unsurları eninde sonunda güçlendikleri zaman tekrar size dönen, size zarar veren tablo ortaya çıkaracaklar. Cumhurbaşkanımız yaptığı açıklamalarda eninde sonunda bu terör örgütlerinin saldırıları ile yüzleşeceğini ifade etti. Bunları beslemeyin, destek vermeyin, fiziki olarak sizlerin ülkesinde himaye edilmesine müsaade etmeyin!”.

     ***

     Verilen mesaj buydu. Devreye Kürtler girince “Fransızlaşma”, “yabancılaşma” anlamına gelmekten çıkmış, “ortak düşman”a karşı iş birliği çağrıları başlamıştı.  Oysa Elysée’de esen rüzgarlar hiç de bu çağrılara kulak verecek gibi görünmüyordu. Fransa’da olay yargıya intikal etmişti; itiraflar ortada ve zanlı da tutukluydu. Üstelik ırkçı cinayetler Fransa’da çok ağır bir suçtu; gereği yapılacaktı! 

     ***

     Ne var ki bu arada Beştepe anti-Türk ırkçılığı bir tarafa bırakmış, suçu adeta PKK’nın üstüne atarak Fransa’ya ders vermeye başlamıştı. Durum buydu ve resmi çevreler bu tepkiyle gerçek suçluyu dolaylı şekilde akladılarının farkında görünmüyorlardı!

     AKP diplomasisini “akrobasi” sözcüğüyle niteleyen çevrelerin bu yeni hamle karşısında ne diyeceklerini elbette bilemeyiz; fakat bunun onur verici bir tepki olmadığını da herhalde aklı başında hiçbir yurttaş yadsımayacaktır!


14/12/2022

HİRANUR DRAMI ve TARİKATÇILIK…

Korkunç bir insanlık dramı “tarikat” konusunu bugünlerde yine gündeme taşıdı. Aslında Hiranur Vakfı’nda yaşanan yüz kızartıcı olay herkes tarafından lanetlenmiş ve sonunda Beştepe tarafından da “facia” olarak nitelenmişti. Ne var ki olay kapanmadı; yankıları hala sürüyor! 

     Sürüyor, çünkü benzer olayların bizde hayli eski bir geçmişi var ve küçük H. K. G’nin başına gelenler de bu konuda birçok acı anıyı tazeledi. 

     ***

     Gerçekten de “tarikatçılık” bizde hiç de onur duyulmayacak bir geçmişe sahiptir ve bakınız daha yarım yüz yıl önce İslam bilgini Abdülbaki Gölpınarlı bu konuda neler yazmıştı: “Türkiye’de mezhep ve tarikatların meydana gelişindeki dini, siyasi, içtimai sebepler, ferdi menfaati körükleyen sömürgen siyasetin son yüzyıllara kadar kurduğu mezhepler, hatta mezhep altında dinler; hem de uyanlarına ‘koyun’ demekten çekinmeyen; uyanlara, koyunluğu seve seve kabul ettiren dış ve yabancı sömürgenlerin koruduğu uydurma dinler… Tasavvufun bünyeleşmesi; tarikatların kuruluşu; tarikatlar, tarikatlar, tarikatlar… Bir değil, on değil, yüz değil; tarikatlar, tarikatların kolları, kollarının kolları. İzahlarda ana kaynaklara dayanmak, onları incelemek, eleştirmek, değerlendirmek ve hükümlerde tarafsız kalmak. Gerçekten de bu, çok güç bir işti. Bu güç işi başarmaya uğraştık; sanırım ki başardık da…” (Mezhepler ve Tarikatlar, 1969).

     ***

     Meğerse başaramamışız ve bunun nedenlerini herkes gibi ben de merak etmiş ve yıllar önce dini bağnazlıkla zihinsel rahatsızlıklar arasındaki ilişkiyi araştırmıştım. Çalışmamda tarikatları da bu bağlamda ele alıyor ve tartışıyordum. O tarihte bu gibi katı inanç grupları hakkında şunları yazmıştım: “Tanzimat Fermanı’nın ilanından bir yıl sonra, Fransa’da yayınlanan zihin hastalıklarıyla ilgili bir kitabın yazarı, çağdaş Osmanlı uygulamalarına bakarak, bunların bu konuda bin yıl önceki uygulamalardan farklı olmayacağını düşünüyordu. ‘Deliler, özellikle sanrılar içindeki deliler’, diyordu yazar, ‘bugün hala cehalet ve bağnazlık bakımından eski çağlarda yaşayan bir ülke olan Türkiye’de ne iseler, bin yıl önce, Eski Yunanlılarda da öyleydiler.” (W. C. Ellis; Traité de L’Aliénation Mentale; Paris, 1840, s. XVII). 

     Yazara göre nasıl deliler Eski Yunan’da “Allah’ın (sevgili) kulları” sayılıyor idiyseler, Türkiye’de de durum farklı değildi ve bu nedenle de gözleminde daha çok “tarikat” mensuplarını ve “tarikat” ayinleri içinde kendinden geçen “meczup”ları dikkate almıştı”. 

     Aslında o tarihlerde Batı’da yayınlanan Osmanlıca sözlüklerde (T. X. Bianchi, 1843; D. Kelekian, 1911) “deli” karşılığı olarak “meczup” sözcüğü değil de “mecnun” sözcüğü kullanılıyordu ve “Leyla ile Mecnun”un klasikler arasında sayıldığı bir ülkede “mecnun” sıfatı da elbette küçültücü bir sıfat sayılamazdı. Nitekim Fuat Köprülü de Anadolu tasavvufunun kökenlerini sorgulayan eserinde, “mühim mütefekkirler ve şairler”in yanı sıra “samimi meczuplar”dan belli bir sempatiyle söz etmişti. (Köprülü; Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar;1919).

     ***

     Osmanlı Devleti’nde tarikatlar padişahların yetişme tarzına ve değerler sistemine göre değişen bir muameleye hedef olmuşlardır. Bu toplumda Fatih Sultan Mehmet gibi tasavvuf erbabını “deli” sayan ve tarikatları yasaklayan sultanlar çıktığı gibi, Abdülaziz gibi tasavvufa sıcak bakan hükümdarlar da olmuştu. Kaldı ki -niyet bu olmasa da- tarikatlara olumlu yaklaşım nesnel planda ilerlemeci bir potansiyel de taşıyordu. Çünkü “ilahiyat” aslında bir geçiş ideolojisidir ve Engels’in dediği gibi “zamanla ya özgür felsefeye açılır ya da donup kalır ve kör bir taassuba dönüşür”. Ne yazık ki bizde de donup kaldı ve günü geldi felsefi açılımcı ilahiyatçılar yurdu terk etmek zorunda kaldılar. Oysa Fuat Köprülü yüz üç yıl önce tarikatçılardan “samimi meczuplar” diye söz ederken, herhalde bir gün gelip bunların bu ülkede yöneticiler tarafından yüceltileceği aklının ucundan bile geçmemişti. Ama olan oldu; “Şeriat-Hakikat” zinciri “tarikatını” (yolunu) buldu ve bizler de sonunda Tayyip Bey’in “Muhafazakâr Devrimcilik” (!) olarak nitelediği günlere geldik. 

     İşin en acısı da Cumhuriyet’in 100’üncü yılına bu zihniyette bir yönetimle girmeye hazırlanıyor olmamız!


07/12/2022

Le Monde gazetesi R. T. Erdoğan hakkında “akrobat diplomat” başlıklı bir yazı yayınladı. (6 Aralık 2022). Aslında “cambazlık” yakıştırması bir devlet adamı için hiç de övgü sayılmaz; zaten yazıdaki referanslar da hep olumsuz yönde verilmiş bulunuyor. Örneğin Washington Ortadoğu Enstitüsü’nden Soner Cagaptay, Tayyip Bey’i hedefi için her şeyi mubah sayan bir “entrikacı” olarak nitelemiş! Aynı enstitünün “Türkiye Programı” kurucusu Gönül Tol’un “Erdoğan’ın Savaşı” (Erdogan’s War, Oxford University Press, 2022) başlıklı kitabından da şu sözler alıntılanıyor: “Erdoğan’ın bir dünya görüşü yok; o bir ideolog değil; o yalnızca çeşitli ideolojileri kendisi için tek geçerli şey olan ‘iktidarda kalmak’ için kullanan bir popülist. Pragmatik bir şekilde sorunları sınıflara ayırıyor, teker teker ele alıp çözüyor ve eli güçlü oldukça da ortaya çıkan çelişkilere hiç aldırmıyor!”. 

      Aslında bütün bunlar tam bir oportünizmin ifadesidir ve bir devlet adamının dış dünyada böyle görülmesi ülkesi için başlı başına küçültücü bir olay sayılır! Oysa daha da üzücü olan, böyle bir yazının bir “övgü” olarak sunulmasıdır. Ama maalesef bizde durum bu oldu. Bakınız yandaş basının iki ağır topu bugün bu konuda neler yazmışlar! 

     Yeni Şafak: “Fransız Le Monde gazetesi, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ı öve öve bitiremedi” (7 Aralık 2022). 

    Star: “Fransız Le Monde gazetesi, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın hem Batılı devletlerle Rusya arasında hem de savaşın tarafları olan Rusya ile Ukrayna arasında yürüttüğü başarılı denge politikası hakkında çarpıcı bir analiz habere imza attı” (7 Aralık).

     Doğrusu, Ziya Paşa’nın deyimiyle “herkesi kör, alemi sersem” saymak da bu kadar olur!


03/12/2022

DARON ACEMOĞLU

Daron tartışmaları bende bir “déja vu” izlenimi yarattı. Ünlü iktisatçı dört yıl önce de bu ülkede umut kapısı olmuş, gözler ona çevrilmişti.  Ama o sırada kendisinden muhalefet değil, iktidara yakın çevreler medet umuyordu. Ben de yine bu sayfalarda  aşağıdaki yorumu yapmıştım. Bu kez talep farklı yerden geldi ve tabii Daron’un tepkisi de farklı oldu. Dört yıl öncesini hatırlamak yararlı olabilir diye aşağıda o günkü yazımı aynen alıntılıyorum.

     ***

     DARON

    “Müjdeyi iktidara yakın bir gazeteci verdi; bugün de “iki gündür her yerde bu mevzu konuşuluyor”diye yazıyor. (Nagehan Alçı, Habertürk, 2 Temmuz 2018). Müjde iş çevrelerine; konuşanlar da daha çok onların sözcüleri.. “Keşke!” diyorlar, “pek olası değil, ama keşke gelse!”.. Bunun konuşulması bile güzelmiş!

     Beklenen Daron Acemoğlu; Amerika’nın en ünlü iktisatçılarından.. Türkiye’de doğmuş; Aramyan Uncuyan ilkokulunda ve Galatasaray lisesinde okumuş; sonra da ABD’ye göçerek orada parlak bir kariyer yapmış.. Bu arada ne Türkiye’yi, ne de Ermeni kökenini unutmuş ve Türkiye ile sıcak ilişkilerini sürdürmüş.. Eşi de Türk; Özal’ın bakanlarından birinin kızı.. O da parlak bir kariyer yapmış; Daron gibi MİT’de profesör.. Elektrik mühendisliği ve bilgisayar alanında..

    ***

   Acemoğlu, dünya görüşü itibariyle Batı’da “sosyal liberalizm”, bizde ise “liberal sol” denilen siyaset felsefesine bağlı. Bir siyaset bilimciyle birlikte yazdığı ünlü eserinde (Why Nations Fail? 2012), uluslar arasındaki kalkınma farklarını daha çok siyasal ve iktisadi kurumlar arasındaki farklarla açıklıyor. Merkezci ve kurallara bağlı bir pazar ekonomisinden yana. Liberal ama “devleti de unutmayalım” diyor. Belli ki liberal entegristler bu yüzden kendisinden pek hoşlanmıyor. Bill Gates eseri “düşkırıcı” bulmuş; tezleri için “muğlak ve basite indirgeme!” diyor. Ama o aldırmıyor; kavgasına devam ediyor.. Eseri bir çok dile –bu arada “Ulusların Düşüşü” başlığıyla da Türkçe’ye- çevrildi. Kısaca alkışlayanları, eleştirenlerden çok fazla..

     ***

    Doğrusu Daron Türkiye’de de çok alkışlandı. Dahası, ödüllere boğuldu. Rahmi Koç ödül verdi; Cumhurbaşkanı Gül ödül verdi; Davutoğlu da, fırsat bu fırsat, ona OECD’de büyükelçilik teklif etti.. O ise ödüllere “Thank you!”, göreve ise “No, thank you!” diyordu. Şimdi ona yeni bir öneri yapılırsa bu kez “Yes, thank you!” diyebilir mi? Hiç sanmıyorum. Her şeyini borçlu olduğu ülkesinde esen rüzgarlara bakılırsa, bunun da “Daron’un düşüşü” olacağını herkesten iyi bilecek durumda.

     ***

     Yine de Acemoğlu’na böyle bir teklif yapılabilir mi? 

     Olur mu, olur! Beştepe’nin değilse bile egemen sınıfların (yani gerçek muktedirlerin) şu sıralarda böyle bir can simidine çok ihtiyacı varmış gibi görünüyor. Zaten haberi ilk veren N. Alçı da AKP’de “çok önemli bir kaynağa” dayandığını söylüyor. Kaldı ki iki gün sonra da benzer şeyler yazdığına göre, tepelerden gelen bir ikazla karşılaşmadığı, kimsenin ona “nereden çıkardın bunu?” demediği anlaşılıyor. O halde olabilir! Kesinlikle kabul etmeyeceği bilinse bile, Acemoğlu’na böyle bir teklif yapılabilir. Ciddi bir krizin tüm belirtileri ortada iken ve de ABD’den çok önemli kararlar beklenirken, bu, en azından bir iyi niyet gösterisi olmaz mı? Hazır “mağdurlar” Reis’i alkışlamaktan yorulmuş, istirahata çekilmişken..

     ***

     Aslında Acemoğlu’nun Beştepe’de hiç de iyi bir nota sahip olmadığını kolayca tahmin edebiliriz. Gerçi ünlü iktisatçı bir “sosyal liberal” olarak uzun yıllar AKP’yi desteklemiş, onu öven konuşmalar yapmıştı. Ne var ki Gezi olayından sonra ipler koptu, muhabbet sona erdi. New York Times’e yazdığı bir yazıda Erdoğan’ın protestoları “kabaca” bastırma yöntemlerini eleştiriyor, artık “Türkiye’nin Ortadoğu’da bir rol modeli olarak savunulamıyacağını” yazıyordu (5 Haziran 2013). Bir yıl kadar sonra ünlü Foreign Affairs dergisine yazdığı makale daha da ağırdı. Yine de “The Failed Autocrat” (Mayıs, 2014) başlıklı yazı umutla devam ediyor ve yazar “Erdoğan’ın acımasızlığına rağmen Türkiye’de demokrasi hala yolunda” diyordu. Gezi olaylarının bir “terör” olarak algılandığı çevrelerde bu yorumların nasıl karşılandığını kolayca tahmin edebiliriz. Onun gibi düşünenler Türkiye’de çoktan susturuldu; hatta bir kısmı da hapiste! Kaldı ki kendisini “ekonomist” olarak ilan eden bir devlet başkanı nasıl olup da, N. Alçı’nın yazdığı gibi, ekonomiyi “tam yetki” ile Acemoğlu’na teslim edebilecek? Sanki iktisatçı değil de kayyum çağrılıyor!  İddiaya göre “Türk ekonomisinin yapısal sorunlarını kökünden çözecek vizyonuyla tarihi bir görev” ifa edecekmiş?? 

     ***

     Yine de Erdoğan büyük taktik dönüşümlerin ustasıdır ve artık Türkiye’de her şeye alıştık. Son başkanlık seçimini de, Tayyip Bey, kendisine Acemoğlu’ndan çok daha ağır şeyler söylemiş olan Bahçeli’nin desteğiyle kazanmadı mı? Kısaca Acemoğlu’na böyle bir öneride bulunulabilir. Kaldı ki ona olmazsa başka bir uluslararası şöhrete çağrı yapılabilir; çünkü Türkiye’de egemen çevreler şu günlerde böyle bir “marka”ya şiddetle ihtiyaç duyuyorlar. Tıpkı 2001 yılında aynı arayış içinde oldukları gibi.. Kısaca sorun Daron Acemoğlu sorunu değil, uluslararası sermayeye güven sorunu.. Yoksa Acemoğlu’nun bu alanda Türkiye’ye önereceği “önlemleri” bu ülkede de bir çok iktisatçı biliyor ve yazıyor..


29/11/2022

DİN, REFORM ve DEVRİM

Dinde reform olur mu? 

Elbette olur! Zaten oldu da! 1517 tarihinde Alman şehri Wittenberg’de rahip Martin Luther, Katolik Kilisesi’nin kapısına bir eleştiri asınca kıyamet kopmuş, Hristiyanlık ikiye bölünmüştü. Öyle ki, tüm seküler gelişmelere rağmen bu “reform” bugün de varlığını koruyor.

     Peki, ya devrim? Dinde devrim de olur mu?

     Doğrusu şimdiye kadar bundan pek söz eden olmamıştı. Ama şimdi Arap asıllı bir Fransız çıkmış, “neden olmasın?” diyor. Hatta ona göre bugünlerde İslam’da böyle bir “devrim” de yaşanıyormuş? Üstelik yazar bununla da kalmamış, konuyla ilgili hayli yankı uyandıran bir de kitap yazmış. “İslam’da yeni bir ilahiyata doğru” başlığını taşıyan bu eser yakınlarda Fransa’da yayınlandı. (Vers une nouvelle théologie; Ed. CNRS, 2022).

     ***

    Yazarın adı Constance Arminjon Hachem; İslam tarihiyle ilgili eserleriyle tanınıyor. Fransa’nın en gözde okullarında okumuş ve şu anda da onlardan birinde ders veriyor.

     Peki bu iddiasındaki kanıtları neler Hachem’in? 

     Bu kanıtları tarihi kökenleriyle birlikte sergiliyor yazar. Ona göre temelde “Üniversite” vardı ve bu kurumun 1900’de İstanbul’da, 1925’te Kahire’de ve 1934’te de Tahran’da kuruluşu bu alanda ilk birikimi oluşturdu. Tarih, siyaset bilimi, sosyoloji, medeni hukuk gibi disiplinler “Üniversite”de karşılıklı etkileşime geçiyor ve daha ileri bir fikir düzeyi ortaya çıkıyordu. Mısır’da El Ezher, Irak’ta Necef üniversiteleri de bu konuda öncü rol oynadılar. Türkiye uzmanı olmayan yazar ülkemiz hakkında da sadece şu notu düşmüş: “Bu yeni girişimin Ankara ilahiyatçıları tarafından tetiklendiği Türkiye’de tezler daha az cüretkâr oldu ve ülkede İslam’ın üstünlüğünü öven bir yaklaşımla yetinildi”.   

     ***

     Söz konusu dönüşümde kılavuz sözcükler “tefsir” ve “eleştiri” olmuş, alimler İslam tarihine daha çok bu kavramlarla eğilmişti. Ne var ki bu yaklaşımda “övgü” (apoloji) ağır basıyor, geleneksel yorum olduğu gibi kabul ediliyordu. Sık sık “dinde reformist” olarak sunulan Cemaleddin Afgani (ö. 1897) ve Muhammed Abdu (ö. 1905) gibi düşünürler “aslında dinde değil, sosyal ve siyasal alanda reformist” olmuşlardı ve bu durum da ancak yüzyılın sonlarına doğru değişecekti. 

    ***

    Gerçekten de 1990’lara gelindiğinde İran ve Mısır’da yepyeni bir İlahiyatçı kuşak ortaya çıkmıştı. İran’da Abdülkerim Suruş, İmam Sadık Üniversitesi’nde “Yeni Bir İlahiyata Doğru” başlığı altında dersler veriyor; Mısır’da ise Hasan Hanefi, aynı başlıkla El-Ezher’de seminerler düzenliyordu. “Her ikisi de ilahi kökeni en eski dogmalardan biri sayılan Kuran’ı tarihselleştirmeyi sonuna kadar götürdüler”. Onlara göre ortada “yazarı insan olan tarihi bir metin” vardı ve “böyle bir iddia devrimci bir nitelik taşıyordu”.

     Olan olmuş, en cüretkarlar baklayı ağzından çıkarmıştı. Üstelik dayanakları da sağlamdı. Son noktayı da Muhammed Shabestarî koydu. İranlı ilahiyatçı “Tanrıdan ancak mecaz diliyle söz edilebilir” diyor ve Kuran’dan şu ayeti naklediyordu: “De ki: Ben yalnızca sizin gibi bir beşerim”. (Sure 18, Ayet 110).     

     İşte Hachem’in “devrim” saydığı gelişme buydu! Ama isterseniz bunu bir “temenni” olarak da niteleyebilirsiniz. 

(Yazarla söyleşi; Le Monde, 20 Kasım 2022)


16/11/2022

ZOR ZAMANLAR…

İstiklal caddesinde patlayan bomba başlı başına bir dram! Oysa daha da dramatik olan bunun yeni bir “istikrarsızlaştırma” (destabilisation) sürecini tetikleme olasılığı. Yakıcı soru şu: Suriye uyruklu Ahlam Albashır’ın arkasında kimler vardı? Onu kimler yönlendirdi? 

     ***

     Bu rujlu ve ojeli hanım belli ki İslamcı bir militan değil! Ayrıca PKK/PYD/ YPG de olayı kınadı; saldırı onlardan da gelmemiş? Peki, kimlerden gelmiş? Eğer Albashır kaçabilseydi, Yunanistan’daki harcamalarını kimler karşılayacaktı? 

    İstanbul Emniyet Müdürlüğü emin: onlara göre saldırı talimatı “PKK/PYD/YPG terör örgütünün Suriye Kobani’deki merkezinden” geldi! İçişleri Bakanı Soylu ise “ABD” diyor başka bir şey demiyor’ Bu ülkeden gelen “taziye”yi de şiddetle reddetti! Neredeyse isim de verecek!

   ***

  Evet, Soylu Amerika dedi; ama Amerika çok başlı bir dev! Beyaz Saray, Senato, Pentagon, CİA, “Lobby”ler vb; hepsi tetikte, hepsi birbiriyle yarışıyor! İyi de -eğer Soylu haklıysa- gizli “start” işareti hangisinden geldi? Yoksa bütün bunlardan değil de NATO’dan mı? Hani şu son yıllarda Tayyip Bey’in hedefi olan örgütten? Hem üyesi olduğumuz hem de ona karşı Rusya’dan savunma silahları aldığımız “kolektif savunma” kuruluşundan? Bir çeşit “men dakka, dukka!” (çalma kapımı, çalarlar kapını!) kabilinden! 

      Oysa en tehlikesi de bu değil mi?

      ***

      Bakalım Tayyip Bey, Endonezya’dan bu sorulara yanıtlarla dönecek mi? Dileriz “bu iş Erdoğan’la yürümez!” diyen Biden’la görüşmesinden sonra kafası daha da karışmamıştır!? Doğrusu zor günlerdeyiz. Ama gidişata bakılırsa, bu “güzel ve yalnız” ülkeyi maalesef daha da zor zamanlar bekliyor!


09/11/2022

BİR İSVEÇLİ MÜSLÜMAN, DİN ve SİNEMA …

Son Cannes film festivali de çekişmeli geçti ve bu arada “senaryo ödülü”nü bir Müslüman yazar kazandı. Adı Tarık Saleh; Stockholm’da Mısır’lı bir babayla İsveçli bir anneden dünyaya gelmiş ve ödül aldığı “Kahire Komplosu” başlıklı filim de İstanbul’da, Süleymaniye Camii’nde çekilmiş. Konusu bizleri yakından ilgilendiriyor. 

     Batı’da Saleh’i “Nil’in John le Carré’si” olarak niteleyenler var; bu da kendisini çok iddialı kılmış; son eseri için “filmim bir bombadır” diyor ve gözü artık Oscar’da! Ama yine de aklı hala tutkuyla bağlı olduğu vatanında ve üzülerek Mısır’ı terke zorlandığı günleri anımsıyor: henüz 18 yaşında iken Güzel Sanatlar Akademisi’ne yazılmak amacıyla Mısır’a dönüşünü ve köktenci bir imamla şiddetli bir tartışma yaşayana kadar da orada geçirdiği günleri… 

     Sonrası da şöyle: 2016’da, bir önceki filminin senaryosunu yazmaya başlamadan üç gün önce, emniyet amirleri kendisini çağırıp ona “ekibiyle birlikte ülkeyi derhal terk etmesini” söylüyorlar; o da zar zor Fas’a kaçıyor ve artık Mısır’a dönmeyi de düşünmüyor. Ama bu yüzden dertli; “Mısır’da film çevirememek” onu kahrediyor. Gelecek için de umutsuz; “ülkeme tutkuyla bağlıyım; fakat hayale de hiç kapılmıyorum” diyor. Üstelik Sisi iktidarını da bir ölçüde anlayışla karşılıyor; çünkü “ülkeyi mutlaka İslamcı felaketten (Müslüman Kardeşler’den) kurtarmak gerekiyordu”. Ama ne pahasına? Tabii orası da yazarın -çok iyi bildiği halde- dillendirmek istemediği bir husus! 

   Aslında Saleh namazında niyazında bir inançlı; ama evde İsveçli kayınvalidesinin çocukların odasına çıplak girmesinden rahatsız olmayacak kadar da hoşgörülü! Bu arada “günümüzde herkeste bir kimlik sorunu olduğuna inanıyorum”, diyor ve şunu da ekliyor: “ama kendi hesabıma ‘ben ne yapıyorsam, oyum”. 

    ***

   Tarık Saleh, filminde El Ezher Üniversitesi’nde bir “tefsir” konusunda çağdaş Mısır ve Sisi rejimindeki çatışmayı anlatıyor. Aslında eserde sergilenen şey, Mısır’da Mursi’yi zindana, Türkiye’de de Erdoğan’ı saraya götüren kaotik ortam. Bir yanda Nakşi, Menzil, Müslüman Kardeş aktivistler, öte yanda sekülerist cephe ve arada da otokratik yönetime kayıtsız şartsız boyun eğen duyarsız kalabalıklar!  Ve bu arada ikili oynayan ajanlar, fırsatçılar, provokatörler. İşte Adem de bu sonunculardan biri ve anlatılan da onun öyküsü!

     İyi de kim bu Adem?

     O basit bir balıkçı çocuğu; ama bir albaya muhbirlik yapması onu değiştirmiş ve kişiliği dramatik bir ikileme uğramış. Artık bir yanda ipleri başkasının elinde bir uşak var, öte yanda da ara sıra ortalığı karıştıran bir “eylemci”! Ve Saleh bu gibi “ikili rol”ler yaratmada tutarlı. Beş yıl önce de “Kahire’nin İçyüzü” başlıklı filminde Tahrir ayaklanması arifesinde böyle bir kadın şarkıcının  katledildiğini konu edinmemiş miydi? Evet tutarlı ve kararlı ve bu şartlarda Mısır’a dönülmez! 

     ***

     Peki, ya İsveç? Orada neler oluyor?

     Doğrusu orada da pek parlak şeyler olmuyor! Son seçimlerde aşırı sağ ikinci sırada yer aldı ve İsveç’te de tehlike çanları çalmaya başladı. Saleh kötümser! “Bu adamlar tarihsel olarak Nazilere bağlı; ben onların gözünde asla bir İsveçli olamam!” diyor. Pek de haksız sayılmaz.

    Ama yine de bir çıkış yolu var: “Filmlerimle dünyada her yerde Mısır’a dönüştürebileceğim bir yer arıyorum” diyor; “artık hem İsveç’te hem de Mısır’da bir ‘dışlanmış’ (outsider) biriyim ve bu ikisinin arası tam da bir sanatçının bulunması gereken yeri oluşturuyor!”.

    İlginç bir sanatçı anlayışı; belki doğrusu da bu; ama türlü bağnazlıkların kol gezdiği bugünlerde Saleh’in işi pek de kolay görünmüyor. Yine de dileriz yolu bundan sonra da açık olur ve başarıları devam eder!

   (Esin kaynağı: “Tarık Saleh’le söyleşi”; Le Monde, 29 Ekim 2022).


11/10/2022

GÜLŞİFTE ve İRAN’ın KADINLARI…

Adı Gülşifte Farahani, İranlı bir oyuncu; bizde “Elly Hakkında” adlı filmiyle tanındı. 2008 yılında İran gizli polisinin baskı ve tacizlerine dayanamayarak ülkesini terk etmiş ve Fransa’ya yerleşmişti. Şimdi o günleri anarken, “böyle bir göçü hiç düşünmemiştim” diyor; “başka bir ülkede, yakınlarımdan uzak bir yaşam kurmayı hiç hayal etmedim; bu çok ıstıraplı oldu ve ağır bedeller ödedim”. (Söyleşi; Le Monde, 9 Ekim 2022). 

     Ama Farahani ülkesinden hiç kopmamış ve İranlı kadınların saçlarını kazıttığı bugünlerde o da içini dökme ihtiyacı duyuyor. Bu dürtüyle de geçmişe eğilmiş, ‘başörtüsünden birkaç tel saç sızdı’ diye “ahlak polisi” tarafından tartaklandığı günleri anlatıyor. “Küçük, korkak bir kuş gibi başını eğerek ‘üzgünüz, üzgünüz!’ dediği” günleri! 

     O günlerde İran’da kadınlar karamsarlık içinde çocuk bile yapmıyorlarmış. Konservatuardaki “25 sınıf arkadaşından sadece altısının” çocuk yaptığını anımsıyor Farahani! Oysa şimdi ortaya saşkınlık ve hayranlıkla izlediği bir kuşak çıkmış ve oyuncu bu kuşağı şöyle betimliyor: “Bu Z kuşağı ne savaş ne de devrim yaşadı; diktatörlükle yönetilen, durgun bir ülkede doğdu; ama bu kuşağın da TikTok’u, Instagram’ı var; dünyada ne olup bittiğinden haberdar; korkusuz, komplekssiz, saygısız ve bana öyle geliyor ki hiçbir şeyden de korkmuyor. Zaten bizler gibi konuşmuyor; tonu, sözlüğü, vücut dili bizimkinden farklı”. 

     Peki, ya eskiler? Ya daha önceki kuşak?

     “Yakınlarımız sağcıydı, solcuydu ya da evrenselciydi”, diyor Farahani, “ama bir fikir ve sözcük karmaşası vardı. Bu kuşak ise tam tersine her türlü referansı yadsıyor. Sol, sağ, Putin, Rusya, Marx, Amerika (…) hepsiyle dalga geçiyor; sadece özgür olmak istiyor: yaşamını seçmekte özgür! Ve bu da onlara çok basit görünüyor!”.

      Aslında “İran Devrimi”nin ilk işi “tesettür”ü zorunlu kılmak olmuştu; ama bu olgu Farahani’lerin evinde büyük bir kaygı yaratmamıştı. Babası susmuş, annesi de bunun din adamlarına verilmiş bir ödün olduğunu ve iki-üç yıl içinde kalkacağını düşünmüştü. Oysa 1980’lerde ülkenin en parlak kadın ve erkeklerinden binlercesi bu nedenle öldürüldü. Ama “İran’da neşe ile keder iç içedir; aynı zamanda hem gülünür hem de ağlanır!” deniyordu ve rejim çökmedi.

   Farahani “İran’da geçen tüm yaşamım boyunca bir kadın olmaktan nefret ettim” diyor, “çünkü İran’da kadın bir ‘suçlu’dur; göğüsleriyle, saçlarıyla, hatlarıyla bir suçlu!”. Bu düşünceyle henüz çok genç bir kız iken bir ara da saçlarını kazımış, göğsünü bantlamış, erkek elbiseleri giymiş ve … bu görünümüyle de babasını dehşet içinde bırakmış! Buna rağmen 24 yaşında, Ridley Scott’un bir filminde ilk kez kendisini “başı açık” görünce de “tüm ülkenin başına yıkıldığını” sanmış! 

     Oysa zamanla değişmiş ve  sonunda bir dergiye çıplak kapak olabilecek kadar bir değerler metamorfozu  yaşamış! “Bu, vücudumun bir çığlığıydı”, diyor; “siyasi bir jest değildi; kudurmuştum ve herkese ‘kadınların vücuduyla derdiniz ne?’ diyordum!”.

     Peki, bütün bunlara rağmen, kendi ülkesinde de star olmayı nasıl başarabilmiş Farahani?

     2008 yılında “Devlet Yalanları” (Ridley Scott) filmi çekilince  rejim hemen kuşkulanarak filmde rol alan oyuncuyu sorgulamaya başlamış! “Aylarca o mahkemeden öbürüne taşındım” diyor Farahani; sonra da bir “CİA komplosu”na alet olduğu için yağan tehditler! Filmi görmedikleri halde kendisine “bu İran’a karşı bir film; İslam’a bir hakaret!” diyorlarmış! Ve bu arada babasına da “kızının göğüsleri yakında sana bir tepside gönderilecek!” diye mektuplar yollanıyormuş! Kendisi ise “sanırım İran tarihinde benim kadar hakarete uğrayan başka biri yoktur” diyor; bir “ölüm fetvası” bekliyor ve Fransız Hükümeti’nin yardımını da bu koşullarda istediğini söylüyor. 

     İşte Farahani’nin öyküsü bu; kendisi böyle “Fransızlaşmış”! “Yeni bir ülkeye çıplak gelinir” diyor, “dil, kültür, her şey yeniden öğrenilir; bu bir yaşam kavgası; uyum lazım! Evimi kaybettim; artık tek evim benliğim. Hiç de yeni kökler salma peşinde değilim; orkideler gibi yukarı doğru büyümek istiyorum. Tıpkı hiçbir tarafta kendi yerini bulamayan ve benim de benzediğim sığınmacılar gibi!”. 

     Aslında Farahani’nin tuzu kuru! Instagram’da 14 milyon takipçisi var; paylaşımları 270 milyon kez tıklanıyor. Her an meşgul, “yemiyorum, içmiyorum, gözümü ekran ve telefondan ayıramıyorum!” diyor. Ama bu kez bambaşka bir tabloyla karşı karşıya! Ortada vücudu ve saçları yüzünden öldürülmüş bir kadın var! Tıpkı yüz yetmiş yıl önce erkekler önünde peçesini çıkardı diye öldürülen şair Tahiri gibi! Olamaz! Artık bu kadarı da olamaz!

     Ama oldu! Çağdaş İran’da bütün bunlar yaşandı! Çünkü “hicap” teokrasi çadırının temel direğiydi; o kırılınca çadır da çökecekti! Kadınların “hicab”ı erkeklerin “kimliği” idi; onun kalkmasıyla erkekler de kimliklerini kaybedeceklerdi! 

    Oysa bütün bunlar bitti; o dönem kapanıyor. Artık İran’da kadınların özgürlüğü için ölmeye hazır erkekler de var! Ve sesleri tüm dünyada yankılar uyandırıyor. Avrupa Parlamentosunda İsveç vekili Abir Al-Sahlani Hanım “Kadın! Yaşam! Özgürlük!” diye bağırarak saçlarını keserken tam da bu sonu ilan ediyordu. Gülşifte’nin Paris mektubu ise bütün bu yaşananların yetkin bir özeti oldu.


10/11/2022

10 KASIM’DA ATATÜRK’Ü ANARKEN…

Tarihte büyük adamlar daima büyük saldırıların da hedefi olmuşlardır. Atatürk de bu konuda bir istisna olmadı. 

     Şahsına yönelen hücumlar daha Kurtuluş Savaşı sırasında başlamıştı. Gerçi muhalifler olası bir diktatörlüğe karşı savaştıklarını söylüyorlardı. Oysa “Hâkimiyeti Milliyeyi her şeye ve her şeye karşı koruyalım” derken, aslında savundukları saltanatçı düzenden başka bir şey değildi. (Nutuk, TTKY, c. 2, s. 801).

     Bu kavga -sözcük açıkça kullanılmasa da- “cumhuriyet” ilkesi etrafında cereyan etti. Cumhuriyete karşı çıkmak cesaretinden yoksun olanlar, saltanatın ilgasından sonra umutlarını dünyevi yetkileri kalkmış olan halifeye bağlamışlardı ve bu makamı canlandırmaya çalışıyorlardı. Hatta Hindistan’ı ve Mısır’ı ziyaret eden bir din heyeti, sözde İslam aleminin hislerini naklederek, Atatürk’ün halife olmasını bile istedi! (Nutuk, TTKY, c. 2. s. 829). Bu gelişmeleri frenleyen Atatürk’e karşı ise, “Hilafete taarruz etmek isteyenler, hariçten kimseler, İslam milletlerinden Türk’ü çekemeyenler değildir. Bizzat biz Türkleriz!” diye tarizde bulunuyorlardı. Atatürk’ün bir anlamda bugün de canlılığını koruyan cevabı ise şöyle oldu: “Efendiler, ecnebiler hilafete taarruz etmiyorlardı. Fakat, Türk milleti taarruzdan kurtulmuyordu. Hilafete taarruz edenler, İslam milletlerinden, Türk’ü çekemeyenler değildi. Fakat, Çanakkale’de, Suriye’de, Irak’ta İngiliz bayrakları altında Türklerle vuruşan İslam milletleri idi”. 

     ***

     Oysa izleyen yıllarda Atatürk, İslam dünyasının en uyanık, en ilerici devlet adamlarına da örnek olacaktı. Örneğin, Pakistan’ın kurucusu   Muhammed Ali Cinnah, onun “dünyanın geri kalan yanı ve özellikle Doğu’daki Müslüman devletler için örnek kişi” olduğunu söyleyecek, yine Hintli Müslümanların büyük şair ve filozofu Muhammed İkbal de “bugünün Müslüman milletleri arasında sadece Türkiye gaflet uykusundan silkinmiş ve kendi bilincine erişmeyi başarmıştır.” diye yazacaktı. Atatürk’ün kendisi ise ölümünden on iki yıl önce “Benim naçiz vücudum, bir gün elbet toprak olacaktır. Fakat Türkiye Cumhuriyeti, ilelebet payidar kalacaktır” demişti. En doğrusu, en güzeli de buydu.


05/10/2022

“EPİSTEMOLOJİK KOPUŞ”…

Bakan Nebati sonunda dayanamadı; birkaç gün önce bombayı patlattı! “Neo klasik ekonomi düşüncesinden epistemolojik bir kopuşu temsil eden heteredoks yaklaşım günümüzde giderek ön plana çıkan davranışsal ekonomi ve nöro ekonomi ile daha fazla önem kazanmaktadır”. 

     Şimdi herkes bu gizemli cümleyi anlamaya ve yorumlamaya çalışıyor. Oysa bu sözler beni farklı düşüncelere sürükledi ve elli yıl öncesine, 1970’lere götürdü.

     ***

     Mayıs 68’i izleyen yıllarda Batı’da Marx’ın düşüncesi çok yaygın  bir konumdaydı ve Fransa’da da bu alandaki tartışmalar Louis Althusser damgası taşıyordu. 

     Filozofun mesajı basitti. Yüz yıl önce Marx, kapitalizmin temel yasalarını ortaya koymuştu. Oysa şimdi kendisi de buna yeni bir “okuma” getiriyordu. Ana tezi şuydu: aslında ortada iki Marx vardı: “Genç Marx” ile “Olgun Marx” ve bunları da “epistemolojik bir kesinti” ayırıyordu. “Genç Marx”, Hegelci etkilerden kurtulamamış bir filozof; “olgun Marx” ise bu “metafizik zarf”ı yırtarak toplum bilimlerini “katı” bilimler konumuna yükseltmiş bir bilim adamı idi. 

     ***

     Formül tuttu; dillere sakız oldu ve o yıllarda herkes “Althusser’ci” kesildi. Hatta bizden Murat Belge Paris’e özel bir sefer yaparak, elinde “Birikim” dergileri, Althusser ile başbaşa görüşmeyi bile başardı. Doğrusu kimsenin “somut durumların somut analizi” ile uğraşacak hali yoktu ve ortaya yeni bir dil çıkmıştı. “Althusser olayı” eski Yunan trajedilerini andıran bir sonla bitene kadar da bu böyle devam etti ve sonra her şey unutuldu.

      ***

     Nebati Bey o yıllarda on yaşlarındaydı; elbette bunlardan haberdar olamazdı. Ama şimdi kendisi de benzer bir işlev yükleniyor ve -bilincinde olmadan- çağına ve kültürüne özgü bir “epistemolojik kopuş”u dillendiriyor. Öyle ya, yakınlarda Tayyip Bey de son nesillerin hep “çağdaşlaşma” olarak övdüğü çabaları “resmi, heykeli ve ilmi ile” bir “istila” operasyonu olarak nitelememiş miydi? Belli ki kendileri de bu ifade ve bu niyetle -ters yönde de olsa- bir “kopuş” gerçekleştirmeye ve “Devri Saadet”e dönmeye çalışıyordu.  Ne de olsa herkesin bir “diyalektik” anlayışı var; sadece bazılarında ters yönde çalışıyor! 

     Ben şahsen Erdoğan’ın Bakan Nebati’nin gizemli sözlerinden fazla bir şey anladığını sanmıyorum. Ama soran olduysa, birilerinin ona bu cümleyi uygun bir dille açıkladığından da kuşku duymuyorum!


20/11/2022, Birgün Gazetesi  Cumhuriyet eki

99. YILINDA CUMHURİYETİ KUTLARKEN…  

Tarihi olaylarla ilgili her kutlama günü toplumda aynı zamanda geçmişle bir çeşit “hesaplaşma” fırsatı doğurur. Ve bu “hesaplaşma”nın şeklini de toplumun o sıradaki nesnel koşulları belirler. Bu koşulları ise geçmişte yaşananları “dönem”lere ayırarak daha iyi anlayabiliriz. 

     ***

     İnsanlar tarihte “avcı-toplayıcı” yaşam biçiminden bugünlere kadar çeşitli aşamalardan geçtiler. Bu uzun yürüyüşte en büyük dönüşümü de bireylerin “emek gücü”nün “üretim araçları”ndan ayrılarak özerkleşmesi teşkil etti. Böylece “emek gücü” bir “meta” haline geliyor, ayrıca bu “meta”yı satın alacak bir de “sermayedar” sınıf ortaya çıkıyordu. Tarihte “toplumsal sınıflaşma” böyle başladı; “devlet aygıtı” bu koşullarda doğdu.  

     Başlangıçta bu aygıtın iki temel işlevi vardı: bir yandan toplumda “varsıl”ların “yoksul”ları sömürme aracı oluyor, fakat öte yandan da bu sömürü düzenine “meşruluk” sağlıyordu. Latince’de “devlet” anlamına gelen “Respublica” sözcüğü aslında “Res” (şey) ve “Publica” (herkese ait) şeklinde iki terimden oluşmuştur. Oysa ortaya çıkan aygıt “herkese ait” olmaktan uzaktı. Ama yine de Hobbes’un “insan insanın kurdudur” (Homo homini lupus) diye betimlediği anarşi durumuna son veriyor ve belli bir düzen ve istikrar sağlıyordu.

      ***

      “Devlet” olgusu tarihte farklı coğrafyalarda, farklı şekillerde doğdu ve bu süreçte kitlesel göçler yer yer belirleyici bir rol oynadılar. Nitekim bu olgu bizim tarihimizde de yaşandı. Öyle ki Orta Asya’da yaşayan atalarımız herkesin üretim için geniş alanlara ihtiyaç duyduğu besici, avcı ve savaşçı halklardı ve durumlarını koruyabilmek için de az sayıda olmaları gerekiyordu. Çünkü nüfus arttıkça kavimler birbirinin av alanına giriyor, bu da fazla nüfusu zahmetli ve maceralı göçlere zorluyordu. Bizde de öyle oldu ve nüfus baskısıyla başlayan göçler sonunda Anadolu’nun fethi ve Türkleşmesiyle noktalandı. 

     Aslında her ulus gibi Türk tarihi de göçebelikten yerleşik düzene geçme ve toprağa yerleştikten sonra da farklı üretim biçimi aşamalarını izleme tarihidir. Atalarımız Anadolu’yu fethederken Avrupa feodal bir bölünme içindeydi. Merkezi devletler henüz kurulmamıştı ve prensler, dükler, kontlar birbirleriyle savaş halindeydiler. Bunların “gaza” ruhuyla coşan düzenli ve kalabalık ordulara direnecek gücü yoktu. “Evladı Fatihan” bu dürtüyle Viyana kapılarına kadar geldi. 

      ***

     Osmanlı toplumu sanayi devrimine girememiş, İslam’ı orta çağ kalıplarından kurtaran ve çağdaş bilimle buluşturan bir reformu gerçekleştirememişti. Oysa izleyen yıllarda ülkenin kuzeydoğusunda bambaşka gelişmeler yaşanacak ve Çarlık rejimi “mujik”leri yoksulluktan kurtaramasa da “modern” bir devlet aygıtı yaratmayı başaracaktı. “Moskof”lar için hedef artık Boğazlar’dı ve Rus harbi (1768) ile Küçük Kaynarca Anlaşması da (1774) bu yolda büyük bir adım oldu. 

     Gelinen nokta buydu; Osmanlı “denize düşmüştü” ve artık “yılana sarılmak”tan başka çaresi de kalmamıştı. Bu karamsarlık “Batılılaşma” fikri için bir dürtü teşkil etti.

     ***

     Ne var ki bu koşullarda aslında gerçek bir “Batılılaşma”dan çok Batı’ya “sığınma” ve “öykünme” söz konusuydu; bunun en ilginç yorumunu da tarih-yazıcılığına “sosyal sınıf” kavramını katan bir Fransız tarihçisi yaptı. Osmanlı Devleti’ni çok iyi tanıyan ve Mustafa Reşit Paşa’yla kişisel dostluğu olan François Guizot, güçlü sadrazamın Avrupa ile ilişkisini şöyle yorumlamıştı: “Genç yaşlarından itibaren Türkiye ile Avrupa ilişkileri içinde yetişen ve bu konularda angaje olan Reşit Paşa (…) Türk Hükümeti’nin Avrupa hükümetleri içinde bir çeşit özümlenmesini, ülkesinin ve sultanın Avrupa politikası içindeki yerini ve ağırlığını koruyabilmesi için tek çare olarak görüyordu”. (Mémoires, 1867, c.7, s. 244). 

      F. Guizot “Türk” sözcüğünü elbette etnik değil, kültürel bağlamda kullanıyordu ve bu sözleriyle de “Tanzimatçılık”ın özünü anlatmaya çalışmıştı. Ne var ki Tanzimatçılar kendilerini “Türk” değil, “Osmanlı” sayıyorlardı. Ama yine de Reşit Paşa, Şinasi’nin sultana “haddini bildiren” bir “ıtıknâme” (özgürlük belgesi) olarak nitelediği Tanzimat Fermanı ile Osmanlı tarihinde yeni bir çığır açacaktı.

     ***

     Tanzimatçıları izleyen Yeni Osmanlılar aslında daha radikaldiler; “Tanzimat”ı bir tür taklitçilik olarak görüyorlardı ve bir “öz” arayışı içine girdiler. Hedeflerinde “Cumhur” ilkesi yoktu; “Meşveret” (danışma) onlar için yeterliydi ve en parlak temsilcileri Namık Kemal bile “halkın hâkimiyet hakkı” olarak tanımladığı ve “o hakkı dünyada kim inkâr edebilir?” dediği “Cumhur”un ülkede “kimsenin aklına gelmediğini” üzülerek yazıyordu. (Hürriyet, 1868, Eylül). Nitekim “Türkistan erbabı şebabı”ndan (Genç Türkistanlılar) söz ederek, bir hanedan adıyla anılan Osmanlı Devleti’ni ilk kez “ulusal” bir sıfatla adlandıran da yine Namık Kemal oldu.                                                                                                    

     ***

     Arkadan Jön-Türkler geldiler. Ne var ki bu seçkin zümre bir birlik oluşturamamış, “asker” ve “sivil” iki kola ayrılmıştı. Askeri kolu Almanya’da eğitilmiş Enver Paşa, sivil kolu da Fransa’da siyaset bilimi okumuş Yusuf Akçura temsil ediyordu ve aradaki çatışmayı da “kalem”i değil, “silah”ı temsil edenler kazandı. “Jön-Türk” ruhu “İttihatçılık”a dönüşmüştü ve bu da sonun başlangıcı oldu. 

     Peki, İttihatçılık neydi? 

     İttihatçılık, Tarık Zafer Tunaya’nın özlü ifadesiyle, “bir çeşit mistik, bir çeşit dine benzer bir şey” idi ve “İttihatçılar kendilerini “Osmanlı İmparatorluğu’nun tek kurtarıcısı” sayıyorlardı. (Mülkiye Dergisi,1984, Haziran).  Almanlarla ittifaka bu inançla girdiler; Dünya Savaşı’na bu ruhla katıldılar ve içlerinde felaketi sezenleri de bu bağnaz anlayışla susturdular. Oysa savaş ve yıkımdan sonra Ankara’ya doğru yürüyen işgalcileri durdurma hazırlıkları içinde olan Mustafa Kemal Paşa, bu boş özgüveni şöyle eleştirecekti: “Büyük ve hayalî şeyleri yapmadan yapmış gibi görünmek yüzünden bütün dünyanın düşmanlığını, kötü niyetini, kinini bu memleketin ve milletin üzerine çektik. Biz Panislâmizm yapmadık; belki ‘Yapıyoruz, yapacağız!’ dedik. Düşmanlar da ‘Yaptırmamak için bir an evvel öldürelim!’ dediler. Panturanizm yapmadık, ‘Yaparız, yapıyoruz!’ dedik, ‘Yapacağız!’ dedik ve yine ‘Öldürelim!’ dediler. Bütün dava bundan ibarettir”. (1921). 

     İşte Kurtuluş Savaşımız bu gerçekçi iradeyle yürütüldü; bağımsızlık böyle kazanıldı ve Cumhuriyet de bu devrimci bilinçle ilan edildi.

       ***

     Aradan uzun yıllar geçti ve bu arada “Batılılaşma” tarihimizi her yönüyle aydınlatan zengin bir yazın ortaya çıktı. Varılan noktada da Cumhuriyet’in yüzüncü yıl kutlamalarına yalnız bir yıl kaldı ve günü gelince bu tarihi günü de layık olduğu şekilde kutlayacağız. O halde biz de burada bu yıldönümüne nasıl bir siyasi ve manevi ortamda girileceği konusunda bir saptamayla yetinelim: Ne yazık ki bu yeni yüzyıla devrimci ilkeleri benimsemiş ve bunları kendi mantığı içinde aşmaya çalışan bir yönetimle gireceğimizi söyleyemeyiz! Aksine, “100’üncü Yıl”a bu ülkede “çağdaşlaşma” adına yapılan her şeyi bir “istila” şeklinde görüp karalayan karşı-devrimci bir otokrasi altında giriyoruz. Ve en büyük beklentimiz de -bu “fetret” döneminden sonra- önümüzdeki yılın 1923 ruhuyla yeni bir atılımın başlangıcı olmasıdır!

      Tüm yurtseverlerin Cumhuriyet Bayramı’nı bu umut ve güvenle kutluyoruz.


28/09/2022

RUSYA’DA SEFERBERLİK ve “KAÇGUN”…

Putin Rusya’da “seferberlik” ilan etti ve bu da ülkede bir “kaçgun”a yol açtı. 

    The Guardian gazetesi (27 Eylül 2022) durumu çok güzel özetlemiş: “Gençler kaçıyor”, deniyor! Ve umutsuzluk içinde kapağı bir an önce Türkiye, Azerbaycan, Ermenistan gibi vize sormayan ülkelere atmaya çalışıyorlar. Bu durumda bir charter komisyoncusu olan Yevgeny Bikov da şaşırmış, “her gün elli müracaat var, talepler beş bini buldu” diye hayretini gizleyemiyor.

     ***

     Aslında fiyatlar hiç de ucuz değil. Özel bir uçakta adam başına dört, beş yüz bin liraya patlıyor; hele sekiz kişilik bir jet kiralanırsa maliyet bir buçuk milyondan üç milyona kadar çıkıyor! Bu arada FlightWay şirketi müdürü de talebin elli katına fırladığını ve Türkiye, Ermenistan, Azerbaycan ve Dubai yolcularının sadece “gidiş”   biletleri aldıklarını söylüyor. 

      ***

      Peki, neden bu telaş? Bu panik neden?

      Tehlike şurada: şimdiye kadar sadece Gürcistan sınırında bazı yasaklar uygulanmış, oysa şimdi çıkışların toptan önlenmesinden korkuluyor! Öyle ki, Putin’in basın sözcüsü Dmitry Peskov’un “halen bu konuda alınmış bir karar yok” demesi de korkuyu gideremedi ve yasakların yaygınlaşmasından kaygı duyuluyor.

     ***

     İyi de bu arada Putin neler düşünüyor?

     O daha çok bir vizyoner ve öyle görünüyor ki bu gibi ufak tefek işlerle kaybedecek zamanı yok. Anlaşılan zihni daha çok küresel sorunlarla meşgul; herhalde tarih okumaları yapıyor, Büyük Petro’yu inceliyor ve bugünkü koşullarda Emperyal Rusya’nın nasıl tekrar ihya edilebileceği konusunda senaryolar geliştiriyor? Üstelik elinde eski çarların sahip olmadığı bazı oyuncaklar da var. Örneğin o muzip gülüşüyle ara sıra Londra ve Washington’a doğru salladığı nükleer oyuncaklar gibi! 

     ***

     İyi de bütün bunlar sadece bir görüntü olmasın? Yoksa ortada, Hamlet’te denildiği gibi “kokuşmuş bir krallık” mı var? 

     Aslında böyle düşünenler de mevcut. Oysa Putin’le ilgili okumalarım benim karşıma da şöyle bir Putin çıkardı: Yer yer   direnişle karşılaşan ve “benden sonra tufan!” değil de “ya ben ya tufan!” diyen bir Putin! 

      Doğrusu “tufan”lar arasında bir tercih yapmak da bana hayli zor göründü!


23/09/2022

“AB’NİN ÇÖPLÜĞÜ!”…

Bir sivil toplum kuruluşu olan Human Rights Watch (HRW, İnsan Hakları İzleme Örgütü) yakınlarda Türkiye’nin “çöp”lerini inceledi ve bu konuda 88 sayfalık bir rapor yayınladı. 

     Aslında bu bir “rapor” değil, adeta ülkemiz adına atılmış bir çığlıktı! Örgüt, 2016 ile 2020 arasında Türkiye’de plastik atıkların % 1200 kadar arttığını belirtiyor ve duruma bir an önce çare bulunmasını istiyordu. Raporda özet olarak Türkiye’nin nasıl “AB’nin çöplüğü” haline geldiği anlatılıyordu.

     ***

     Oysa daha önce de böyle bir çağrı yapılmış ve 2021 Temmuz’unda Ankara atıkları yasaklamıştı. Ne var ki pratik nedenlerle bu “yasak” ancak on gün kadar sürebilmişti. Böylece, Çin’in 2018’de atık ithalini yasaklamasından sonra devreye Türkiye girdi ve yılda 450 bin ton kadar “atık ithali”ne başladı. 2020

 ve 2021 yıllarında 27 AB üyesinin tüm atıklarının yaklaşık yarısını Türkiye’ye ihraç ettikleri anlaşılıyor!

     ***

     Aslında Türkiye bu arada boş durmamış ve bazı önlemler almaya, bu atıkları “dönüştürme”ye de çalışmıştı. Nitekim bu amaçla 1800’den fazla dönüştürme tesisi kuruldu. Ayrıca 500 bin kişilik de bir “toplayıcılar ordusu” oluştu ve bunlar her gün yaya, ya da bisikletle tüm ülkeyi dolaşarak çöpleri toplamaya başladılar. 

    ***

    Ne var ki bu hayli zahmetli ve sağlıksız bir işti. Çevre sorunları ve kitle sağlığı açısından birçok risk taşıyordu. Örneğin beş yıldır bu işle hayatını kazanmaya çalışan 20 yaşındaki bir genç kişisel tecrübesini HRW temsilcisine şöyle anlattı: “Plastikler büyük bir kazana konuluyor ve üzerine su dökülerek kaynatılıyordu. Çıkan buharlar ciğerlerimi bozdu ve ben işi bırakalı iki ay olduğu halde hala öksürüyorum”. Aynı bağlamda, 35 yaşındaki başka biri de kız kardeşinin 27, erkek kardeşinin de 37 yaşında kanserden ölmelerini buna bağlıyordu.

     ***

     Peki, bütün bunlar daha baştan belli iken, Türkiye, neden başkalarının da çöplerini ithal etmeye başlamıştı? 

     Çünkü bu çok kârlı bir işti!

     Çukurova Üniversitesi’nden Prof. Sedat Gündoğdu’nun dediği gibi “dışardan ithal edilen atıklar, yerli atıklardan daha fazla kâr sağlıyor”du. Öyle ki, bu alanda altyapı yetersizliği olsa ve ülkede 5 milyon ton civarındaki atığa karşı ancak 1,5 milyon tonluk dönüştürme tesisi bulunsa da ortada geleceği çok parlak bir sektör vardı. Ne de olsa “kazan-kazan” ilkesinin egemen olduğu   günlerde yaşıyorduk ve gerisi “teferrüat”dı! Unutulan nokta ise bu ülkenin hiç de buna layık olmadığı ve bu anlayışın bir gün mutlaka hak ettiği yanıtı alacağı idi.


18/09/2022

ŞALVAR, OSMANLI ve SULTAN

Tam kırk üç yıl önce, 1979’da yayınlanan “Osmanlı Toplumsal Düzeni” başlıklı kitabımın ilk sayfasına iki halk deyişi koymuştum.  Bunlardan biri “Osmanlı”ya halk diliyle yapılmış bir hicivdi ve “Şalvarı şaltak Osmanlı” diye başlıyordu. Kitap defalarca basıldı, binlerce kişi tarafından okundu ve kimseden de bu sözlere bir itiraz gelmedi… Ta ki Tele 1 kanalında Merdan Yanardağ tarafından okunana kadar! 

     Nasılsa Tayyip Bey de bunu duymuş ve çok öfkelenmişti. Gerisi de hızla geldi ve Bay Başkan, Merdan’a -dolaylı olarak da “Osmanlı”yı eleştiren herkese- ağzına geleni söyledi. 

     ***

     Peki, ne demek “Osmanlı”? 

     “Osman’ın kulları” demek! Tamamen yerli ve milli bir kavram! Osmanlıda dini cemaatler “millet” diye anılıyordu ve tüm çağdaşlaşma tarihimiz de “kulluktan vatandaşlığa” geçme çabalarıyla geçti. Fransızlar 1789 Devrimi’nden önceki dönemi “Eski Rejim” diye adlandırmış ve tarihe gömmüşlerdi. Bizim  “Eski Rejim”imizi ise 1923 öncesi oluşturuyor ve bizde de bu dönem hiçbir şekilde özlem konusu olmamalı! 

     ***

     İyi de bu durumda bir halk çocuğu olan Erdoğan’ın “saltanat” aşkı nereden geliyor? 

     Belli ki Tayyip Bey eğer saltanat döneminde yaşasaydı,  mütevazi kökeniyle “Saray”ların yanından bile geçemezdi! Ama o bir idealist! Açıkça söylemese de hep sultanlığı özlüyor ve bu olmayınca da şahsen “padişahımsı” davranışlar içine girebiliyor. 

     ***

     Doğrusu hayli başarılı da oluyor! Çünkü bu ülkede hala “Sultanlık” özlemi içinde yaşayan yığınla insan var ve aslı olmayan “Saltanat”ın çakması bile onlara yetiyor! Ne de olsa “plasebo etkisi” diye bir etki var; şartlanarak, olmayan şeyleri varmış gibi hissediyorsunuz!  

     Oysa bunun da bir sınırı bulunuyor! Bazen “çakma”, giderek kendini “asli” sanmaya başlıyor ve işler de karışıyor! Ve tam da burada başta sözünü ettiğim ikinci “halk deyişi” devreye giriyor!

      Neydi o?

      Şuydu: “Mal der Hindistan, akıl der Frengistan, haşmet der Âli Osman!”.

      Üstelik “haşmet” bazen her şeyden daha etkili oluyor ve böyle durumlarda “çakma”sı bile kitleleri büyülemeye yetiyor!


11/09/2022

TARKAN

Geçen Şubat ayında Tarkan bir özgürlük çığlığı atmış, ben de  aynı duyguyu aşağıdaki satırlarla paylaşmıştım. Tarkan bu kez daha da güçlü bir çığlık attı ve ben de yine -milyonlarla beraber- aynı duyguları  tekrar yaşadım. 

İyi ki varsın, Tarkan!

GEÇÇEK..

“Aydın”, “entelektüel” denilince daha çok akla hitap eden, güzel konuşan, etkileyici yazılar yazan kimseler akla gelir. Onlardan beklenen de haksever olmaları, haklı davalara öncülük etmeleridir. 

     Oysa bu dar bir tanımdır. Haklı davaları savunmakta “duygu”ya hitap etmek, duyguları seferber etmek çoğu kez çok daha etkili olur. Ve bu da sanatçıların işidir. Zaten “entelektüel” kavramı da bir toplum bilimci tarafından icat edilmemiş, 124 yıl önce, Fransa’da, bir romancının Yahudi asıllı bir subayın uğradığı haksızlığa karşı attığı çığlıkla doğmuştu. 

      İşte bugünlerde bizde de bu çığlığı bir şarkıcı attı ve milyonlarca insanın duygularına tercüman oldu. Bunu yaparken de “sanatçı” değil, “aydın” kimliğiyle hareket ediyordu.

     Teşekkürler Tarkan. Bu yaygın haksızlığa karşı attığın çığlığı milyonlarca insan yıllarca unutmayacak ve şarkın gelecek kuşaklar için de bugünlere ışık tutan bir fener olacak..


04/09/2022

GORBİ’NİN ARDINDAN…

Mihail Gorbaçov’un yorgun bedeni uzun bir hastalığa sonunda yenik düştü ve son Sovyet lideri hayata veda etti. 91 yaşındaydı; adı çoktan unutulmuştu; oysa tarihin akışını değiştirmiş bir devlet adamıydı. 

     Cenaze törenine dün binlerce kişi eşlik etti; fakat aralarında ne Putin ne de Batılı bir devlet adamı vardı. Adet olduğu üzere Moskova’da “Sendikalar Evi”ne getirilen tabutun yanında kızı İrina ve iki üniformalı muhafız bulunuyordu. Ziyaretçiler de tabuta yaklaşıp birer çiçek koymaktaydılar. Törene eski devlet başkanı Medvedev ve Nobel Barış ödüllü (2021) gazeteci Dmitri Muratov da katılmıştı. 

     ***

     Putin çok meşguldü; kendisi katılmadığı gibi, ülkesine tören için gelen Macar Başbakanı Viktor Orban’la iki laf etmeye bile zaman ayıramadı! 

     Aslında ortada garip bir tablo vardı. Bir devlet başkanının ölümü belki de ilk kez yabancı ülkelerde bu kadar üzüntü yaratmış, hatta Almanya’da bayraklar yarıya indirilmişti. Sayesinde bu ülkede birleşen “Osti” ve “Westi”ler nankörlük yapmamış, bu liberal “reformist”e borçlarını unutmamışlardı.

     ***

     Bugün dünyada Gorbaçov’un adı “Glasnost” ve “Perestroika” (açıklık ve yeniden yapılanma) sözcükleriyle anılır. Ne var ki kısmen el yordamı, kısmen de neoliberal dürtülerle gerçekleşen bu köklü dönüşüm o yıllarda Rusya’yı derin bir krize sürüklemişti. Öyle ki bir insanlık dramına dönüşen bu kriz Rusya’da “Putinizm”i yaratan koşulları hazırlarken, bizde de bir “açılım” politikasına elverişli bir ortam yarattı. Böylece “bavul ticareti” ile başlayan ve yüz kızartıcı “Nataşa” söylentileriyle yozlaşan bu ilişkiler giderek sağlıklı bir mecraya kavuşacak ve Rusya’yla giderek yoğunlaşan bir dış ticaret akımına yol açacaktı. Gerçekten bugün madalyonun bu tarafı da göz önünde bulundurulmadan Türkiye’de son otuz yıl içinde gerçekleşen büyümeyi anlamak hayli zor görünüyor.  

     ***

    Aslında Gorbaçov ülkedeki çöküntüye son vermek, durgun bir ekonomiyi canlandırmak istemişti; niyeti buydu. Ne var ki nesnel koşullar buna elverişli değildi. Şirketlerin özelleştirilip, hisselerin halka dağıtılması bunları ellerinde toplayan particilerin (apparatchik) birer “oligark” olmasına zemin hazırlamıştı. Nitekim Putin de bunlar arasından çıktı ve iktidarını da bunlara dayanarak kurdu. 

     Yine de bu Büyük Petro hayranı için Gorbaçov dönemi hiçbir olumlu yön taşımıyordu ve şimdilik (?) sussa da belli ki bugünlerde o dönemi hatırlamak bile istemiyor. Nitekim Batı’daki Gorbaçov dostları durumu anladılar ve bu nedenle kendisini arayıp başsağlığı dilemeye gerek bile görmediler. 

     ***

     Oysa bizde öyle olmadı! Cumhurbaşkanı Tayyip Bey Putin’i telefonla aramış ve ona başsağlığı dilemişti. Dostu Erdoğan’ı iyi tanıyan ve onun samimiyetine inanan Putin ise herhalde bu iyi niyetli girişim üzerinde durmamış, bunu bir “yanılgı” ve “protokol hatası” sayarak geçmişti. 

     ***

     Aslında devlet adamları böyle durumlarla sık karşılaşırlar.  Ama her birinin kendine göre değerleri ve ilkeleri vardır ve arada uyumsuzluklar çıkarsa bunlar da genellikle diplomatik incelik ve esneklikle çözülür. Bu nedenle bana öyle geliyor ki Gorbaçov’un ölümü Putin’i biraz da böyle bir duruma soktu. Kendisini anlayanlar anladı ve sessiz kaldılar. Anlamayanları ise Putin’in dinleyecek hali yoktu. Hele bunların üzerine “davul zurna” ile gitmeye hiç de niyetli değildi.


30/08/2022

KUTLU OLSUN!…

Bugün 30 Ağustos 2022; Dumlupınar zaferinin 100. yıldönümü. Bu zaferle çağdaşlaşma kavgamızda KURTULUŞ safhası tamamlanmış, KURULUŞ safhasına geçilmişti. “Kurtuluş Savaşı Günlüğü”nde o tarihi günle ilgili şu satırları okuyoruz: “Başkomutanlık Meydan Savaşı adı verilecek Dumlupınar Savaşı Türk ordusunun Yunan ordusunu biraz daha küçültmesi ve perişan etmesiyle sonuçlandı. Mustafa Kemal, akşam, Dumlupınar Köyüne gitti. Yanlarında eşya olmadığından oda döşemeleri, peykeler ve toprak üzerinde sabah edildi”. (TTK Yayınları, 1996, C. IV, s. 610). 

     İşte Büyük Zafer tam da bu koşullarda kazanıldı.

    Oysa tarihte sık rastlanan bir durumdur; devrimleri çoğu kez karşı devrimler (“Termidor”lar) izler ve sonunda bizde karşılaşılan durum da bu oldu. Öyle ki bugün varılan noktada, onun açtığı yol sayesinde yükselip de artık büyük kurucunun adını bile anmak istemeyenlerin yönetiminde yaşıyoruz.

      Yazıklar olsun!  

      Ama her gecenin bir de sabahı vardır ve o sabahın güneşi de dileriz -şairin dediği gibi- “belki yarın, belki yarından da yakın”larda doğar!

      Bu umutla ve bu yıldönümünün tünelin sonu olması dileğiyle tüm dostların bayramını kutlarım.


27/08/2022

MACRON, CEZAYIR VE PISMANLIK

Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron bugünlerde Cezayir’de görüşmeler yapıyor ve bu arada geçmişle de hesaplaşıyor! 

   Yanlış anlaşılmasın, bu aynı zamanda bir “helalleşme” değil; Macron, ülkesi adına hiçbir “pişmanlık” duymadığını söylüyor ve yurttaşlarını da “geçmişe cesaretle bakmaya” davet ediyor! Kendisi daha çok Fransa-Cezayir ilişkilerinde “durmadan onur ile pişmanlık arasında seçime zorlanmak”tan şikayetçi ve onun için önemli olan şey de “gerçekleri ve olguları kabul etmek” imiş! 

     ***

     Macron başkent Alger’nin  banliyösündeki Fransa mezarlığını bu duygularla geziyor ve ilk durağı da “Fransa için ölenler” adına yapılmış abide oluyor! Özellikle de “hayatını Fransa için şanlı bir şekilde vermiş üç kardeş, üç kahraman” anıtı önünde uzun uzun duruyor. Adları Maurice, Léon ve Paul Mayer; herhalde arkalarında çocuk da bırakmadılar.

       ***

      Cezayir, 1830 ile 1962 arasında tam 132 yıl Fransa’nın sömürgesi oldu. Gerçekten de bugün Paris’in birçok görkemli apartmanı Cezayir’den  getirilen taşlarla döşenmiştir. Cezayirliler ancak bir milyondan fazla şehit vererek özgürlüklerine kavuşabildiler. 

     Ama artık bunların hepsi unutuldu; Macron bir “helalleşme” ihtiyacı bile duymuyor; zaten şu anda kendisinden bunu isteyen de yok! Cezayir seçkinleri elbette her şeyin bilincinde, fakat onlar da aralarında hala sık sık Fransızca konuşuyorlar ve ülke hala Fransa kültürüne, Fransa desteğine muhtaç! 

     ***

     Belli ki Başkan Abdülmecid Tebbun ile görüşmelerde bu acı anılar tartışma konusu olmamış! Ben ise yıllarca Fransa’da yaşamış, Cezayirli ve Fransız dostlar edinmiş biri olarak, bunları okurken Cezayir doğumlu ünlü bir Fransız filozofu anımsadım. Cezayir’de orman bekçiliği yapan dedesini özlemle anan bu filozof (L. Althusser), “gelecek uzun sürer” diyordu. Biz de bu vesileyle dileriz ki günü gelir, “Cezayir Savaşı” adı altında gizlenen kirli geçmişten tüm Fransızlar “pişmanlık” duyarlar ve bu arada Cezayirlilerden özür dileyen başkanlara da sahip olurlar. Ve böylece iki ülke arasında da geçmişteki acıların tamamen silindiği ve çok daha ön yargısız, çok daha eşitçi ilişkilerin kurulduğu bir döneme girilir.


18/08/2022

BAŞÖRTÜSÜ; BİTMEYEN TÜRKÜ…

 Çoktandır çözüldü sanıyorduk; meğerse çözülmemiş! Bir profesör birkaç laf etti; ortalık yine karıştı. 

     Kimi yazarlar  “naftalin kokusu” almış ve derhal harekete geçmişlerdi.  Bunlardan  İmam Hatip çıkışlı biri dün bu densiz profesöre gereken dersi veriyor ve “literatürü zerre kadar taramamış, kitaplar dolusu tartışmalara şöyle bir bakmaya bile tenezzül etmemiş” birinin bu konuda söz hakkı olamayacağını söylüyordu. Tesettürlü bir hanım da köşesinde “Laik Üstün’lükçü”lerin, bu konuda nasıl “döküp saç(tıklarını)” anlattı. Pişmanlık geneldi; Bay Kemal bile koroya katılıyor ve bu “bir metre karelik bez parçası” için gereksiz yere ne kadar zaman kaybettiğimizden şikayet ediyordu.

   Herhalde anlaşıldı; başörtüsü yasağından söz ediyorum. 

     Peki, neymiş? 

   Prof. Üstün Dökmen, “başörtülü psikolog, başörtülü psikiyatrist, başörtülü PDR uzmanı olması, meslek etiğine aykırıdır; çünkü nötr olamazlar” demiş! Ve bence doğru söylemiş! Kendisi de psikolog ve “terapi esnasında” bir psikoloğun dini ya da siyasi simge takmaması gerektiğini vurguluyor. Kişisel ofisinde “Atatürk’ün bile” resmi bulunmuyormuş! 

     Aslında Üstün Bey hiç de “yasakçı” değil! “Bir eczacı başörtülü olabilir, mimar olabilir, Milli Eğitim izin verdiği için öğretmen olabilir (…) fakat başörtülü psikolog, başörtülü psikiyatrist, başörtülü PDR uzmanı olması meslek etiğine aykırıdır” diyor. Ama yine de derdini anlatamıyor! 

     ***

     Bu ülkede yıllardır tartışma konusu olan “başörtüsü yasağı” bana kalırsa aslında bir “algı yönetimi” idi. Çünkü böyle genel bir yasak pratikte hiçbir zaman yürürlükte olmadı. Gerçekte resmi mekânlarla sınırlı bir uygulama, tüm alanlara yayılan bir olgu şeklinde sunuldu ve “yasakçılık”la damgalanarak İslamcı fanatizme dayanak oldu. Onlara göre bizde ters yönde bir çeşit “Talibancılık” uygulanıyor ve “tesettürlü” olanlara hayat hakkı tanınmıyordu! 

     Oysa bu sadece aldatıcı bir görünüştü. 

     Aslında kapalı mekanlarda başın (kadın-erkek) açık olması hemen her çağda ve her ülkede rastlanan bir kuraldır. Bu nedenle, ne zaman bu eski âdet tartışılmaya başlansa, benim de zihnimde uzun yıllar önce tanık olduğum bir sahne canlanır.

     Anlatayım.

     Uzun yıllar önceydi; Paris’teydim; bir üniversite lokantasında arkadaşlarla yemek yiyorduk. Birdenbire büyük bir gürültü koptu!  Herkes yemek yemeyi bırakmış, çatal ve kaşıklarla tabaklara vuruyordu ve ben de bu beklenmedik durumda şaşırmış, etrafa bakıyordum. Meğerse bir öğrenci salona başında şapkası ile girmiş; tepkiler de onaymış! Nitekim öğrenci şapkasını çıkardı ve gürültü de bir anda kesildi. 

      O günlerde bu bir gelenekti; zamanla tarihe karıştı. Günümüzde Fransızların büyük çoğunluğunun bu eski adetten haberdar olduklarını bile sanmıyorum!

      Peki, bu olayla bugün Türkiye’de yaşadıklarımız arasında nasıl bir ilişki kurulabilir?

      ***

      Ne diyelim? Keşke “resmi mekânda başörtüsü” sorunu bizde de sadece bir gelenek sayılsaydı ve zamanla da tarihe karışmış olsaydı!    

     Ama öyle olmadı.

     Olmadı; çünkü bir kısım kadınlarımız -ya da onlar üzerinde vesayet kuranlar- için başörtüsü kutsal bir değerdi ve taşınması dini bir vecibe sayılıyordu. Bundan vazgeçemezlerdi; kavga ettiler ve sonunda da kazandılar!

      Aslında üç seçmenden sadece birini yanlarına alarak iktidar olmuşlardı ve “zafer”leri de şeklen bir “Pirüs Zaferi”ne benziyordu. Ama doğrusu taktikte hayli “usta” idiler; iktidar için her türlü aracı mubah görüyorlardı. Dayattılar ve bugünlere böyle geldik! 

     Ama biz de dileriz ki bu son “zafer”leri olur ve gelecek seçimlerle de artık herkesin rahatça nefes alabileceği bir döneme girilir!


11/08/2022

BİR KEŞİF: NÖROTANSİN; BÜYÜLÜ MOLEKÜL… 

Hepimizin iyi ve kötü anıları ile bunlara bağlı “heyecan”ları var; üstelik bunlar bazen aynı kaynaktan besleniyorlar.  Böyle koşullarda genellikle “gülü seven dikenine katlanır!” deriz; ama bunların yarattığı zıt duyguları birbirinden ayıran ögenin ne olduğunu da daha düne kadar bilmiyorduk. Oysa sonunda onu da buldular! Bu bir “molekül” imiş ve adını “Nörotansin” koydular! 

     ***

     Beyinlerimizdeki bu “molekül” güzel anılarımızla kötü anılarımız arasında bir ayraç işlevi yükleniyormuş! Ve onun sayesinde bizler de bazı “heyecan”ları “mutluluk”, bazılarını da “kaygı ve üzüntü” şeklinde yaşıyormuşuz!

    ***

     Elbette tıbda her deneyde olduğu gibi bu kez de kabak farelerin başına patladı ve -anlatıya göre- beyin hücrelerine bolca “nörotansin” zerk edilen  fare -alkışlar arasında- “bir füze gibi” havaya sıçramış! Tabii o anda ne “Yaratan”ı ne de “yaratılan”ı düşünen var ve bilim de böyle ilerliyor. İşte 20 Temmuz tarihli Nature dergisi bu sırrın nasıl çözüldüğünü anlatıyor ve Fransız Le Monde gazetesi de olanları  bir kimyager diliyle özetlemiş! (3 Ağustos 2022).  

      ***

    Daha önce birkaç “amino asit”ten oluşan ve beyindeki iletişimi hızlandıran bir alaşım bulunmuş ve buna “Dopamin” adı verilmişti. Oysa “Nörotansin” beyinde sadece “hızlandırıcı” değil, aynı zamanda “frenleyici” bir rol oynuyormuş ve bu niteliği ile de -ki asıl önemli olan husus bu- bazı ruhsal hastalıkları tedavide yeni bir çığır açacağa benziyor! Özellikle de tıp dilinde “addictive compulsive disorder” denilen ve bizde daha Osmanlı döneminde “inhirafı mizaç” (mizaç bozukluğu) adı verilen sosyal uyumsuzluklara karşı!. İşte ben de burada bu yeni gelişmeyi kendim gibi “alaylı”lara duyurmak istedim…

     “Nörotansin” gerçekten de müthiş bir buluş! İnsanlık adına teşekkürler Northwestern Üniversitesi; teşekkürler bu bilgileri veren araştırıcı THao Li! Sayenizde genç nesiller bu konuda geleceğe artık daha büyük bir umutla  bakabilecekler.


07/08/2022

5 YIL ÖNCE, YENİKAPI’DA…

Bugün bir yıldönümü. Altı yıl önce İstanbul’da büyük bir miting yapılmıştı ve ben de bu vesileyle aşağıdaki yorumu paylaşmıştım. Sanırım bu anlatı bugünlerin habercisi bazı öğeler içeriyor. Bu nedenle onu bugün de paylaşmanın ilginç olabileceğini düşündüm. 

     O gün şunları yazmıştım:

    “Her şey başından belliydi ve her şey de beklenene uygun cereyan etti. 7 Ağustos (2016) günü, Yenikapı’da, bir “demokrasi mitingi”nden çok CHP ve MHP destekli bir AKP mitingi izledik: Tilavet ve Diyanet dualarıyla, Rabia’sıyla, şiirleriyle, idam cezası çağrısıyla ve de devleti yeniden yapılandırma vaatleriyle tam bir AKP mitingi!. Star her AKP mitinginde olduğu gibi yine REİS’ti; fakat fanları kibarlık edip “Genel Müdür”ü de el ucuyla alkışladılar. O da doğrusu çok yürekli davrandı. 

     Yürekli ve dikkatli!.. Konuşmasında ünlü ‘Manifesto’sunun maddelerini burada da okumaktan çekinmedi; ama bir ihtiyatsızlık yapıp bunları “Kabul edenler? Etmeyenler?” diye oylamaya sunmadı. Ne de olsa hasım sahada oynuyorsunuz! 

     Her neyse, “Demokrasi”miz elbirliğiyle ilerliyor.. Dar zamanlarında Reis’in yardımına hep Bahçeli koşacak değil ya!”.

     ***

     NOT: Bugün bu yoruma şunları eklemek isterim. Darbe girişimini kınayan bu miting elbette özünde haklı ve yerindeydi; fakat keşke CHP ayrı bir miting düzenleyip de Tayyip Bey’in “önelenebilir yükseliş”ine katkıda bulunmasaydı. Ama  yine de bu hatırlatma  asla Kemal Bey’in bugünkü tutarlı, özverili ve yürekli nuhalefetine  gölge düşürücü yönde okunmamalıdır.


25/07/2022

TAYYİP BEY, “TAHIL ZAFERİ” ve GERÇEKLER…

Rusya-Ukrayna Savaşı yüzünden ticaret yolu kapanmış, dünya büyük bir tahıl kıtlığı tehlikesi ile karşı karşıya kalmıştı. Ve bağlantının yeniden sağlanmasında da Türkiye özel bir konumda bulunuyordu. Bu durumda Cumhurbaşkanı Erdoğan gerekeni yaptı ve Ukrayna ile Rusya’nın tahıl ürünlerinin Karadeniz üzerinden dünya pazarlarına taşınmasına olanak sağlayan anlaşma imzalandı.

     Şimdi herkes memnun; “tarihi bir başarı”dan söz ediliyor; Tayyip Bey’den hiç hoşlanmadığını açıkça belli eden Biden bile anlaşmayı ‘memnuniyetle’ karşıladığını ifade etti. 

      ***

     Ama yine de arada çatlak sesler de çıkıyor. Örneğin Birleşik Krallığın ünlü The Economist dergisi olayı bir “cambazlık” olarak nitelemiş ve ironik bir dille şunları yazıyor: “R. T. Erdoğan jeopolitik cambazlıktan (tightrope) hoşlanıyor. Haziran sonlarında Madrid’deki NATO zirvesinde batılı demokrasi liderleriyle ahbaplık etti; üç hafta sonra Tahran’daki otokrasi zirvesinde Rusya ve İran başkanlarıyla dostça konuşmalar yaptı; şimdi de aç dünyaya hububatını ihraç edebilsin diye Ukrayna limanlarının açılmasıyla ilgili görüşmeler yaparak dengeleyici bir adımla dikkate değer bir başarı arıyor!” (21 Temmuz 2022).

      ***

      Derginin analizi böyle; ama ne var ki yandaş yazarlar da gayet dikkatliler; gözlerinden bir şey kaçmıyor. Nitekim bir Beştepe danışmanı hemen yanıtı yapıştırmış: “Ne kadar hatalı bir değerlendirme!”.   

     Burhanettin Duran Bey’e göre güveni bu şekilde sağlamak aslında hiç de “bir tesadüf ya da diplomatik cambazlık” sayılamaz. Başarı, “Erdoğan’ın dünyanın çok kutupluluğa geçtiği bir dönemde hızlanan büyük güç rekabetine cevaben yürüttüğü diplomasinin sonucudur”! 

     ***

     Belki de öyle? Belki de Duran Bey haklı? Ama nedense bunu bir türlü başkalarına anlatamıyoruz. Üstelik onlar da galiba anlamak istemiyorlar.  Öyle görünüyor ki dertleri başka; Türkiye’ye çok daha önemli itirazları var!

     Örneğin neler?

     Bakınız aynı dergi bunları nasıl anlatmış: “Enflasyon her yerde kötüdür; fakat Türkiye’de özellikle sıkıntılı! Çoğu seçmen Erdoğan’ı enflasyon için eleştiriyor gibi görünüyor. Gelecek Haziran’da yapılacak seçimlerle ilgili kamuoyu yoklamalarında kendisi de partisi de yerlerde sürünüyor. Büyük korku da Erdoğan’nın iktidara yapışmak için -örneğin sıkıyönetim ilanı ve muhalifleri hapse atmak gibi- kötü yollara sapması”. 

      ***

     Vahim iddialar! Üstelik, katılalım ya da katılmayalım, dış dünyada çok yaygın görüşler! Unutmayalım, “dış imaj”ımız aslında “dış gerçek”imizi oluşturuyor ve karşımızda asıl bizde tartışılması gereken karanlık bir tablo bulunuyor! Bu yüzden Duran Bey’in de aslında bu konuyu ele alması ve bu noktada -yalan yanlış da olsa- yurttaşların yüreğine su serpici bazı şeyler söylemesi gerekmez miydi?  

      Ama ne gezer! Artık onun buna ne şevki ne de mecali kalmış görünüyor! Oysa o hala güneşi balçıkla sıvamaya çalışıyor ve umutlar da “Altılı Masa”ya çevrilmiş benziyor! 

     Dileriz Cumhuriyet’in 100. Yıldönümüne yaklaşırken “Altılı Masa”, “Altılı Ganyan”a dönüşür; üstelik bu “karanlıktan aydınlığa” geçiş kimse “yanmadan” gerçekleşir ve bizler de böylece rahat bir nefes alırız!


15/07/2022

15 TEMMUZ…

Bugün 15 Temmuz; bir darbe girişiminin altıncı yıldönümü; gazetelerde çok sayıda bu kanlı olayı yorumlayan yazılar çıktı. O gece halkla Erdoğan arasında ilk ilişkiyi sağlayan Hande Fırat da bugünkü yazısında o günleri hatırlamış, “ben o gece ölümü göze alarak yola çıkmıştım” diyor. Helal olsun bu sadık ve yürekli gazeteciye! Gerçekten de korkularla geçen, kabus dolu bir geceydi!  Bu nedenle de 15 Temmuz her yıl ibretle anılmalı.

   Ama yine de sorgulanması gereken bir nokta var: Bu konudaki tüm yorumlar bir hususta birleşiyor ve darbe girişimi günümüzde “ittifakla” Gülencilere mal ediliyor. Üstelik yaygın bir görüşe göre, “ittifak”, darbe girişimiyle eş zamanlı oluşmuş ve toplu tutuklamalar da hemen başlamıştı! 

      ***

     Oysa o tarihte kamuoyunda farklı görüşler vardı ve darbe girişimini izleyen günlerde ben de toplu tasfiyeler konusunda şunları yazmıştım: “Aslında MİT’in bile haberdar olmadığı bir gizlilik içinde yürütülmüş bir darbe girişimiyle, derhal göz altına alınan ya da işten el çektirilen binlerce hukukçunun ne ilgisi olabilirdi? Anlaşılan tasfiyeler darbe girişiminden çok daha önce hazırlanmış ‘liste’lere göre yürütülüyordu”. (BirGün, 19 Temmuz 2016).

     ***

     İyi de bu listeler neye göre hazırlanmış olabilirdi?

     Dava bir “FETÖ davası” idi; listeler de mantıken “FETÖ” kriterlerine göre hazırlanmıştı. Ne var ki yargılamalar sırasında bu “mantığa” hiç uymayan savunmalar da yapılıyordu. Örneğin “baş sanık” olarak yargılanan Hava Kuvvetleri Komutanı Akın Öztürk, “Fetöcülük” suçlamalarını şiddetle reddediyor ve yargıçlara şunu söylüyordu “Yarım asra yaklaşan askeri bilgi ve tecrübemi, komutanların ve devletin verdiği emekleri, Cumhuriyetin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’e ‘Deccal’ diyecek kadar hainliğe ulaşan 3-4 imamın kuIlanımına verecek bir kişi değilim”. 

     Bir orgeneralin ağzından çıkan, dikkatle söylenmiş sözlerdi bunlar; ne var ki hakkında “Fetö’cü” hükmü verilmişti; kendisini dinleyen olmadı. Ve böylece darbe “Fetö”ye mal edildi; Öztürk Paşa müebbet hapse mahkûm oldu, fakat bu arada bazı gerçekler de ortaya çıktı. 

     ***

     Anlatılanlara göre olaylar şöyle gelişmişti: Hava Kuvvetleri “emir ve komuta zinciri” içinde bir darbe tasarlamış ve diğer kuvvet komutanlarını da iş birliğine zorlamıştı. Hatta işi sağlama bağlamak için bunları başlangıçta rehin almış, üstelik kendilerine cebir de uygulamıştı. Nitekim izleyen günlerde basında “saatlerce rehin alınan Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar’ın boynundaki ip izi dikkat çekti” diyen yazılar da çıktı. (Oda TV, 17 Temmuz 2016). 

     ***

     Peki, Akar Paşa’nın kendisi bu konuda ne söylüyordu?

Akar Paşa sadece “darbecileri ‘ulan manyaklık yapmayın!’ diye kovduğunu” söylüyor; fakat ayrıntıya girmiyor, “susma hakkı”nı kullanıyordu. Mevcut hukuka sadık kalmış, Tayyip Bey’in bakanı olmayı, darbenin “Cemal Gürsel”i olmaya yeğlemişti. 

       Böylece darbe önlenmiş, çok da iyi olmuştu; ama bu kanlı girişimden -darbeciler kadar olmasa bile- burunlarının ucundaki darbe hazırlıklarını göremeyen yöneticiler de sorumluydu. Ama onlar “bayram” yapıyor, Erdoğan da darbe girişimini “Allah’ın lütfu” olarak kutluyordu. 

     ***

     Aslında haksız da sayılmazdı; çünkü her başarısız darbeyi bir karşı-darbe izler ve bu bağlamda başarısız 15 Temmuz girişimi de Erdoğan’a “başkanlık sistemi”ni gerçekleştirme olanağı sağladı. Üstelik kotarılan yapı, anayasa kuramcılarının anlattığı “kuvvetler ayrımı” ilkesine dayanan “başkanlık sistemi”ne de hiç benzemiyordu. Ortaya Tayyip Bey’in düşlerine uygun, tüm güçlerin tek elde toplandığı bir sistem çıkmıştı! İşte bizde “tek adam yönetimi” de böyle başladı. 

     ***

     Görebildiğim kadarıyla, bugün “bayram” olarak kutlanan 15 Temmuz’da, altı yıl önce yaşananlar bunlardı. Artık göremediklerimi yazmak ve bu anlatıdaki olası yanlışları düzeltmek de olayları içerden yaşayanlara, ya da daha dikkatli araştırıcılara düşüyor!


13/07/2022

KÜRESEL KRİZ KAPIDA (MI?) 

Adı Joachim Fels. Kendisi bir Alman; Kaliforniya’da yaşıyor ve aynı eyaletteki karargahından Pimco adlı fonu yönetiyor. Oysa bugünlerde çok karamsar; adeta felaket tellallığı yapıyor.

     Pimco (Pacific Investment Management Company) iki trilyon dolarlık bir şirket; dünyanın en büyük tahvil yatırım fonu! Oysa elli yıl önce işe gayet mütevazi rakamlarla başlamış. 

    Öyküsü şöyle: 1971 yılında 12 milyon dolarlık bir yatırımla kuruluyor; koşullar elverişli, fırsatlar birbirini kovalıyor ve Fon  katlanarak büyüyor! Sonunda da Amerika, Avrupa ve Asya’da 22 şubeye ve 3000’den fazla çalışana sahip bir dev ortaya çıkıyor!

   Ne var ki son yıllarda işler bozuluyor; J. Fels de umutsuzluğa kapılarak “resesyon kapıda!” diyor ve bir gazeteciye içini döküyor. (Le Monde, 10 Temmuz 2022).  Gelin ona biraz kulak verelim; ne de olsa aynı gemideyiz, kriz hepimizi ilgilendiriyor!

    ***

     “Her yönde küreselleşme dönemi sona erdi” diyor Fels ve herkesi uyarıyor: bu yılın başlarında ABD ve Euro bölgesinde sıfıra yakın olan faizler, şimdi %1,5 ile % 1,75 arasında ve % 8,6’ya varan enflasyon da merkez bankalarının % 2 hedefinden çok uzak bir noktada! Bu durum da kendilerine “para politikasını katılaştırmak”tan başka bir seçenek bırakmıyor. 

     Yani? 

     Yani bu koşullarda çeşitli ülkelere dağılmış düşük verimli fabrikalar ya sökülerek anayurtlarına dönmeli ya da en azından müttefik ülkelere yerleştirilmeli! İşte size “kalkınmakta” olan ülkeleri hayli üzecek, talihsiz bir karar; çünkü kaybedecek olan onlar!

    ***

    Peki, bu kısır döngüden kimler sorumlu?

    Fels’in ona da yanıtı var: FED Başkanı Jerome Powell ve Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’i işaret ediyor Pimco CEO’su! Amerika’da GSYH ilk üç ayda negatife dönüşmüştü; ikinci üç aylık dilimde de öyle olacağı anlaşılıyor! Euro bölgesinde ise gelir artışı ilk üç ayda çok az (% 0,6) da olsa pozitif çıktı; ama iktisadi gerileme (recession) de yolda! 

    ***

    Fels, “manzarayı umumiye”yi şöyle anlatıyor: “Parçalanmakta olan bir dünyada yaşıyoruz. Beş altı yıldan beri ABD ile Çin arasında bir soğuk savaş vardı; 24 Şubat’ta Rusya’nın Ukrayna’yı işgale başlamasıyla  buna bir de ‘sıcak savaş’ eklendi. Bununla aynı zamanda -ve kısmen de bu “parçalanma”nın sonucu olarak- iktisadi döngü (business cycle)  aralıkları kısılmaya, iniş-çıkışlar hızlanmaya başladı. Bütün bunlar belirsizlik ve şok olasılıklarını artırıyor”. 

      Yazı “bu kış zor geçeceğe benziyor” uyarısıyla bitiyor.

     ***

     Bütün bunları okurken ben biraz da bizdeki havayı düşündüm ve köşe yazarlarımız arasında bir ufuk turu yaptım. Okuduklarım aslında beklentilerime uygundu; bizde de hayli karamsar bir hava esiyordu. Ne var ki (zorlama?) iyimserler de vardı ve Sabah gazetesinde ülkemizin “cari sorunlarına rağmen küresel huzur endeksinde makul bir ortalamada konuşlandığını” vurgulayan satırlar yüreklere su serpiyordu! Üstelik yazar ihtiyatı da elden bırakmamış ve “Sen işini kış tut, yaz çıkarsa bahtına!” demişti!!

      Daha ne desin? O gerekeni ustalıkla söylemiş ve şu zorlu günlerde galiba bizlere de “bahtımız açık olsun!” demekten başka bir yol kalmıyor?


10/07/2022 / Bir Gün Gazetesi Pazar eki

“KAHT-I RİCAL”, DİN ve DEVRİMCİ EMOKRASİ 

19. yüzyılda Osmanlı Devleti çöküş sancıları içinde bocalarken, dönemin “âkil adamları” da bu çöküşün nedenleri üzerinde düşünüyorlardı. Nasıl olmuş da koskoca imparatorluk bu hallere düşmüştü?

     Ortada farklı yorumlar vardı. Bunlardan biri de “kaht-ı ricâl” idi; yani çöküşe “devlet adamı kıtlığı” neden olmuştu. Ve bu “kıtlık”, başta Namık Kemal olmak üzere Yeni Osmanlılar’ın da başlıca şikâyet konuları arasındaydı. Üstelik izleyen dönemde bu şikâyetler giderek arttı. Öyle ki Meşrutiyet yıllarında önde gelen fikir adamlarından Şehbenderzade Ahmet Hilmi Efendi daha da geniş bir kitlenin duygularına tercüman olacak ve “bütün âlem-i İslâm’ın yalnız bir derdi var: kaht-ı ricâl!” diyecekti. 

     ***

    Şehbenderzade haklıydı; ama “kaht-ı rical” kavramı da tek başına açıklayıcı bir kavram değildi. Yokluğundan şikâyet etmeden önce, “rical”i yaratan nitelikleri de belirlemek gerekiyordu. Unutmayalım ki “rical kıtlığı”ndan söz edilen 19. yüzyıl, “büyük” sıfatı ile anılan Reşit Paşa başta olmak üzere Ali Paşa, Fuat Paşa, Mithat Paşa gibi usta siyasetçiler de çıkarmıştı. Buna rağmen bu ülkede sık sık “kaht-ı rical”den söz edilmesinin nedeni ne olabilirdi? Yoksa bu isimler de “kâzip (sahte) şöhretler” arasında mıydı?

     ***

     Aslında tarihi gelişmeleri “önder”lerle, “büyük adam”larla açıklamaya çalışmak doğru bir yöntem değildir.  İnsanlar, tarihlerini elbette kendileri yaparlar; fakat bunu “keyfi isteklerine göre değil, verili koşullara göre yaparlar” (Marx). Zaten tarihçilerin sık sık ön plana çıkardıkları “önder”leri de bu “verili koşullar” yaratır. Gerçek tarihçilik ise bu “maddi koşullar”ın analiziyle başlar. 

     ***

     Tarih farklı üretim biçimlerinin birbirini izlediği dönemlere ayrılır ve her dönem kendi beklentilerine uygun bir “yönetici zümresi” yaratır. Feodal çağda toplumlar “senyör” ve “serf”lerden oluşan iki sınıfa ayrılıyordu ve serfler senyörlere ait toprağın bir parçası sayılıyordu. Emeğin üretim araçlarından koparak, “emek gücü” şeklinde bir “meta” haline gelmesi ise toplumsal tarihteki en büyük devrime temel teşkil etti. Bu temelde filizlenen yeni üretim biçimi (kapitalizm) ise, öncekilerden farklı olarak “küresel” bir potansiyel taşıyordu. 

     Ne var ki bu potansiyelin somut gerçekliğe dönüşmesi “ulusallık” kılıfı altında kanlı sınıf kavgalarına -ve bu arada iki dünya savaşına- sahne olan üç yüzyıl kadar bir zaman aldı. Varılan noktada da yeryüzünde her türlü çıkar ilişkisinin “küreselleştiği” bir tablo karşımıza çıktı. 

   .***

    Bu uzun süreçte zincirin zayıf halkasını geçen yüzyılın 60’lı yılları teşkil etmiş ve o yıllarda gençlik hareketiyle tetiklenen sınıf kavgaları Mayıs-68’de doruğa ulaşmıştı. Ne var ki burjuvazinin ufak tefek ödünleriyle varılan “uzlaşma” kısa sürdü; ütopya yılları bitmiş, distopya yılları başlamıştı.

   Ne yazık ki sermayenin “zaferi” küresel nitelikteydi; artık tek bir ülkede “sosyalizm”in başarı olasılığı kalmamıştı. Sosyalist bir parti, şu ya da bu yolla bir ülkede iktidara gelse de artık uzun süre orada kalma şansı yoktu. Nitekim 1970 Kasım’ında, Şili’de halkın oylarıyla başkan seçilen Salvador Allende, üç yıl sonra General Pinochet’nin kanlı darbesi karşısında çaresiz kalıyordu.

    ***

    Aynı süreç bizde de 12 Mart ve 12 Eylül darbeleriyle yaşandı. Bu dönemlerde cuntacılar kendi dünyalarına özgü bir “Atatürkçülük” adına katı bir dikta uyguluyor, yükselen sola karşı en etkili silah olarak da kutsal inançları kullanıyordu. Anayasa’ya Evren Paşa’nın önerisiyle zorunlu din dersleri bu koşullarda sokuldu. Ve açılan gedikten de 20 yıl süren kısır çekişmelerden sonra, “minarelerimiz süngü, camilerimiz kışla!” sloganıyla Atatürk ve devrim düşmanları girecekti.

       ***

      Aradan yirmi yıl daha geçti ve vardığımız noktada artık bambaşka bir Türkiye resmi ile karşı karşıya bulunuyoruz. Bu yirmi yıllık dönemi sağlıklı bir şekilde değerlendirmek için de geçmişe eğiliyor ve dünden bugüne değil, bugünden düne bakıyoruz. Çünkü tarih-yazıcılığında doğru yöntem budur ve nasıl “Minerva baykuşu gün batarken havalanır”sa (Hegel), toplumsal yaşamda gerçekler de bir süreç tamamlanınca ortaya çıkar. Yani “dün”, “bugün”ün ışığıyla aydınlığa kavuşur!  

      ***

      Egemen tarih yazıcılığında geri kalmışlığımız çoğunlukla dini bağnazlıkla açıklanmıştır.  Üstelik tek parti döneminin son başbakanı Şemsettin Günaltay bu konuda daha nüanslı bir yorum yapmış ve “geri kalmamıza neden olan din değildir; bize öğretilen dindir!” demişti. İlahiyatçı bilgine göre “bize öğretilen İslam”, aslında “gerçek İslam” değildi; gerçeklerden kopmuş ve ilerlemeye engel hale gelmişti. Zaten ülkede “kaht-ı rical”i doğuran da bu kısır ve çağ dışı anlayış olmuştu.

     ***

     Bu elbette olumsuz bir gelişmeydi; fakat daha da kötüsü İmparatorluğun son döneminde ülkeden umudunu kesmiş bir de kuşak yetişmişti. Atatürk’ün ölümünü izleyen yıl Türk Tarih Kurumu’na gönderdiği mektupta, İsmet Paşa, o günlere işaretle “bir milletin en büyük kaybı, kendine itimadını kaybetmesidir”, diyordu; “Cumhuriyete kadar iki yüz seneye yakındır ki, bu memleketin okumuş geçinenle¬ri, kendi medeniyet kuvvetlerine inanmadan konuşmuşlar¬dı. Türklerin milli hayatını hararetten mahrum etmek iste¬yen bir yabancı edebiyatın zehirli telkini, en dikkatli olduğunu zanneden ilim muhitlerimizde bile yerleşmişti”. (Belleten, 1939, sayı 10).     

     ***

     Bu kötümser kuşak için parlak dönem bitmişti; gelecekte umut yoktu. Bilim de refah da geride kalmıştı ve tüm gerici hareketler de bu kaygı ve saplantı üzerinde filizlendiler. Nurcu, Ticani, Nakşibendi, Gülenci, Menzilci vb; adlar, şiarlar ve ayin tarzları değişiyordu; fakat hedef aynıydı: Laik cumhuriyeti yıkmak ve devrim düşmanı bir şeriat devleti kurmak! Bu akımın son ve en başarılı temsilcisi de “Batı medeniyeti dünyayı sanatıyla, kültürüyle, sinemasıyla, resmiyle, sporuyla, modern tabirle yumuşak güç unsurları denen içerik üretimiyle istila etmiştir” diyen R. T. Erdoğan oldu (27 Nisan 2022). Artık bu perspektifte “insanlığı kurtarmak” için gereği yapılacak ve bu duruma son verilecekti. 

     ***

     Aslında Erdoğan’ın söyledikleri “ulum-u İslamiye” değil de “çağdaş bilim” anlayışıyla okunursa karşımıza tam bir orta çağ özlemi çıkıyordu ve bu da sosyolojik planda olanaksızdı. Nitekim zaman zaman bunu kendisi de anlayacak ve zorda kaldıkça “fiilen iktidarda olsa da fikren iktidarda olamamak”tan şikâyet edecekti!

    ***

    Görüldüğü gibi şikâyetler geneldi; nihayet hepimiz aynı gemideydik ve hep birlikte fırtınaya tutulmuştuk. Felakete de hep birlikte sürükleniyorduk.

     Kuşkusuz devlet gemisinde bilgi ve görgü açısından “Kaptan”dan çok daha ilerde olan “tayfalar” da vardı. Ne var ki onlar da bugüne kadar sergiledikleri uyuşuk ve işbirlikçi tutum yüzünden kendi kamplarında bile güvenilirliği yitirmişlerdi. 

    Artık belliydi; AKP iktidarının “amok koşusu” sona yaklaşıyordu ve bu da özgürlük, eşitlik ve adalet yürüyüşünün toplumcu, demokratik ve laik aydınların öncülüğünde tekrar hız kazandığının şaşmaz bir işaretiydi.


30/06/2022

JOE BİDEN, R. T. ERDOĞAN ve “GÖRÜNÜŞ”…

Devlet Başkanımız ile bir ABD Başkanı arasındaki görüşme bu ülkede her zaman önemli bir olay olmuştur. Oysa RTE başkanlığında bu görüşme çok daha önemli bir hale geldi. Sanırım bunun da gayet anlaşılır nedenleri var.

    Hatırlayalım: daha yirmi yıl önce, partisi seçimleri kazandığı halde kendisi yasaklı olduğu için meclise giremeyen Tayyip Bey, ABD’ye giderek, Başkan Bush ile görüşmüş, adeta “icazet” almıştı. 10 Aralık 2002’de, Beyaz Saray’da, George H. W. Bush’a “dost ve müttefik ABD`de bulunmaktan mutlu olduğunu” söylüyor ve “çağdaşlaşma projemizin en önemli modernizasyon unsuru” olan AB`ye giriş konusunda verilen desteğe teşekkür ediyordu.

      ***

     Aslında Tayyip Bey’in bu sözlere hiç de inandığı yoktu. Kendisi Necip Fazıl’ın “Büyük Doğu” hareketinden geliyordu ve de inançlarında hiçbir değişiklik olmamıştı. Nitekim “minarelerimiz(in) süngü, camilerimiz(in) kışla” olacağını vaat eden ve mahkumiyetine neden olan dizeleri iktidar yıllarında da defalarca okuyacaktı. 

     ***

     Ne var ki yine de başlangıçta ihtiyatlı olmak, bazı çizgileri aşmamak gerekiyordu.   Ona göre “Kemalist”lerde her türlü oyun vardı ve bunları bozmak için de mutlaka Washington’un desteği lazımdı. 

      Böylece “gömlek değiştirdik” aldatmacası Bush döneminde olduğu gibi Clinton ve Obama dönemlerinde de kuşkuları giderdi ve arada patlak veren krizler de -bazen güçlükle de olsa- sonunda atlatıldı. Üstelik ABD’de 2017 başlarında Başkanlık koltuğuna “insan hakları” konusunda duyarsız, kaba ve buyurgan bir politikacının oturması Çankaya’da büyük bir memnuniyet uyandırmıştı. Öyle ki Tayyip Bey, Trump’a yolladığı kutlama mesajına bir de ülkemizi ziyaret davetiyesi eklemeyi ihmal etmedi.

     ***

    Davete teşekkür edildi; ne var ki Başkan Trump çok meşguldü; Tayyip Bey’e gelemeyeceğini söylüyor ve yerine de CİA Başkanı’nı yolluyordu. 

   Öneri garipti; protokol kurallarına uymuyordu; ama yine de Cumhurbaşkanımız “o benim muhatabım değildir!” demedi; Mike Pompeo’yu kabul etti ve onunla uzun uzun görüştü.

    Neler görüştüğünü ve CİA Başkanı’nın Trump’a nasıl bir rapor sunduğunu elbette bilmiyoruz. Ama eksik olmasın, Donald Trump bu arada Tayip Bey’le ilişkilerinin niteliği hakkında bazı ipuçları vermekten de geri kalmıyordu. Zaten kısa bir süre sonra da Türkiye’de teröre destek gerekçesiyle tutuklanmış olan rahibi için, “Brunson’u ver; yoksa ekonomini mahvederim!” diyecek ve hemen de rahibini alacaktı! Ama ne yazık ki uzun yıllar “Johnson Mektubu”nu dillerine dolamış olan yandaş kalemler nedense bu çok daha ağır hakaret karşısında susup oturdular!

    ***

   Neyse ki ABD’de Trump dönemi uzun sürmedi; dört yıl sonra o gidiyor; yerine Joe Biden geliyordu. Tüm demokratlar ihtiyatlı bir sevinç içindeydi ve bu sevinci çok farklı nedenlerle Tayyip Bey de paylaşır görünüyordu. Ne de olsa Biden’la daha başkan yardımcılığı sırasında tanışmış, dostluk kurmuşlardı; sorun yoktu!

     Ama belki de vardı? Belki de Biden daha ilk tanışmalarında Tayyip Bey’in kendisinden o sırada ABD’de para aklamakla suçlanan Rıza Zarrab’a destek istediğini unutmamıştı? 

    Nitekim ilk işaretler de bu yönde oldu ve izleyen yıllarda Biden’ın Tayyip Bey’e hiç de sempati duymadığı ortaya çıktı. Hatta günü geldi, Biden, Tayyip Bey’in demokratik yollarla iktidardan düşürülmesi dileğini bile açıkça ilan etti. İşte ben de dün Madrid’de Tayyip Bey ile Biden’ın kucaklaşma sahnelerini gösteren fotoğraflara bakarken bunları düşünüyordum.

     Acaba değişen kimdi?

    ***

     Bana kalırsa hiçbiri! 

     Daha ilk cümlede söylemiştim, bizde Devlet Başkanımız ile bir ABD Başkanı arasındaki görüşme her zaman çok önemli bir olaydır. Konuşmalar hep “verimli ve başarılı” geçer ve araya ihtilaflar, gerginlikler girse de bunlar gizlenir; “görüntü”lere yansımaz! Çünkü bu ülke genellikle “görüntü”lerle yönetilir; üstelik bu olgu son yıllarda daha da büyük bir ivme kazanmıştır.

    O halde?

   O halde bizlere de düşen hep dikkatli olmak ve atalarımızın ikazına uyarak asla “görünüşe aldanmamak”tır! Öyle görünüyor ki akla karayı seçmenin giderek zorlaştığı bu yalan dünyada elimizde kalan en önemli silah da bu olabilir!


28/06/2022

MAHMUT EFENDİ’NİN ARDINDAN…

İsmailağa cemaati lideri Mahmut Ustaosmanoğlu 93 yaşında hayata veda etti ve cenazesi büyük bir kalabalık tarafından kaldırıldı.     

     Cemaatten yapılan açıklamada “Mahmut Efendi Hazretlerimizin hanımların cenazelere katılmalarına razı olmadığı kesin olarak bilinen bir husustur” deniyor ve tarikat liderinin cenazesine “kadınların katılmaması” isteniyordu. Onlar da buna uydu ve törene katılmadılar! Üstelik sadece kadınlar değil, CHP lideri ve parti ileri gelenleri de katılmadı! Hatta Kemal Bey bir “taziye mesajı” yayınlamaya bile gerek görmedi. 

     ***

     Ne var ki bazı “katılımcı demokrat”larımız bu durumdan hiç de hoşnut kalmadı ve hemen şikayete başladılar. “Milyonlarca vatandaşımızın gönlünde taht kuran bir âlim ve manevi lider vefat ediyor”, diyor bir Sözcü yazarı, “nedense Kemal Bey bir satırlık taziye mesajını çok görüyor!”. 

     Üstelik yazar bununla da kalmıyor, Mahmut Efendi’yi ABD Büyükelçisinin eşi Cheryl Flake’e benzetiyor. Öyle ya, o da bir Mormon, yani bir tarikat mensubu değil mi? Yok efendim, 330 milyonluk bir ülkede sayıları beş milyonu aşmayan bir topluluk laiklik konusunda bir tehdit oluşturamazmış! “

    Gerçekten de  olacak şey mi?

          ***

    Yine de biraz düşünelim. Bana kalırsa, insanların yarısını yok sayan bu orta çağ “alim”i, hayatta iken, bu mealde bir mesaj atılsaydı, herhalde “bu adamlar beni hiç anlamamışlar!” diye yüzünü buruşturur, sonra da bu mesajı yırtıp atardı? Aslında on yaşında hafız olmuş, on altısında da “icazet” alarak “tebliğ”lere başlamış bir din adamı için bu açıklama “malumu ilam”dan öte ne anlam taşıyabilirdi? 

     Üstelik Mahmud Efendi böyle bir “misyon” için tüm iktidarı da arkasına almıştı. İstanbul Sözleşmesi’ni bir anda rafa kaldıran Tayyip Bey’in bu konularda ne kadar “hassas” olduğunu herkes bilmiyor mu? Daha dün, polisin Beyoğlu sokaklarında LGBT hakları için gösteri yapanları coplarla nasıl kovaladığına tanık olmadık mı? 

     ***

     Sakın kimse “Batı” demesin; “Batılılaşma”dan söz etmesin; hele Papa François’nın LGBT hakları için bir Cizvit rahibine destek verdiğini hiç hatırlatmasın!  Tayyip Bey bu konularda çoktan halkımızın gözlerini açtı! Daha iki gün önce de “Batı kültürü ve hayat tarzı”nın nasıl “tüm dünyayı istila ettiğini” bizlere anlatmıyor muydu? 

     Ne dersiniz, yoksa tehlikenin farkına hala varamadık mı?

     ***

     Ayrıca şu da var. Sözcü yazarı makalesinde Kemal Bey’i eleştirmekle kalmamış, “ya İYİ Parti liderine ne demeli?” diye Meral Akşener’e de haddini bildirmiş! Baksanıza Meral Hanım da kalkmış, “Altılı Masa”da Kemal Bey’le birlikte olup Temel ve Ahmet Beylerin karşısında yer almış! Olacak şey mi?

     ***

     İşte Sözcü yazarı bunları söylüyor! Yazısına da “Ölen, patrik olsaydı?” diye başlık atmış! 

    Güzel bir soru! Ama öyle anlaşılıyor ki yanıtı da herkes biliyor! Satırların arasından şunları okur gibiyiz: eğer “ölen patrik olsaydı?”  Türkler mutlaka çok üzüleceklerdi! Kim bilir, belki de bayraklar yarıya indirilecek, üç günlük de yas ilan edilecekti! 

     Olur mu? Olur! Bizler de bunları düşünerek Mahmut Efendi’nin hakkını vermeliydik! 

     ***

     İşte böyle! Bir zamanlar “laikçi” olmakla suçlanan bir gazeteden artık devrim düşmanı bir yobaz için hoşgörü dersleri almaya başladık. Artık bizler de bu noktada “ifrattan tefrite” deyip üzüleceğimizi mi, yoksa “zamanın ruhu” diye durumu kabulleneceğimizi düşünmek zorundayız!


26/06/2022

“KUKLA” MACRON, YAHUDİ KUKLACI ve ANTİSEMİTİZM

Fransa’da Avignon şehrinde, bir otoparkta duvara çizilmiş bir karikatür bulundu. Ressam, Başkan Macron’u bir kukla şeklinde çizmiş; danışmanı Jacques Attali de, elinde ipler, onu oynatıyor!

Şimdi Fransa bu olayı konuşuyor! Daha çok da Attali üzerinden, Macron değil! Çünkü Attali, Yahudi kökenli; ressam da onu daha çok Yahudi karikatürlerine özgü hatlarla çizmiş! 

    Olacak şey mi?

    Elbette değil; ama geçmişte de benzer şeyler yaşanmıştı. Örneğin yıllar önce Fransa’da ırkçı bir gazete genç devrimci Daniel Cohn-Bendit’i bir “Alman yahudisi” olarak sununca da tüm Fransa ayağa kalkmıştı. 

     Oysa bu kez koşullar çok farklı; olay da fazla büyütülmedi; yalnız ırkçı resmin hemen silinmesine karar verildi. 

     Çok da iyi yapıldı! 

     ***

     Ama olayda yine de bizlerin kolayca anlayamayacağı bir taraf var! Fransa’da bir resimde Devlet Başkanı kukla yapılmış, oynatılıyor; Fransızlar da  “acaba burada gerçek niyet ne?” diye tartışıyorlar! Bizim kısaca “(…) buzağı aramak” dediğimiz şeye de kalkmış “Kartezyen düşünce” adını koymuşlar! 

     Artık bu kadarı da biraz fazla değil mi?

     Belki de değil! Çünkü Fransızlar gerçekten de anlaşılması zor insanlar! Galiba biraz da bu yüzden bizde “Fransızlaşmak” deyimi “yabancılaşmak” anlamına gelmeye başladı!


23/06/2022

“HALI SERDİK YOLLARINA”…

Bugün Sözcü gazetesi Prens Selman’ın Ankara’da karşılanışını bu başlıkla veriyor! Törende ayrıca “21 pare de top atışı” yapılmış! Oysa aynı Selman dört yıl önce dünya kamuoyuna yine bu ülkede “Cemal Kaşıkçı’nın katili” olarak sunulmuştu ve herkes tarafından da lanetleniyordu! 

     ***

     Cemal Kaşıkçı bir “Müslüman Kardeşler” militanıydı ve İstanbul’u Arap muhaliflerin bir üssü haline getirmek istiyordu. O sıralarda Mısır askeri darbesinden kaçan binlerce Müslüman Kardeşler militanı İstanbul’a yerleşmişti. Bir sürü muhalif TV kanalı Türkiye’den yayın yapıyordu ve üye sayısı 800’ü bulan Arap Medya Derneği de İstanbul’u merkez seçmişti. Dernek üyelerinden biri, Kaşıkçı’nın derneğin danışmanları arasında olduğunu söylemişti. (AP; Sarah el Deeb, 21 Ekim 2018). Vahşi bir şekilde öldürülmesinin nedeni de bu oldu.

    ***

    Peki, bu cinayet Türkiye’de nasıl karşılanmıştı?

    O günlerdeki bir yazımda bunu şöyle anlatmıştım: “AKP iktidarı bu cinayet karşısında aslında iki yönlü bir politika izledi. Erdoğan ve bakanlar başlangıçtan itibaren ihtiyatlı bir dil benimserken, AKP medyası her gün dünyaya yeni bir haber sunuyor, Batı medyasının “damla damla sızıntı stratejisi” dediği bir tutumla olayı aydınlatıyordu. Bu yöntem başarılı da oldu ve sonunda Suudi yetkililer cinayetin planlı olduğunu ve cesedin parçalara ayrılarak yok edildiğini kabul etmek zorunda kaldılar.

     ”Yine de siyasal açıdan en önemli nokta hala karanlıktaydı. Cinayet emrini kim vermişti? Kamuoyuna sunulan bilgilere göre bu konuda kuşkuya yer yoktu; emir, Selman’dan gelmişti; bu ülkede Prens’in bilgisi ve onayı dışında hiçbir şey yapılamazdı. Oysa Erdoğan isim vermiyor ve bu arada da Suud Kralı ile görüşmeler yapıyordu. Hatta bir kez Prens Selman’la da -içeriği açıklanmayan- bir konuşma yaptı. Taktik belliydi: Dost Suudi Arabistan ve saygın Kral ayrılıyor, oklar Prens Selman’a çevriliyordu”. (BirGün, 25 Kasım 2018). 

     ***

     Kısaca Muhammed bin Selman’ı “damla damla sızıntılarla” dünya kamuoyuna bir “katil” olarak tanıtan Türkiye oldu. Bu da doğaldı; o günkü koşulların Tayyip Bey’e sunduğu en cazip “fırsat” buydu.

     Oysa aradan dört yıl geçti; koşullar değişti; dünkü “katil”, bugün “kahraman” oldu ve yoluna da “halılar seriliyor”. Bunda da şaşılacak bir şey yok; güncel koşulların bugünlerde Tayyip Bey’e sunduğu “oportünite”  bu ve Tayyip Bey’in nasıl bir “oportünizm ustası” olduğunu da artık cümle alem biliyor!


18/06/2022

TACİZ, SİYASETÇİ ve GAZETECİ…

Alkışlar Bahçeli’ye! Ülkücü Başkan atik davranmış, partisinin Diyarbakır İl Başkanlığını lağvetmiş! İsabetli bir timing! Nitekim bu karardan daha 24 saat geçmeden MHP İl Başkanı Cihan Kayaalp ve ona yakın bazı kişiler gözaltına alınıyor; sonra da tutuklanıyor!

     Neden?

     Çünkü ortada Kayaalp’in “cinsel istimar”da bulunduğuna dair güçlü işaretler varmış! Ve gereği de yapılmış! “MHP lideri Devlet Bahçeli’nin bu yürekli ve kararlı tutumunu ayakta alkışlıyorum. Bravo Devlet Bey. Bravo MHP” diyor gazeteci Nagehan Alçı! 

     Geçekten de “yürekli” ve “kararlı” bir tutum! Demek ki Emniyet böyle “taciz” vakalarını hala önleyemese de artık hiç olmazsa failleri yakalayabiliyormuş! Nitekim Nagehan Hanım MHP Genel Başkan Yardımcısı Semih Yalçın’la konuşmuş ve ondan da ferahlatıcı şeyler duymuş! Artık “Kol kırılır, yen içinde!” anlayışı geride kalmış; sıfır tolerans! Ne güzel!

     Ama yine de burası Diyarbakır; sorunları hiç de bununla bitmiyor! Nitekim daha iki gün önce de on altı gazeteci tutuklandı.

     Peki, onların suçu neymiş? Silahlı şekilde, terör hazırlıkları içinde mı yakalanmışlar? 

     Hayır öyle bir şey yok! Kurduğu gazeteciler derneği (DFG) adına açıklama yapan Dicle Fırat şunları söylüyor: “Daha bir iki gün önce, İçişleri Bakanı ısmarlama operasyonların nasıl olması gerektiğini TV programlarında açıklıyordu. Özgür basına dönük bu operasyonun da kimlerin ısmarlama operasyonu olduğunu biliyoruz”.

     Katılırsınız ya da katılmazsınız; ama şurası bir gerçek: “Demokrasi” olduğunu iddia eden bir ülkede tek bir gazetecinin tutuklanması bile çok önemli bir haberdir; on altı gazetecinin tutuklanmasının sıradan bir haber gibi verildiği ülkeler ise asla bu sıfata layık değildir!



16/06/2022

HULUSİ BEY’İ TANIMAK…

“Türkiye askeri vesayeti tam manasıyla geride bırakmış görünüyor. TSK, sivil siyasetin emrinde ve görev sınırları içinde davranmayı özümsemiş durumda”.

     Böyle diyor Kübra Hanım bugünkü yazısında! (HaberTürk, 16 Haziran 2022). Oysa asker baskısından kurtulan “sivil siyaset”in, bu kez de tek bir şahsın “emrine” girdiğini mutlaka iyi biliyor! Üstelik bu “şahıs”ın,  TSK’nın şimdiye kadar kendisini hep “koruyucusu” saydığı “devrim ilkeleri”ne açıkça düşman olduğunu da! Ama haksızlık etmeyelim; kendisi hiç de sıradan bir “yandaş” sayılmaz; zaman zaman zülfüyâra dokunan yazılardan da çekinmiyor. 

     Ne var ki böyle bir üslubu nedense burada uygun bulmamış? 

     ***

     Dahası var. Kübra Par Hulusi Akar’la görüşmeye giderken, 20’li yaşlarında “Boğaziçi Üniversitesi’nin özgürlükçü atmosferinde, askeri vesayet tartışmalarının yapıldığı, vicdani retçiliğin temel hak olarak görüldüğü, Çözüm Süreci’nin yarattığı havayla Kürtlerin özerklik talebinin dahi yadırganmadığı liberal bir atmosferde geçtiğini” de anımsamış. Ne kadar da hüzünlü ve aldatıcı bir nostalji!? Oysa Boğaziçi aynı Boğaziçi! Gençler aynı gençler! Kavga aynı kavga! 

     Peki, değişen ne? 

     Değişen galiba Kübra Hanım ve binlerce benzeri! Keşke bunlar biraz da bu değişikliğin nedenleri üzerinde düşünebilselerdi! Üstelik Boğaziçi Kampüsü’nde “yuh” çekerek dans eden öğrenciler bu konuda kendilerine çok da iyi bir ilham kaynağı olabilirdi!

     “Meğer Hulusi Akar’ı pek tanımıyormuşuz?” diyor Kübra Hanım. Yazının başlığı böyle! “Dışarıdan sert bir profil çizen” Hulusi Bey meğerse aslında ne kadar “hoşsohbet ve sıcak bir kişilik” imiş! 

     ***

     Oysa böyle genellemelerden mutlaka kaçınmak lazım. Örneğin Akar’ın -kimlerin ve hangi koşullarda olduğunu belirtmeksizin-  “etkisiz hale getirilenler”le ilgili açıklamaları kuşku yok ki kimi kulaklara hiç de “hoşsohbet ve sıcak” gelmiyordur? Bu bakımdan, yazar, “meğer Akar’ı tanımıyormuşuz” yerine, “tanımıyormuşum” deseydi, acaba çok daha yerinde olmaz mıydı? 

     Mutlaka olurdu! Çünkü Hulusi Bey’i tanıyanlar tanıyor; hepsi de değişik pencerelerden tanıyor ve onların bu konuda Kübra Hanım’dan öğrenebilecekleri pek de bir şey  bulunmuyor! Ama yine de Hulusi Bey’i tartışma konusu yaptığı için  kendisine teşekkür borçluyuz!


15/06/2022

İSTANBUL SÖZLEŞMESİ DANIŞTAY’DA…

17 Şubat, 2015;  Recep Tayyip Erdoğan, Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nda muhtarlara sesleniyor: 

“Ben kalkıyorum kadının Allah’ın erkeklere bir emaneti olduğunu söylüyorum. Bu feministler filan var ya, ‘Ne demek’ diyor, ‘Kadın emanetmiş, bu hakarettir’ diyor. Ya senin bizim dinimizle medeniyetimizle ilgin yok ki. Biz sevgililer sevgilisinin hitabına bakıyoruz. ‘Allah’ın bir emanetidir. O emanete sahip çıkın’ diyor. Ve onu incitmeyin diyor. Aslında bunların her işi böyle”.  

     Yeni Akit,19 Mar 2021; Abdurrahman Dilipak: “İstanbul Sözleşmesi Allah’a karşı, Resulüne karşı bir Komplodur!”. 

     Yeni Şafak; 21 Mart 2021, Yusuf Kaplan: “Türkiye, İstanbul Sözleşmesi’ni çöpe gönderdi, nihayet!”. 

     HaberTürk, 22 Mart 2021, Nagehan Alçı: “Ben Tayyip Bey’in o imzayı canı gönülden destekleyerek attığına inanmıyorum. Emine Hanım’ın, Sümeyye Hanım’ın ve Esra Hanım’ın da bu sözleşmeden çekildiğimiz için mutlu olduğunu düşünmüyorum”.

     Cumhuriyet; 16 Ocak 2022; Cihangir Dumanlı: “Çekilmenin Avrupa’nın tepkisinden daha önemli yanı, kendi içimizde toplumsal bir yara olan utanç verici kadın cinayetlerinin önlenmesi yolunda çağdaş dünyayla uyumlu, etkili adımların atılmayacak olmasıdır”. 

     Sözcü; 28 Nisan 2022; Kemal Atlan: “Kadınlar (Eskişehir’de) haykırdı: İstanbul Sözleşmesi bizim, vazgeçmiyoruz!”.

     ***

     Bunlar da hayati  bir konuda bir çeşit “yurttan sesler!”. Sanırım özel bir yoruma da ihtiyaçları yok!


06/06/2022

TAYYİP BEY, “İTİBAR” ve ALGI DÜNYASI

Geçen yıl milyarlarca dolar ödenerek Rusya’dan savunma füzeleri alınması NATO çevrelerinde rahatsızlık yaratmış, Türkiye eleştirilmişti. Bu füzeler NATO saldırısına karşı tasarlandığına göre, demek ki Erdoğan ikili oynuyor, üyesi olduğu bu kuruluştan bir saldırı gelmesini de olası görüyordu. Bugünlerde ise Tayyip Bey İsveç ve Finlandiya gibi ülkelerin NATO’ya girmelerini veto ediyor ve bunu da NATO’ya bu ülkeler yoluyla “terörist unsurların sızmasını önlemek” amacıyla yaptığını söylüyor. Yani bu kez de bu “şaibeli” örgütün “koruyucusu” giysilerine bürünüyor ve İsveç ve Finlandiya gibi ülkeleri zan altında bırakıyor! 

     ***

     İsveç ve Finlandiya’nın NATO adaylığı, Rusya’nın Ukrayna’yı işgale başlamasıyla gündeme gelmişti. O günlerde Erdoğan bu işgali sert bir dille eleştiriyor, fakat öte yandan da “ama, Rusya’dan da asla vaz geçemeyiz!” diyordu. Oysa bu “tavşana kaç, tazıya tut!” politikası elbette ki Ukrayna’nın beklentilerine uygun değildi. Nitekim Zelensky de yaptığı açıklamada Türkiye’nin bu “çifte standart”ını eleştiriyor ve Erdoğan’a şu soruyu yöneltiyordu: “Siz gerçeğin tarafında mısınız, değil misiniz?” (Euronews, 2 Mayıs, 2022).

     ***

     Aslında Tayyip Bey “gerçek”lerin değil, “kendi gerçeğinin” savunucusuydu ve bunlar da tıpkı hayranı olduğu Abdülhamid’in “gerçeği” gibi “nefsi hümayun”, yani “kişisel iktidar”ıyla sınırlıydı. Şahsi “itibar”ı da buna dayanacaktı; zaten bu tutkusunu daha önce de çeşitli vesilelerle sergilemişti. 

     ***

     Oysa bunun da sınırları vardı!

     Örneğin Suudi Arabistan’dan gelerek Türkiye’de Cemal Kaşıkçı’yı katledenlerin dosyası, hiçbir “itibar” sorunu yaratmadan cinayeti tertipleyenlere iade edilebilmişti. O günlerde -anlamlı bir ‘lapsus’la- “itibardan tasarruf edilemez” deniyor; üstelik buna pratikte de uyularak “itibar” cömertçe harcanıyordu. 

     ***

     Aslında “itibar” tartıyla ölçülüp biçilebilecek bir şey olmayıp, bir “algı” sorunudur ve bu da yapay yollarla kolayca üretilebilir! Üstelik Tayyip Bey de bunu sağlayacak tüm araçlara sahiptir. İşte İsveç ve Finlandiya sorunu da tam bu sıralarda, ülke hayat pahalılığı ve iktisadi krizle boğuşurken imdadına yetişiyor ve gündemi altüst ediyordu. Öyle ki, bunu kullanarak yandaşlarında yarattığı “dünya çapında lider” algısını kolayca tazeleyebilirdi!

     ***

     Ne var ki Tayyip Bey bir noktada feci şekilde yanılıyordu. İnsanlar için geçerli olan “algı yönetimi” ve “megalo idea”lar, para ve finans aleminde hiç de geçerli değildi. “Küreselleşmiş” bir ekonomi dünyasında para ve finans akımları farklı bir “itibar”la yükseliyor ve bu “itibar”ın kaybı ile de inişe geçiyorlardı. Nitekim son yıllarda Türkiye de küme düşmüş ve bir “iniş” akıntısına sürüklenmişti. Ülkede para kanalları kurumuş, milli gelir düşmeye başlamış, gündeme “yoksulluk ve açlık” tartışmaları oturmuştu. Bu durumda Tayyip Bey de öfkeleniyor, ağzını bozuyor ve tüm hıncını yıllar önce “özgürlük!” çığlıklarıyla sokaklara dökülen milyonlarca “Gezici”den almaya çalışıyordu. 

    ***

    Oysa bütün bunlar aslında bir korkunun ifadesiydi ve korku da tükenişe çare değildi. Üstelik Türkiye’yi bir seçime zorlayan “Ukrayna krizi” de patlayınca takke düştü, kel göründü ve ortaya hazin bir tablo çıktı.

     Tayyip Bey yıllarca ABD ile Rusya’yı birbirine karşı kullanmış, sonunda da, ülke, ne İsa’ya ne de Musa’ya yaranarak ortada kalmıştı. Ukrayna bu konuda ayraç olmuş ve ak koyun, kara koyun ortaya çıkmıştı. Durum hiç de parlak değildi ve artık gidişi tersine çevirme olasılığı da yoktu.

     Türkiye, Cumhuriyet’in 100. yıldönümünü hüzünlü bir şekilde kutlamaya hazırlanıyordu.


10/06/2022

ALEVİLİK ve SİYASET…

Bir yandaş yazar Aleviliğin siyasette kullanılmasına ateş püskürüyor! Yazısında “Seçmenin, Kemal Bey’in etnik kimliğinden ya da inancından değil, siyasi kişiliğinden endişeli olduğunu hepimiz biliyoruz” diyor! Ve bu nedenle de bu “siyasi kişiliğin” ne olduğunu açıklamaya gerek görmüyor; sadece yapılanın “düpedüz faşizm” olduğunu söylemekle yetiniyor. 

     Öyle ya, “hepimiz biliyoruz, düpedüz faşizm!”; başka ne olabilir?

    Ne var ki yazar bununla kalmamış; yazısının altına bir de Kılıçdaroğlu’nun bir Alevi dedesiyle kucaklaşırken çekilmiş  fotoğrafını koymuş! Yani bu arada, “kurnazca”, Kemal Bey’in “asıl kimliğini” de teşhir ediyor! Ve böylece bir yandan herkese “laiklik” dersi verirken, öte yandan da “düpedüz faşizm” dediği şeyin dolaylı şekilde en adisini, en bayağısını yapmakta hiçbir sakınca görmüyor!

    ***

     Gazetenin de yazarın da adı lazım değil; bu bir zihniyetin ifadesi ve yıllardır ülke bu zihniyetle idare ediliyor! Ve varılan noktada halk cenahından daha çok  yoksulluk, yolsuzluk ve  baskı çığlıkları gelirken, bu durumu yaratanlar da hala utanıp sıkılmadan haktan, hukuktan ve refahtan söz edebiliyorlar.


27/05/2022

27 MAYIS 

Tam 62 yıl önce, 27 Mayıs sabahı erken saatlerde kapımın tıklandığını duyarak uyandım. Ankara Siyasal’da asistanlığımın ilk yılıydı;  Fakülte’deki asistan odalarından birinde kalıyordum. Kapımı çalan da benim gibi bir asistandı; bana “kalk Taner, darbe oldu!” diyordu. 

     Önce anlayamadım; o günlerde “darbe” fikri bizlere tamamen yabancıydı; “ne darbesi?” diye sordum. Durum anlaşılınca da arkadaşlarla oturup neler olabileceğini tartışmaya başladık. 

    ***

    Ülkede sıkıyönetim ilan edilmiş ve sokağa çıkma yasağı konmuştu; bizler de gelişmeleri yönetime el koyan “Milli Birlik Komitesi”nin bildirilerinden izliyorduk. Oysa çok geçmeden sokaklardan alkış ve tezahürat sesleri gelmeye başlayınca siyasal hayatımızda yeni bir döneme girildiğini hemen anladık. Nitekim Milli Birlik Komitesi de aynı duygulara kapılmış olacak ki öğlen saatlerinde yasağı kaldırdı ve sokaklar doldu taştı. 

     Darbe devrime dönüşmüştü; Ankara bayram havası içindeydi. Hayatımın elli yılına yakınını geçirdiğim bu şehri başka hiçbir tarihte böylesine bir sevinç ve coşku içinde görmedim. 

     ***

     Ne var ki bu sevinç dalgası, izleyen günlerde yerini kuşkulu bir merak ve sorgulama sürecine bıraktı. Öyle ya, Milli Birlik Komitesi’ni oluşturan 38 subay kimlerdi?  Dünya görüşleri neydi? Yoksa bunlar da kendi diktalarını kurma hevesine mi kapılacaklardı?

     Kaygılar bunlardı; ama asker-sivil dostluğu da devam ediyordu ve bu ortamda gazeteciler Milli Birlik üyeleriyle söyleşiler yapmaya başladılar.

     ***

     Söyleşilerde MBK’cıların hemen hepsi de amaçlarının kardeş kavgasına son vermek; istikrarı sağlamak ve en kısa sürede serbest seçimlerle demokrasiye dönmek olduğunu söylüyorlardı. Ama bu arada çoğu da -sanki aralarında sözleşmiş gibi- kendi ülkülerini de yansıtan bir esere gönderme yapmayı ihmal etmiyordu. 

     Eserin adı “Beyaz Zambaklar Ülkesinde” idi; Rus yazar Grigory Petrov tarafından 1923’te yayınlanmıştı. 1928’de de Atatürk’ün önerisiyle Türkçe’ye çevrilen bu eser Finlandiya’da nasıl yurtsever aydınların el ele vererek o tarihlerde yoksulluklar içinde bulunan bu ülkeyi kalkındırdıklarını anlatıyordu.

     ***

     Niyet güzeldi; ama malesef 27 Mayısçılar bunu gerçekleştirebilme olanağından yoksundu; zaten halka vadettikleri de bu değildi.  Kaldı ki çok geçmeden aralarında bölündüler; darbe içinde darbeler yaşandı; korkulu günler geçirdik.

  Ama yine de MBK’cılar sözlerinde durdular ve sonunda özgür seçimlerle iktidarı sivillere terk ettiler. Üstelik arkalarında da siyasal tarihimizin en özgürlükçü  Anayasası’nı (1961) bırakmışlardı. Hiç olmazsa bu yönüyle “beyaz zambaklar” özlemi gerçekleşmişti.

     ***

     İyisiyle kötüsüyle aradan yıllar geçti; bugün 27 Mayıs’ın 62. yıldönümü. Tüm darbelerin lanetlendiği bir dönemdeyiz; ama Finlandiya ilginç bir rastlantıyla yine gündemde! Oysa bu kez çok farklı bir şekilde! Artık bu ülke “zambak”larıyla değil, “koruduğu ve ülkesinde barındırdığı teröristlerle” gündemi işgal ediyor ve Tayyip Bey de bu ülkenin NATO’ya üye olmasını veto ediyor! Görünüşe göre, her fırsatta ağır eleştiriler yönelttiği bu kuruluşu bu kez de korumaya çalışıyor. İsterseniz “algı yönetimi” deyin; en azından vermek istediği izlenim bu!

     Ben ise bugün, 62 yıl önce Ankara sokaklarında söylenen türküleri, çekilen halayları anıyorum ve bugünkü korkulu suskunluğa bakarak sadece “nereden nereye!” diyebiliyorum!


22 Mayıs 2022

Yetmiş Yıllık Öykü: TÜRKİYE ve NATO

Bizim kuşak için Türkiye’nin NATO macerası, sadece askeri bir anlaşmayla değil, aynı zamanda acı anılarla dolu bir tarih sayfası olarak başladı. 1950 yılıydı; henüz on beş yaşındaydım ve hemen her gün radyolarda Kore’den gelen “şehit haberleri” dinlerdik. Okunan her ad bir ocağın söndüğünün işaretiydi; ama resmi propaganda bunları birer “kahraman” olarak ilan ediyordu. Ve kimse de “acaba bu gençler, dünyanın öbür ucunda, neden hiç tanımadıkları insanlarla savaşa yollanıyorlar?” diye sormuyordu.

Oysa soranlar olsa da buna verilecek yanıt belliydi. Çok umutlu günlerdeydik; beklentiler yüksekti; yüzlerce şehit verilse bile, bunun mutlaka bir karşılığı olacaktı!

Nitekim oldu da! Dökülen kanlar yerde kalmıyor, Türkiye sonunda NATO’ya üye kabul ediliyordu! Bugün inanılmaz gibi görünse de o tarihte Ankara bayram havası içindeydi!

***

Antlaşma, 18 Şubat 1952’de TBMM’de milli bir coşku içinde onaylandı. İktidar sözcüsü Kore’de hayatını kaybedenleri “İstiklâl Harbini kanlarıyla kazanan kahramanların evlâtları”na benzetiyor, Menderes ise kısa bir konuşmadan sonra “heyecanım daha fazla söz söylemeye müsaade etmiyor” diye özür dileyerek salonu terk ediyordu (Tutanak Dergisi; 41. Birleşim, s. 339).

Soğuk Savaş yıllarıydı ve Türkiye Sovyet tehdidi altında çok korkulu günler geçiriyordu. NATO ittifakı ve ABD ile ikili anlaşmalar da bu atmosfer içinde adeta anayasal sistemimizin birer parçası haline geldiler.

***

Ne var ki halkın Demokrat Parti ile balayı yılları fazla uzun sürmedi. Menderes, enflasyonla beslenen büyüme politikasının yarattığı huzursuzluğu baskı yöntemleriyle yok etme hayaliyle Batı’ya kafa tutmaya başlayınca huzursuzluk daha da arttı. Sokak hareketleri, korsan mitingler, polisle çatışmalar, derken ortalık daha da karıştı ve giderek ok yaydan çıktı. Ülke hızla diplomatik dilde “istikrarsızlaştırma” (destabilisation) denilen kaotik duruma sürükleniyordu.

Artık gözler TSK’ya çevrilmişti; istikrarı sağlayacak tek kuruluş oydu; sokaklarda “Ordu, gençlik el ele!” sesleri yükseliyordu. Ve sonunda da askerler harekete geçtiler.

***

27 Mayıs 1960 sabahı, radyolar, Albay Alpaslan Türkeş’in ağzından ulusa “ülkedeki kardeş kavgasına son vermek için TSK’nın idareye el koyduğunu” duyuruyorlardı.

Aslında bildiri “NATO ve CENTO’ya (Ortadoğu paktı) bağlıyız!” sözleriyle başlıyor ve her şeyden önce emperyal odaklara darbenin hiç de kendilerine karşı olmadığı mesajı veriliyordu. Oysa izleyen yıllarda, tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de devrimci akım yükselecek ve Mayıs-68’te de doruk noktasına ulaşacaktı.

Artık hedefte emperyalizm ve onun askeri örgütü NATO vardı.

***

Ne var ki dünyada emekçi hareketi nesnel ve öznel durumu itibariyle düzen değişikliğine hazır değildi ve bu koşullarda karşı devrimci darbeler de birbirini izlemeye başladı. 12 Mart 1971’de gerici generaller bir “Muhtıra” ile tüm demokratik güçlere “balyoz” indiriyor, dokuz yıl sonra da Kenan Evren ve arkadaşları 12 Eylül darbesi ile bu ilk adımı “anayasal bir sistem” haline getiriyorlardı. Hepsinin arkasında da CİA ve vurucu gücü “Gladyo” vardı; nitekim 12 Eylül’ü pervasızca “bizim çocuklar başardı!” diye alkışlayan da onların Türkiye temsilcisi olmuştu!

***

İşte Türkiye’de, CİA ve dostlarının koruması altında “vesayetçi demokrasi” böyle kuruldu ve Erim’ler, Demirel’ler, Özal’lar da bunun “başarılı” uygulayıcıları oldular.

Oysa asıl kazanan NATO idi ve “NATO Barışı” kazasız belasız 1990 yılına kadar sürdü. O yıl her taraftan kuşatılmış ve adeta soluk alamaz duruma sokulmuş SSCB çöküyor ve uluslararası ilişkilerde yepyeni bir dönem açılıyordu. Artık NATO çok farklı bir durumla karşı karşıyaydı!

***

Peki, bu değişen koşullarda NATO’nun “yeni misyonu” ne olabilirdi?

CİA’nın araştırma organı Rand Corporation ve ABD Dışişleri Bakanlığından iki analizci bu yeni misyonu şöyle ifade ettiler: “Küreselleşme ve karşılıklı bağımlılık çağında, toprak savunmasının artık güvenlikle eş anlamda olmadığı açıkça anlaşılmıştır. NATO barışa daha geniş ve karmaşık tehditler karşısında ve özellikle Körfez petrollerinin güvenliği ve NATO bölgesine bir korsan devletin tecavüzü karşısında başarılı olmalıdır” (I. Herald Tribune, 14 Aralık 1997). Aynı tarihlerde Alman Federal Parlamento Başkan Vekili Hans Ulrich Klose de “ABD Türkiye’yi bölgede bir uçak gemisi olarak görüyor” diyordu (Milliyet, 5 Temmuz 1998; N. Cerrahoğlu ile söyleşi).

O günlerde Türk politikacılar daha çok gemiye kimin kaptanlık yapacağı yarışı içinde idiler ve yarışı da beklenmedik bir şekilde Recep Tayyip Erdoğan kazandı.

***

Tayyip Bey devrim düşmanlığı suçlamasıyla mahkûm olmuş, fakat hapisten çıktıktan sonra da “gömlek değiştirdik” diyerek yeni bir parti kurmuş bir politikacıydı. Bununla da kalmamış Başkan Bush’la görüşerek bir tür “icazet” almıştı.

Oysa aslında “gömlek” değil, “taktik” değiştirmişti; artık dilini tutacak, sivri laflardan kaçınacak, hedefine adım adım yürüyecekti. Yine de Cumhuriyet mitingleri, Gezi direnişi, darbe girişimleri gibi engellerle karşılaştı; fakat bunları da geniş bir aydın kesimin yardımıyla aşmasını bildi. Bu takım, Oya Baydar’ın özeleştiri niteliğindeki deyimiyle “sazan” olmuş (T24, 11 Şubat 2021) ve “Yetmez ama evet!” sloganıyla da “Tek Adam” rejimine ilk taşları döşemişti.

***

Aslında Erdoğan tam bir “saltanat” özlemi içindeydi. Batı uygarlığını “insanlığı sanatı, kültürü, resmi, sineması ve sporu ile istila eden” bir düşman olarak görüyor (27 Nisan 2022) ve amacına ulaşmak için her olgu ve kuruma “araçsal” bir anlayışla yaklaşıyordu. Ve bu nedenle her konuda rahatlıkla birbirine tamamen ters şeyler söyleyebiliyordu. Aynı olgu ya da kurum, değişen duruma göre Tayyip Bey açısından yararlı ya da zararlı olabilirdi! Nitekim NATO’yla ilgili çelişik tutumları da bu fırsatçılığın ilginç bir örneği oldu.

***

Aslında Erdoğan geçmişte de NATO’ya karşı eleştiriler yöneltmişti. Örneğin 2009 yılında Anders Rasmussen’in Genel Sekreterliğini, Peygamber Muhammed’le ilgili karikatürler krizinde “yeterince sert davranmadı” diye önlemeye çalışmış; 2019’da da NATO bünyesinde Polonya ve Baltık devletlerinin savunma planlarını, bu devletler YPG’li teröristleri koruyorlar diye geciktirmişti. Hatta geçen yıl da (Mayıs 2021) dost Belarus’un bir muhalifi yakalamak için bir uçağı inişe zorlamasına karşı NATO bildirisini yumuşatmak istemişti. Ama bütün bunların arkasında belki de hepsinden önemli bir gerekçe daha vardı. İsveç, Norveç ve Finlandiya gibi ülkeler Türkiye’deki rejimi devamlı eleştiriyor, Erdoğan’ı insan haklarını hiçe sayan bir “otokrat” olarak görüyorlardı. Üstelik bununla da kalmamış, Türkiye’ye silah satışıyla ilgili yasaklar koymuşlardı. İşte Tayyip Bey de tam bu sıralarda, bünyesinde bize karşı eylemlerde bulunmuş teröristleri barındıran bu “düşman”lara hesap sorma fırsatını buldu.

Bu ülkeler NATO’ya üyelik için başvuruda bulunmuşlardı ve buna karşı “veto hakkımız” da onları kolayca pazarlık masasına oturtabilirdi. Bu amaçla da Erdoğan, NATO müttefiklerimize, “gelin!” diye sesleniyordu; “gelin Türkiye’nin bu meşru, haklı, insani, ahlaki harekâtlarına destek verin, en azından ayağımıza çelme takmaya çalışmayın!” (18 Mayıs 2022).

***

Aslında ne İsveç’in ne de Finlandiya’nın Türkiye’deki terörü desteklemeleri için özel bir nedenleri vardı. Anlaşmazlık bu ülkelerle Tayyip Bey arasında “terör”, “demokrasi”, “insan hakları” gibi konulardaki anlayış farkından doğuyordu. Üstelik R. T. Erdoğan iktidarda kaldıkça bu anlaşmazlığın giderilmesi de olası görünmüyordu. Nitekim Tayyip Bey de bu düşünceyle hareket etmiş ve bir çözüm umuduyla ülkemize gönderilecek İsveç ve Finlandiya temsilcilerine “boşuna zahmet etmeyin!” demişti. (18 Mayıs 2022).

İşte 2022 yılında Türkiye’deki durum budur ve halk bunca hayati sorun arasında bocalarken, yöneticilerimiz de İsveç ve Finlandiya gibi iki demokratik ülkenin NATO’ya katılımını önlemeye çalışıyor.

Yine de umuyor ve inanıyoruz ki Türk halkı, gelecek yıl yapılacak seçimlerde ülkedeki bu çağ dışı yönetime “dur!” diyecek ve oylarıyla hak ve hukukla ilgili tüm sorunlara çözüm yolunu açacaktır.


27 Mart 2022

GURUR, DEVLET ve SİYASET

Nietzsche’nin “fazla tevazu göstermeyin, inanırlar!” diye bir aforizması var. Bana çok haklı görünüyor. Gerçekten bir insan ne kadar alçakgönüllü olursa, başkaları da ona o kadar kolayca inanıyor. Ama acaba bunun tersi de doğru mu? Yani insanlar durmadan kendini övenlere de aynı kolaylıkla inanıyor mu?

Sanırım hayır; böyleleri genellikle pek hoşa gitmiyor ve insanlar bunları “kibirli”, “kasıntı” gibi sıfatlarla küçümsüyorlar. Ama yine de bunun bol sayıda istisnası var ve bazı insanlar çeşitli yollarla kendilerini olduğundan fazla göstermeyi başarıyor! Nitekim her ülkenin tarihi de böyle “sahte şöhret”lerle dolu değil mi?

***

Aslında bireysel planda olduğu gibi kolektif planda da durum böyle ve bireyler gibi halklar da tutum ve davranışlarıyla kendileri hakkında bir “imaj” yaratıyorlar. Böylece “mağrur insanlar” gibi, “mağrur halklar” da oluşuyor ve tarihte bunların farklı nedenlere dayanan çok sayıda örneği bulunuyor. Zaten tüm otokratik ve despotik yönetimler de genellikle halkın bu zaafı kullanılarak inşa edilmiştir.

İşte Osmanlılar da bu “mağrur halklar”dan biriydi ve “Osmanlı gururu”nu da din ve cihat esprisine dayanan fetihler oluşturdu. Kanuni zamanında bir elçinin, tayin edildiği ülkeye “Mal der Hindistan, akıl der Frengistan, haşmet der Al-i Osman!” sözleriyle uğurlanması da bunun en tipik ifadesiydi. Üstelik bu duygu daha sonraki dönemlerde de sürüp gitti.

Peki, bu konuda günümüzde nasıl bir noktada bulunuyoruz?

***

Yakınlarda Sabah gazetesinde “Tüm yollar Ankara’ya çıkar”, “Erdoğan modeli dünyaya örnek oluyor!” gibi başlıklar taşıyan yazılar görünce bu tutkumuzun hala ne kadar canlı olduğunu düşündüm. Bu arada Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da nerede bir ihtilaf çıksa, kaynağı pek anlaşılamayan bir “otorite” ile ortaya çıkıp sorunu çözmeye talip olduğunu hatırlayınca bu konuda tarihi bir gezinti ihtiyacı duydum. Böyle bir gezinti, bu ülkede Osmanlıcı ve tutucu bir partinin neden bu kadar uzun süre iktidarda kalabildiğini anlamamıza da yardımcı olabilirdi.

***

Evet, Osmanlılar “mağrur” bir halktı ve ordularının Viyana kapılarına dayandığı yıllarda neden böyle bir duygu içinde olduklarını anlamak kolaydı. Buna karşılık anlaşılması zor olan, bu gururun Devlet’in “hasta adam” sayıldığı ve varlığını ancak “Düveli Muazzama” rızasıyla koruduğu dönemde de sürmesiydi. Bu yüzden de 19. yüzyılda Osmanlı Devleti’ni gezen tüm yabancılar, yayınladıkları “seyahatname”lerde sözü mutlaka bir ara buraya getiriyor ve “Osmanlı gururu” hakkında bazı şeyler söylüyorlardı. Örneğin 1830’larda Türkiye’yi ziyaret eden Yüzbaşı Moltke, yakınlarına yolladığı bir mektupta, “Bir Türk, diyordu, Avrupalıların kendisinden ilim, beceri, zenginlik, cesaret ve kuvvet açısından üstün olduğunu kolayca kabul eder; fakat bir Avrupalının bir Müslümandan üstün olabileceği düşüncesi aklının köşesinden bile geçmez. Bu yenilmez gururun kökü dinde bulunuyor”. (Lettres sur L’Orient; Paris, 1872, s. 379). İlginç bir rastlantı, aynı tarihlerde İstanbul’da görevde bulunan Birleşik Krallık diplomatı David Urquhart da farklı düşünmüyordu ve ona göre de Türklerin “tüm başarısızlıkları gururdan kaynaklanıyordu”. Ve bu nedenle o da “dinden kaynaklanan bu gurur iyice kırılmalı” diyordu. (La Turquie et ses Ressources; Paris, 1836, c. II, s. 216, 218).

***

Aslında Moltke de Urquhart da haklıydılar; “mağrurlanma padişahım, senden büyük Allah var!” deyimi “Osmanlı gururu”nun gerçekten de dinden kaynaklandığını gösteriyordu. Ne var ki bu gururun temelsizliği de önce din adamları tarafından anlaşılmıştı. Nitekim bir şeyhülislam, Meşrutiyet’ten sonra yaşanan düş kırıklığı içinde, bu boş gururu şöyle eleştiriyordu: “Cenabı Hak kibir ve gururu sevmez; biz bu cihetten gazaba uğradık (…) İstibdadın kalkması ile hemen bir bolluk ve büyüklük elde etmişiz gibi kendimizi büyük devletlerden sayarak dünyaya meydan okuduk. Gazetelerle hakaret etmedik devlet bırakmadık. İkide birde, kesin bir sayı imiş gibi, mevcut olmayan otuz milyonluk Osmanlılıkla öğündük. Ne yazık ki üç asırdan beri çeşitli bozgun, acınacak hal ve cehalet aynası olan tarih levhalarımıza bakmayarak durmadan altı yüz senelik şan ve şereften söz edip, yüksekten uçarak kendimizi aldatmaktan bir an geri kalmadık”. (Cemaleddin Efendi, Siyasi Hatıralarım, 1978, s. 117).

***

Oysa Cemaleddin Efendi bir istisna değildi. O yıllarda bu gibi övünmelere artık kimse inanmıyordu. Ne var ki yönetici zümrenin hegemonyasını sürdürebilmesi için bu hayali canlı tutmaktan başka çaresi de kalmamıştı. Artık Avrupalılara verilen ayrıcalıklar bile, Cevdet Paşa’nın ifadesiyle, “müphem surette yazılarak Avrupalılara bir veçhile, ehli İslam’a diğer veçhile tefsir edil(iyordu)”. (Tezakir, no 10). Din artık yönetici zümrenin çıkarlarını gizleyen bir “afyon” haline gelmişti. İşte Osmanlı Devleti son döneminde bu durumdaydı ve Sarıkamış’ta, Kanal’da, Arap çöllerinde hayatını kaybeden yüzbinlerce Anadolu çocuğu da bu boş gururun kurbanı oldular.

***

Aslında geri kalmamıza, sık sık söylendiği gibi “İslam” neden olmadı. Yüz yıl önce Şemsettin Günaltay’ın söylediği gibi, “bize öğretilen İslam” oldu. Bu ise çağından kopmuş, yönetici zümrenin çıkarlarını kollayan birtakım klişelere dönüşmüş, ezberci bir İslam’dı. İşte bu ezberi de Türk Devrimi bozacak ve inanç özgürlüğü temelinde yeni bir devlet kuracaktı.

***

Oysa aradan yüz yıl geçti ve devrimci kazanımlar bu kez de karşıdevrimci bir saldırı ile karşı karşıya kaldı. Kindar kalemler bu dürtüyle Kemalizm yergisi ve Osmanlı övgüsünde birbiriyle yarışmaya başladı. Diyanet Başkanı da bu ortamda Ayasofya’da, elinde kılıç minbere çıkıp hutbe okuyabildi. İşte “Türkiye dünyaya model oluyor!” başlıklı yazılar da bu koşullarda yazıldı.

***

Bu övünmeler hiç de yeni bir şey değildi. Yukarıda anlatıldığı gibi, Osmanlı yönetici zümresi, devlet çökerken de kendi yarattığı bir hayal dünyasında yaşıyordu. Oysa bu boş gurura daha yüz yıl önce Mustafa Kemal Paşa şu anlamlı yanıtı vermişti: “Efendiler; bizler büyük hayaller peşinde koşan, yapamayacağımız şeyleri yapar gibi görünen sahtekâr insanlardan değiliz. Büyük ve hayalî şeyleri yapmadan yapmış gibi görünmek yüzünden bütün dünyanın düşmanlığını, kötü niyetini, kinini bu memleketin ve milletin üzerine çektik. Biz panislâmizm yapmadık, belki: ‘yapıyoruz, yapacağız’ dedik; düşmanlar da; «yaptırmamak için biran evvel öldürelim» dediler. Panturanizm yapmadık; yaparız, yapıyoruz, dedik, yapacağız dedik ve yine ‘öldürelim’ dediler. Bütün dava bundan ibarettir”. (Nutuk).

İmparatorluğun son iki yüz yılı bundan daha iyi anlatılamazdı! Ama bu ülkede bu sözlerden ders çıkaramayanların yüz yıl sonra bile iktidar olabilecekleri kimin aklına gelirdi?


6 Mart 2022

PUTİN ve NÜKLEER TEHLİKE..

Tam altmış yıl önceydi. Nükleer silah yüklü Sovyet gemileri Atlantik’te Küba’ya doğru yol alırken Başkan Kennedy kararlı bir dille onlara “dur!” demiş, dünya da dehşet içinde kalmıştı. Yoksa korkulan oluyor, insanlığın kolay kolay altından kalkamayacağı bir savaş başlıyor muydu?

Neyse ki korkulan olmadı. Kruşçev bu riski göze alamamış ve Sovyet gemileri çark etmişti. İki yıl sonra da Stanley Kubrick, “Dr. Strangelove” adlı filminde, aslında bu riskin ortadan kalkmadığını, günün birinde bir ABD Başkanı’nın çılgın bir danışmanının tuzağına düşerek bu oyuna gelebileceğini anlatıyordu.

***

Geçenlerde Rusya Başkanı V. Putin’in “nükleer tehlike”ye dikkat çeken sözlerini duyunca bu senaryoyu anımsadım. Bir TV kanalında bir Rus vatandaşının Putin’den “deli” diye söz ettiğini duyunca da korkularım arttı. Acaba Putin böyle bir “Strangelove” olabilir miydi?

Aslında bu konuda şahsen bir fikrim var; ama tabii ki bilgilerim sınırlı ve bu yüzden de işin ehli bir uzman aradım ve bu konuda Google’da bir gezinti yaptım. Bulduğum uzmanlar arasında en moral verici yanıt Stratejik Araştırma Vakfı (FRS) Başkanı Bruno Tertrais’den geliyordu ve ben de onun açıklamalarını özetlemenin yararlı olabileceğini düşündüm.

***

B. Terrais “kimse kaygılanmasın” diyor, “Ruslar nükleer silahları sırf bizleri etkilemek, korkutmak ve bölmek amacıyla kullanıyorlar; aslında hiç de onları ateşlemek gibi bir niyetleri yok!”. Ona göre, Putin, Rus konvansiyonel silahlarını çok geliştirdi ve ordusunun Kırım’da (2014) ve Suriye’de (2015) kazandığı başarılar da güvenlik duygularını artırdı. Karadeniz etrafına yerleştirdiği “Iskander” adlı füze sistemi hem konvansiyonel hem nükleer bir işlev görüyor ve bu nedenle, dört yılda bir yaptıkları büyük askeri törenlerde de (Zapad) artık nükleer silahları sergilemiyorlar. Kaldı ki Batılılar da buna duyarsız kalmadılar; örneğin Amerika, 2 Mart’ta, kıtalararası bir füze denemesini (Minuteman III) ertelediğini bildirdi.

***

Ne var ki kaygılar yine de devam ediyor; çünkü Belarus’ta 27 Şubat’ta yapılan bir referandum, Rusya’nın burada ya da Kaliningrad’da nükleer üsler kurmasına izin veriyor. Ayrıca Rusya’nın arsenalinde “Poseidon” gibi radyoaktif kirlenmeye yol açan silahlar da bulunuyor. Üstelik uluslararası hukuka aykırı olan ve şehir ve limanlar için büyük tehlike arz eden bu silahlar için üzerinde anlaşılmış bir “doktrin” de yok!

***

Kısaca Rusya korkunç bir silah deposu haline geldi ve şu günlerde ordusu Ukrayna’da kanlı bir talim yapan Putin’li bir dünya da hayli zor günlere gebe görünüyor. Bütün bu gelişmeleri çaresizlik içinde seyreden NATO ise etrafı yatıştırmaya çalışıyor ve Genel Sekreter Jens Stoltenberg, NATO ülkeleri büyükelçilerinin 4 Mart’ta, Brüksel’de “savunma ve caydırma” amaçlı “acil” bir toplantı yapacaklarını açıklıyor.


26 Şubat, 2022 

ÇAR PETRO, VLADİMİR PUTİN ve ÇAĞDAŞ DÜNYA

Siyaset dilinde bazen tek bir sözcük, bütün bir program yerine geçer. Örneğin “faşizm” derseniz artık bunun ne olduğunu uzun uzun anlatmanıza gerek kalmaz. Bu terminolojiye aşina olan herkes ne demek istediğinizi hemen anlayacaktır.

Öyle görünüyor ki Putin’in yakınlarda kullandığı bir sözcük de böyle bir rol oynadı. Rusya Devlet Başkanı kendisine en çok beğendiği, örnek almaya çalıştığı devlet adamının kim olduğu sorulunca “Çar Petro” diye yanıt vermişti. Buna şaşıran ve “bugünkü dünya için soruyorum” diyen İngiliz gazeteciye de “ben de bugünler için konuşuyorum” demişti. Aslında onun dilinde “Petro” sözcüğü sadece bir “çar”ı değil, aynı zamanda ayrıntılı bir programı ifade ediyordu.

***

Çar I. Petro (1672-1725), tarihe Rusya’da modernizasyonu başlatan devlet adamı olarak geçmiştir. Ama aynı zamanda acımasız bir otokrattı. Reform amacıyla Avrupa’yı ziyaret etmiş, tebdili kıyafetle tersanelerde çalışmış ve sonra da ülkesinde Batı bilim ve teknolojisine dayanan kurumlar kurmuştu. Osmanlı savaşlarında Kırım’da Azov kalesini alarak Karadeniz’e ilk kapıyı aralayan da o oldu.

Petro’nun bu ilk adımlarını II. Katerina tamamladı. Rus Çariçe üstelik Osmanlıları da yenerek onlara Küçük Kaynarca anlaşmasını (1774) imzalatmıştı. Bu anlaşmayla Osmanlılar Rus tehlikesine karşı Batı yardımına mahkûm oluyor ve bu teslimiyet de “Doğu Sorunu”nu başlatıyordu. III. Selim ile başlayan, Reşit Paşa ve Tanzimat’la devam eden “ıslahat” hareketlerimize de bu bağımlılık ilişkileri damgasını vurdu.

***

Tüm 19. Yüzyıl diplomasisine damgasını vuran “Doğu Sorunu” aslında neydi?

Bu sorunun en özlü tanımını Fransız tarihçi François Guizot yapmıştır. Rusya’daki reformist hareketi Osmanlı Tanzimatçılığı ile karşılaştıran tarihçi yüz elli yıl kadar önce şunları yazmıştı:

“Reşit Paşa, ülkesinde giriştiği hareketin başarıya ulaşması için en gerekli niteliklerin birinden yoksundu. Türkiye’de güçlü bir reformcu olamayacak kadar az Türk’tü. Büyük Petro Rusya’yı Avrupa uygarlığına sokma girişiminde derin bir şekilde Rus’tu ve Rus kaldı (…) Genç yaşlarından itibaren Türkiye ile Avrupa ilişkileri içinde yetişmiş ve bu konularda angaje olan Reşit Paşa, özellikle bir Avrupa diplomatı oldu. Türk Hükümeti’nin Avrupa hükümetleri içinde bir çeşit özümlenmesini, ülkesinin ve sultanın Avrupa politikası içindeki yerini ve ağırlığını koruyabilmesi için tek çare olarak görüyordu. Türkiye’yi Avrupa’da tutabilmek için, Avrupa’yı Türkiye’de tatmin etmek: devamlı hâkim düşüncesi bu oldu!”. (Memoirs; cilt. VII. s. 244-245).

***

Kısaca, cemaat yapılarından ulusallığa geçiş döneminde, Osmanlılar imparatorluğu korumak hayaliyle “cemaatçi” kalmıştı ve yönetici zümre, kurucu unsurun “Türkler” olduğunu ancak tüm halklar ayaklanarak bağımsızlıklarına kavuştuktan sonra anladı. Son döneme damgasını vuran Abdülhamit de devletin varlığını Rusya ile İngiltere arasında dengeli bir politikaya dayandırmaya çalışmıştı. Nitekim 1908’de, Reval’de (bugünkü Talinn), Rus İmparatoru II. Nikola ile İngiltere Kralı VII. Edward görüşüp anlaşınca, bu politikanın da sonu geldi. Artık Osmanlılar için “dengeci” bir politika olanağı kalmamıştı!

**

Gerisini uzun uzun anlatmaya gerek yok: Balkan Savaşları; I. Dünya Savaşı; çöken imparatorluklar, ulusal ve enternasyonal boyutlu devrimler. Türkiye Cumhuriyeti de bu çalkantıların yarattığı enkaz üzerine kuruldu. Aynı depremin ürünü olan Sovyet Rusya ise yetmiş iki yıl sonra çökmüş ve yerini eski çarist hayallere kapılan yöneticilere bırakmıştı. Bunlardan en ustası da eski komünist istihbaratçı Putin oldu. Bu gözü pek taktiysen Rasputin’e özgü metotlarla adım adım mutlak iktidarını kurmayı da başardı.

***

Yıl 2022; yeni Çar, “taht”ında, artık “Rusya’nın sınırları yoktur” diyor; Petro’yu -reformist tarafıyla değil de yayılmacı yönüyle- övüyor ve her şeye yeniden başlamak istiyor. Anlaşılan “Doğu Sorunu” perdesi özel koşullarda yeniden açılıyor ve bütün bu “açıklamalar” da Putin’in, kendisinden hep “Dostum Putin!” diye söz eden Erdoğan hakkında neler düşündüğünü açıkça ortaya koyuyor.

Son günlerde Ukrayna operasyonu ise bardağı taşıran damla oldu; takke düşmüş, kel görünmüştü. Reel gelişmeler hayallere dayanan siyaseti çürütmüş; dost, düşman olmuş ve denge diplomasisi çökmüştü. Artık bu koşullarda Tayyip Bey de “denize düşen yılana sarılır” esprisiyle sadık bir NATO üyesi olduğunu hatırlatıyor ve daha düne kadar topa tuttuğu NATO’yu Rusya’ya karşı sert önlemler için teşvike başlıyordu.

Yoksa yıllarca beslenen Abdülhamid özleminden ve bu yönde uygulanan politikalardan sonra, bu da Tayyip Bey’in “denge” politikasını rafa kaldıran, bugünlere özgü bir “Reval” mıydı?


01 / 2022

ADEM BABA, LUCY BEBEK ve “İLK İNSAN”..

Sezen Aksu’nun söylediği eski bir şarkı, bu kez büyük bir olay oldu. Olayı yaratan da şarkının nağmeleri değil, sözleriydi.

İddiaya göre şarkıdaki “o cahil Adem” sözü, aynı zamanda peygamber sayılan “ilk insan”a hakaret sayılmıştı. Sonra olay daha da büyüdü; tepkiler birbirini izledi, hatta Aksu’nun evinin önünde toplanan bir güruh ünlü şarkıcıyı aşağılamaya bile kalktı!

Tabii bu arada Diyanet de sessiz kalamamış, kendisinden bekleneni yapmıştı. Yayınladığı bildiride, hem “ilk insan”, hem de “ilk peygamber” olan bu “mükerrem şahsiyet” hakkında kullanılan ifadenin “en hafif tabiriyle saygısızlık” olduğunu ilan ediyordu.

***

Oysa şarkı sözlerinde gerçekten de bir “cehalet” olgusu vardı; ama bu, hiç de Adem Baba’ya atfedilecek bir “cehalet” değildi! “Cahil” olanlar, aslında bu esatir kahramanının varlığına ve “ilk insan” olduğuna inanan kitlelerdi. Bu nedenle reel tarihte karşılığı bulunmayan ve sadece kutsal bir inanç konusu olan bir varlık da “cehalet”le suçlanamazdı. Aslında ortada bir “hakaret”ten çok bir yanlışlık, bir hedef sapması vardı. Asıl garip olan ve üzerinde durulması gereken husus da, bu yanlışlığın yıllar sonra keşfedilip, bugünlerde de bir linç kampanyasına vesile olmasıydı!

***

Aslında suçlayıcı “şecaat” erbabı, ne “evrim kuramı”ndan, ne de “paleontoloji” denilen bilim dalından haberdar görünüyordu! Oysa bilim, daha iki yüz yıl kadar önce, “ilk insan” diye bir şey olmadığını ve bugün “insan” dediğimiz varlığın, primatların milyonlarca yıl süren evrimi içinde ortaya çıktığını ortaya koymuştu. Bu yüzden de paleontologlar artık çoktandır “ilk insan”ı değil, “en eski insan”ı bulmaya çalışıyorlardı.

***

Peki, bugüne kadar bulunan “en eski insan” kimdi?

“En eski insan”ın fosili, 1974 yılında Etiyopya’da, Hadar sitesinde bulunmuş ve analizle 3,18 milyon yaşında olduğu anlaşılmıştı. Bu bir kız çocuğuydu; adını da “Lucy Bebek” koydular!

Görüldüğü gibi Lucy Bebek artık çok yaşlanmış bulunuyor; buna karşılık iki ayak üzerinde yürüdükleri ve daha karmaşık bir beyne sahip oldukları için doğrudan “atalarımız” saydığımız “homo sapiens”ler çok daha yakınlarımızda duruyorlar. Öyle ki, ilk “homo sapiens” fosili 1967 yılında, Etiyopya’nın güneyinde, Kenyalı bir paleontoloğun yönettiği ekip tarafından bulunmuş ve 130 bin yıl öncesine ait olduğu kabul edilmişti. 1995’te yapılan bir analizle de bu süre 200 bine çıkarıldı.

1974 yılında Etiyopya’da Lucy Bebeği bulan ekibe Fransız Paleontolog Yves Coppens başkanlık ediyordu. Rastlantı bu ya, geçen hafta da Fransız Le Monde gazetesinde onunla yapılan uzun bir söyleşi yayınladı. Bugün 87 yaşında olan Coppens, orada, daha 11 yaşındayken Madagaskar’dan gelen bir arkadaşının elinde 500 kiloluk bir kuşun yumurta kabuklarını görüp heyecanlanarak başlayan mesleki tutkusunu anlatıyor. En önemli buluşunu da, 1967’de, Etiyopya’da, Kenya ile Sudan sınırında 40 derece hararette tek başına çalışırken, 2,6 milyon senelik bir diş bularak yapmış!

Söyleşisinde o anda duyduğu heyecanı şöyle anlatıyor: “Hiç dindar biri değilim, hatta din umurumda bile değil; fakat bu süt dişinin etrafında (adeta dini bir ayin yapar gibi) dolaştım; dokunmadan önce, onu uzun, çok uzun süre inceledim!”.

Zamanın ortadan kalktığı, milyonlarca yıl öncesiyle burun buruna gelinen bir an!

***

İşte “ilk insan” arayışında herkesin kolayca ulaşabileceği bazı bilgiler! Ben de merak ettim, bunları toparlamaya çalıştım. Fransız paleontologun anlatısı ise, bu konuda dinle bilim arasındaki yaklaşım farkını da çok net bir şekilde ortaya koyuyor. Üstelik rastlantı bu ya, biz Türkiye’de bir şarkıyı ve Adem Baba’ya yapılan hakareti tartışırken, Batı’da da ünlü Nature dergisi “homo sapiens”ler hakkında yeni bir bulguyu açıklıyordu. Çok yakınlarda yapılan bir analiz “homo sapiens”in aslında 200 bin değil, 33 bin yıl fazlasıyla, 233 bin yıl yaşında olduğunu ortaya koymuştu.

Tabii bu haber bizdeki hararetli “Adem-Havva” tartışmaları arasında kaybolup gitti. Oysa bugünlerde, şarkıdaki “hakaret” iddiası değil de, örneğin “dibe vurmak, dimdik durmak!” sözleri tartışma konusu yapılsaydı, belki de çok daha isabetli olurdu!?


01/2022

AYDINLAR, MİLLİYETÇİLİK ve “TARİHİ YANILGI”..

“Aydın sorunu” siyasal hayatımızın her döneminde tutkuyla tartışılan konularından biri oldu. Aydın nedir? Nasıl aydın olunur? Aydın sorumluluğu ne anlama gelir? Daha genç yaşlarda zihinlerimizi kurcalayan sorular bunlardı. 1950’lerde, ben henüz Mülkiye’de öğrenci iken, Menderes diktasına direnen hocalarımız bunlara bir de “aydınların ihaneti” deyimini eklemişlerdi. Bu deyim kendi icatları değildi; aslında ad vermeden Fransız düşünürü Julien Benda’nın bu başlığı taşıyan eserine gönderme yapıyorlardı. Aradan geçen uzun yıllar içinde, benzer koşullarda sık sık aklıma gelen bu anı, izleyen satırlara da ilham kaynağı oldu.

         ***

J. Benda “Aydınların İhaneti” başlıklı kitabını, 1927 yılında, Avrupa’da faşizm yükselirken yayınlamıştı. İtalya’da Musolini‘nin iktidarda olduğu, Hitler’in de Almanya’da hızla iktidara yürüdüğü bir yıldı. Yazar, milliyetçi ve faşist akımlara karşı hümanist ve evrensel değerleri savunuyor, bu dalgaya kapılan “aydın”ları ihanetle suçluyordu. Okuyucularına “tehlikenin farkında mısınız?” der gibiydi.

    İlginç bir rastlantı, aynı yıl aynı uyarıyı Almanya’da da bir sinema yönetmeni yapıyordu. “Metropolis” adlı filminde, Fritz Lang, şehirlere yığılan bilinçsiz kalabalıkları sergilemiş ve bunların nasıl faşist bir potansiyel taşıdığını anlatmıştı. Ama ne yazık ki mesajı karşılığını bulmadı ve çok geçmeden de korkulu rüya gerçekleşti. Alman halkı 1933 yılında, umutsuzluk içinde, iktidarı bir çılgına teslim ediyordu.

     Bu çılgın, altı yıl sonra dünyayı ateşe verecek ve bu büyük yangın da ırkçı-milliyetçi dalgayı demokrasiler için kâbus haline getirecekti.

      ***

     Oysa dünya savaşını aslında milliyetçi ideolojiler çıkarmadı. Almanya’da çocukları bile cepheye sürükleyen neden, Hitler’in ateşli nutukları değildi. Savaş kıvılcımını ateşleyen daha çok gecikmiş bir kapitalizmin “yaşam alanı” tutkusu ve bu tutkuyla oluşturulan “banker, yunker, bunker” düzeni olmuştu. Ama ne var ki herkes “milliyetçi” bayrak altında toplanıyor ve yayılmacı sermaye en etkili sözcülerini milliyetçiler arasında buluyordu.

     ***

     Savaş milliyetçi cephenin yenilgisi ile bitti ve bu yenilgi ile birlikte ırkçı-milliyetçi değerler itibarlarını kaybettiler.  Artık Batı’da hiçbir siyasal akımın “milliyetçi” bayrak altında örgütlenmeyi uygun görmediği bir dönem başlıyordu.

     Oysa bu hiç de Batı’da “milliyetçi” akımların sona erdiği anlamına gelmiyordu. Aslında bu duygular sönmedi; hatta bu son yıllarda milliyetçiliğin hızla yükselişine de tanık oluyoruz. ABD halkı faşist Trump’ı güç bela Beyaz Saray’dan kovmuş olsa da tehlike henüz bitmedi; çılgın milyarder rövanş hazırlıklarını hemen başlattı. Aynı bağlamda Fransa’da Marine Le Pen, İngiltere’de Nigel Farage ve Almanya’da da “Alternatif” akım halktaki uğursuz nostaljileri depreştirmeye devam ediyorlar. Ama bunlardan hiçbiri de açıkça “yaşasın milliyetçilik!’” demiyor; kitleleri bu bayrak altında toplamaya çalışmıyor!

     Kısaca Batı’da “milliyetçilik” çoktandır büyüsünü yitirdi ve yükselişi kamuoyunda bir tehlike olarak algılanmaya başladı. Buna karşılık “yurtseverlik” kavramı ön plana çıktı ve çok da iyi oldu. Ama bu iki kavram arasında yine de zıtlaşmalar yaşanıyor ve örneğin Türkiye’de bir “Fransız milliyetçisi” sayılan Başkan Macron, ülkesinde “milliyetçilik yurtseverliğin düşmanıdır” demek zorunda kalabiliyordu!

     ***

     Peki, ya Türkiye?  Ya bu ülkede “milliyetçi” söylem hangi konumda bulunuyor?

     Aslında ülkemizde bu konuda çok farklı bir tablo var ve “milliyetçi” ideolojinin aşılması şöyle dursun, herkesin birbiriyle “milliyetçilik” yarışında olduğu bir toplumda yaşıyoruz. Ama burada hemen şunun da eklenmesi gerekiyor: bizdeki bu anakronik yarışta, başka birçok alanda olduğu gibi “milliyetçilik” kavramı da farklı anlamlarda kullanılıyor ve içinde yer yer birbirine zıt öğeler barındırıyor.

     Bu konuda, Ziya Gökalp ve Atatürk’ün adlarını anarak, bugünkü tartışmaları yönlendiren iki ana kaynaktan söz edebiliriz.

    ***

    Bunlardan bizde milliyetçiliğin kurucusu sayılan Gökalp dışlayıcı bir “millet” anlayışına sahipti. O kadar ki bir şiirinde açıkça “millet”lerin kendi üyeleri arasında “tearüf” (uyum) sağlarken, başka millet üyelerine karşı da “tenakür” (yok sayma) duyguları yarattığını söyleyebilmişti. (Gökalp; Makaleler, 1981, s.34). Üstelik bu anlayış İttihatçılığa da egemen oldu ve ülkeyi yıkıma sürükledi.

    Oysa Atatürk farklı bir “milliyetçilik” anlayışına sahipti. Daha Kurtuluş Savaşı’nın başlangıcında, Meclis’te sorulan bir soru üzerine, milliyetçilik anlayışının “hodbinâne (bencil) ve mağrûrâne” olmadığını söylemiş, siyasetinin “bizimle iş birliği yapan bütün milletlere hürmet ve riayet” esasına dayandığını açıklamıştı. (14 Ağustos 1920). 1930’larda Türkiye’ye gelen Yunanlı devlet adamına da “Ben Makedonyalıyım, diyordu, Selanik’te çocukluğumdan beri milletinizin çocuklarıyla tanıştım, dostluk ettim (…) daha o yaşlardan beri milletinize muhabbetim vardır” (Belleten; 1981 Ocak, s.181).

     Atatürk, çoğu iddiaların aksine, İttihatçılığın devamı değil, hasmıydı. Bu husumeti de daha çok komiteci yönetimin Jön Türkleri Alman emperyalizminin kuyruğuna takarak ülkeyi felakete sürüklediği son dönem yaratmıştı. “O İttihatçılar ki, diyordu, milletin zararına birkaç sene süren kötü idareleriyle ve memleketi içinden güçlükle sıyrılmaya çalıştığı bir uçuruma düşürmek cürmüyle bütün dünyada kıskanılmayacak bir şöhrete sahiptir”. (Dr. Seçil Akgün, General Harbord’un Anadolu Gezisi ve Ermeni Meselesine Dair Raporu, s. 169, İstanbul, 1981).

     ***

     Ne var ki Kemalist kadrolardaki İttihatçılar da temizlenememişti.

    Bu kalıntılar Kurtuluş Savaşı kahramanına açıkça karşı çıkamıyor, “artık Kemalistiz!” diyor, fakat hala “İttihatçı” gibi düşünüyorlardı. Böyle bir anlayış   “İslamcılık”la da uzlaşma potansiyeli taşıyor ve devrimin “çağdaş uygarlık” hedefine ters bir “Türk-İslam sentezi” özlemi yaratıyordu.

     Aslında bu bir karşı devrim özlemiydi ve devrimci yönetimi en çok korkutan da bu oldu. İstiklal Mahkemeleri bu nedenle kuruldu; Serbest Fırka bu korkuyla kapatıldı; basın özgürlüğü bu kaygıyla kısıtlandı. Böylece çok partili hayata da bir yanda güven ve refahı Batı’ya sığınmakta arayan, öte yanda da devrimci ruhunu kaybedip, hasımlarını taklide çalışan iki kanatla girildi. Ve bu fikir kısırlığında da ancak bunun yaratacağı gelişmeler yaşandı: kör döğüşü şeklini alan siyasi çekişmeler; darbeler; idam sehpaları; ara rejimleri ve sonunda da İslamcı entegrizm tehlikesinin ortaya çıkışı..

     Kuşkusuz bu arada ülke de yerinde saymıyor, belli bir kalkınma sağlanıyordu. Ne var ki bu kalkınma da çağdaş ölçütlerin ve ülke potansiyelinin gerisinde kalan; sosyal adalet ilkelerini hiçe sayan, üstelik büyük ölçüde de gelecek kuşakların altından zorlukla kalkacağı borçlarla sağlanan bir kalkınma oldu.

     ***

    Oysa bu arada ülkedeki “milliyetçilik yarışı” da devam ediyor, “vatan”, “millet” ve “bayrak” sözleri herkesi heyecanlandırıyordu. Ama bütün bunlar kulağa hoş gelseler de aslında Tanzimat’la başlayan “modernleşme” çabalarımıza damgasını vuran “tarihi yanılgı”yı da gizleyemiyordu.

    Bizim “modernleşme” çabalarımız, Osmanlı yöneticilerinin artık Batı üstünlüğünü yadsıyamaz hale geldikleri bir dönemde, “Batı’dan bilim ve teknolojiyi alalım, fakat yerli ve milli değerlerimizi de koruyalım” tutkusuyla başladı. Oysa Avrupa böyle bir anlayışla “kültürel bir model” haline gelmemişti. 

     Aydınlanma düşünürleri ithalci ve taklitçi değillerdi. Evrenselci idiler; nerede “doğru” ve “güzel” bir şey bulsalar rahatlıkla “bu bizim!” diyor ve onu, sanki kendileri yaratmış gibi, kültürlerinin bir parçası haline getiriyorlardı. Eski Yunan’ı incelerken “biz bunlardan neler alabiliriz?” diye tartışmıyorlardı; onlarla özdeşleşiyor, “bizler de çağdaş Sokrat ve Platon’larız!” diyor ve buna göre hareket ediyorlardı. Nasıl Atinalılar antik çağda “Site”lerde özgürce tartışmışlarsa, kendileri de “akademi” ve “salon”larda özgürce tartışıyorlardı. Yurtseverliğin gereği de buydu ve daha sonraları Jean Jaures’in dediği gibi evrenselciliğin çoğu yurtseverliği de artırıyordu. Oysa Yeni Osmanlıların en bilgesi Namık Kemal bile “cumhur”u “halkın hakimiyet hakkı” olarak övüyor, fakat bunun Osmanlı’da “mümkün olmadığını” söylüyordu. (Hürriyet, Eylül 1868). Batı’nın “parlamento”su varsa bizim de “meşveret”imiz vardı. Biz bize benziyorduk; özümüzü kaybetmemeliydik!

     ***

     Yine de çağdaşlık özlemi, Batı’yla artan ilişkiler, Batı dürtüsü… derken bizde de “evrenselci” bir aydın kategorisi oluştu ve onların öncülüğünde bir “parlamento” kurduk ve “cumhur”u ilan ettik. Üstelik tatlı-sert yöntemlerle bunları halka da kabul ettirdik. Ne var ki bu “aydınlanma diktatörlüğü” de kendi düşmanlarını yaratıyor ve bu çelişki Meşrutiyet’ten itibaren siyasal hayatımıza “ilerici-gerici” kavgası görüntüsü veriyordu. Bir tarafta yaşam kavgası veren yoksul ve cahil bırakılmış kitleler, öte tarafta da hala orada burada “model” arayan sermaye sözcüleri. Daha doğrusu meydanı boş bulup kitleleri peşinde sürükleyen demagog politikacılar… Ne yazık ki bu arada “liberalizm”in asla çare olmadığını, iktisadi yönüyle daha da “sistemli” bir köleliğe yol açacağını ilan edip yoksul halkın sesini duyurmaya çalışan aydınlar da en kaba yöntemlerle susturulmuştu. İşte “ülkücü” milliyetçiliğin “Cumhur İttifakı” adı altında İslamcılığı da yönlendirdiği günlere böyle geldik!

     ***

     Aslında liberalizm Batı’da “ilerlemeci” bir rol oynamış, daha 1848 yılında Manifesto’da yazıldığı gibi, tüm sınırları aşan “küresel bir ekonomi” ve “küresel bir yazın” yaratmıştı.  Ne var ki bu “küreselleşmiş ekonomi” aynı zamanda “egoist hesabın buzlu sularında” (Marks) kârına kâr katan acımasız sermayenin aracı haline gelmişti. Bu araç siyasal kavgasında artık “liberal” olamazdı. Büyüyüp yoğunlaştıkça “tekelci” eğilimi artıyor, ulusları birbirine düşürerek savaşlara yol açıyordu. Ve bu eğilime en uygun ideoloji de “milliyetçilik” oldu.

     Gerçekten de milyonlarca insanın kaybına yol açan iki büyük savaşı aslında sınıfsal nedenler hazırlamış olsa da tetikleyen de milliyetçi coşku oldu. Bu nedenle barış, eşitlik ve özgürlük savaşçısı aydınların, özellikle de milliyetçiliğin yükseliş halinde olduğu ve İslamcılığın “milliyetçi” giysilere büründüğü bu yıllarda, en çok bu tehlike karşısında dikkatli olmaları gerekiyordu.      Yüz yıl kadar önce Julien Benda aydınları bu konuda uyanık olmaya, “ihanet”e sürüklenmemeye davet etmişti. Koşulların benzerliği günümüzde de Benda’nın mesajını bu yönüyle güncel kılıyor ve cumhuriyetin 100. yıldönümünü kutlamaya hazırlandığımız bu günlerde bizlere adeta “tehlikenin farkında mısınız?” diyor.